Selanik Film Festivali: Komşu festivalinden bellidir

58. Selanik Film Festivali 250 filme yaklaşan programı ve konuklarıyla bizi biraraya getirdi. Geçen yıl iş başı yapan yeni festival yönetmeni Elise Jalladeau farkını sadece müthiş kadınları öne çıkardığı bölümlerle değil belli ki tüm insanlığın dağılmışlığı üzerine de dikkat çekerek gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Esin Küçüktepepınar [email protected]

DUVAR - Hal ve ahvalimiz burada; 58. Selanik Film Festivali 250 filme yaklaşan devasa programı ve konuklarıyla bizi biraraya getirdi. Güzelim Selanik sokakları tam 'festival' havasında. Ne de olsa her keyfe ve kedere göre, dünyanın filmi burada; 58. Selanik Film Festivali'nin son günlerinde sinemacı konuklar peşpeşe davete icabet ediyorlar. Her kolunuzu çarptığınızda bir ünlüye denk gelmiyorsunuz elbette ama yönetmen Alexandre Payne gibi rastladıklarınız da sohbeti sizden esirgemiyor. Payne'in dediği gibi 'Şehrin samimi havasındandır' belki de, özüne dönmenin getirdiği 'tamamlanmışlık' hissiyatıdır. İnsanın bu gezegendeki yerini sorguladığı yeni filmi “Downsizing” vesilesiyle bu şahane kıyı kentinde kendisini yuvasında hissettiğini söyleyen Yunan asıllı ünlü Amerikalı bağımsız sinemacı “Sideways” veya “Decendants” filmlerinden de aşina olduğumuz tonda, kara mizah ile melankolinin içiçe geçtiği bir havada konuşuyor, duyuların biraraya gelmesinden dem vuruyor.

Benzer hissiyatla etrafta dolaşırsanız kerhen boşaltılmış dükkanlardan birisinin vitrininde basitçe ifade edilmiş 'Birleşelim!' grafitisinin manası daha bir önem kazanıyor ve Avrupa Birliği'nin kemer sıkma politikalarına karşın festivalden taviz verilmemesindeki sağlam duruş neredeyse göz yaşartıyor. Bu hafta bizde de vizyona giren Altın Palmiyeli “Kare”nin stand-up komedyeni havalarındaki yönetmeni İsveçli Ruben Östlund da burada. Selanik sokaklarındaki muhtelif protesto grafitilerini filminde dalgasını geçtiği sanatsal yapıtlardan daha değerli bulması mümkün, gelgelelim sohbeti devlet ve kurumlara karşı bildik isyanı dışında ufuk açıcı bir yöne uzamıyor. Diyelim ki yan dükkandan aldığınız nefis 'böreki'yi ısırken yol boyu boğazınıza takılan nedensiz hıçkırığın çelişkili hissiyatını festivalin açılış filmi olan iki insanı önce düşlerde buluşturan Altın Ayı ödüllü “Beden ve Ruh”un yönetmen Ildiko Enyedi doğrudan açıklıyor: “Yanlış bir şeyler döndüğünü çok iyi bilmek ama müdahil olamamak”.

Ayrıca filmlerinden oluşan özel bir bölümle seyirciyle buluşan Macar kadın yönetmen Enyedi, içinde yaşadığımız çağın modern insanı olarak maruz kaldığımız temel bölünmeye ve kapitalist düzenin manevralarına işaret ediyor, “Sömürü anlayışı bizi itinayla paramparça etti. Hem diğerlerinden ayrıldık hem de kendi bedenimiz ve ruhumuz, arzumuz ve sevgimiz birbirinden koparıldı. Birleşme ihtimali oyunu görmek ve yüzleşmekle ilgili yani bize bağlı” diyor. Enyedi'den yarım asır önce boygösteren Ida Lupino da özel bir bölümle anılıyor. Kariyerine oyuncu olarak başlayan ve kadın yönetmen olarak 1950'lilerin Hollywood'undaki erkek egemen alemini sallayan İngiltere doğumlu Lupino'nun müthiş kara filmi “The Hitch-Hiker”ını (1953) dev sinema perdesinde izlemek bir ayrıcalık.

AYRILSAK DA BEBABERİZ!

Bu yıl Altın İskender ödülü için 14 filmin yer aldığı ana yarışmanın teması Fransız düşünür Simone Weil'den esinlenerek 'Köklenmek' olarak belirlenmiş. Yani geçmişin şimdiyle bağlantısının elzem ve bedeni hazların tek başına nafile olduğu, oysa ki her faninin ruhani bir birlikteliğe ve aidiyete, diğerleriyle ve diğer canlılarla gereksinimi vardır manasında. Kısaca ruh ve bedenin biraya gelme, tamamlanma halini talep ediyor. Geçen yıl iş başı yapan yeni festival yönetmeni Elise Jalladeau farkını sadece müthiş kadınları öne çıkardığı bölümlerle değil belli ki tüm insanlığın dağılmışlığı üzerine de dikkat çekerek gösteriyor. Yarışmadaki Elina Psikou'nun yönettiği “Son of Sofia bu aidiyet duygusunun baskın düzende nasıl da ayrımcılığa dönüştüğünü yer yer faşizmin ayak seslerini duyurarak yapıyor. 2004 Olimpiyatları dönemi Yunanistan'ın 'sahte refah döneminden' bir kesit getiriyor. İlk ve ikinci filmleriyle yarışan yönetmenlere yer veren bu yarışmanın bütünündeki manzara birbirinden ayrı düşmüş bir insanlığı tasvir ediyor.

Bu yıl Cannes'da baştacı edilen Rus yapımı Kantemir Balagov’un yönettiği ve Kafkaslarda geçen “Closeness” kan bağlarıyla olan ilişkimizi sorgularken 1998 yılı gibi eski Soyvetler sonrası iyice fakirleşen ve bölünen bir coğrafyanın hüzünlü resmini çiziyor. Belçikalı Gilles Coulier ise “Cargo”da pek söz edilmeyen bir suçu açık ediyor ve ekonomik darboğazdaki batılı vatandaşın nasıl da kaçak göçmenleri taşıyan bir tekne sahibine dönüştüğünü hüzünlü bir gri atmosferde anlatıyor. 2. Dünya Savaşı'nın sonlarında hastalığına rağmen askerler kadar yemeyi prensip edindiği için hayatını kaybeden ve Camus'nün “Zamanın en büyük ruhu” olarak tanımlanan Simone Wiel'in bedeni de eserleri de kadar insanlığa bir şeyler anlatmaya çalışmıştı.

Yarışmadaki Iran yapımı “No Dates, No Signature” ahlaki bir sorgulama içine giren bir doktorun kendi sorumluluğuyla yüzleşirken bir tık dışarı bakmasını yani konforlu çevresinin dışındaki yoksul hayatların telef oluşunun farkına varmasını sağlıyor. Gelgelelim burada alacağımız ders başka. Çünkü bu telef oluş bir 'İsa misali kitlelere değecek kutsal bir fedakarlık' değil, sömürü düzeninin rastgele bir zayiatı olarak arada kaynıyor. Oysa Weil, birisine dikkatini vermenin en temel cömertlik olduğunu söylemişti ve bu bağlamda herkesin robotvari bir sıkıcılıkta yaşadığı Avusturya filmi “Life Guidance” türün atmosferik ama heyecansız br örneği olsa da derdini anlatıyor, özetle duyarsızlık diz boyu diyor, 'İnsan bedeni de ruhu da, bu sömürü düzeninin umurunda değildir!' Yarıimadaki

BALKANLARIN HAL VE AHVALİ BURADA! 

Altın Ayılı Semih Kaplanoğlu'nun yeni filmi “Buğday” ve Kazım Öz'ün “Zer” filmlerinin gösterildiği festivalin özel Balkan Survey bölümü bizim coğrafyanın hal ve ahvalini özetliyor. Metin Erksan’ın Altın Ayı ödüllü Necati Cumalı uyarlaması “Susuz Yaz” ile Grant Gee’nin Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”nden esinldiği “Hatıraların Masumiyeti” de var.

Kıvrımları farklı olsa da dünyanın geri kalanı gibi gayet karmaşık bu haritada Yunan filmleri de payını alıyor. Son dönemin uluslararası yükselen sinenacısı Yorgos Lanthimos’un “Köpekdişi” ve “Kutsal Geyiğin Ölümü” gibi tüm filmlerinin senaristi, yazar Efthimis Filippou’nun favori filmlerimden oluşan bir seçki de yer aldı. Stanley Kubrick'ten “Barry Lyndon” ve Michael Haneke'den “Benny's Video” gibi seçtiği filmlere bakılırsa Filippo'nun sınıfsal ikiyüzlülükleri ve ortasınıfın laneti kıvamındaki şiddeti patlatırken nerelerden esinlendiği anlaşılıyor. Gelgelelim Yorgos Lanthimos’un atmosfer kurmaktaki şahane yeteneğinin takipçileri tarafından yanlış anlaşıldığının örnekleri de muhtelif.

Dört yıl önceki “Miss Violence” ile baştacı ettiğimiz Yunanlı yönetmen Alexandros Avranas yeni filmi “Love me Not”la sanki sadece atmosfere çalışmış. Yaşam sigortası parasını almak için genç bir sığınmacıyı öldüren Yunanlı bir çiftin gerçek öyküsüne taşıyıcı anne gibi eklemeler yaparak mevzuyu çekirdek aile kavramına taşıyan Avranas doğrusu niyetini ziyadesiyle aşmış, hatta kafası karışmış, hele özendiği Haneke'yi hiç anlamadığını göstermiş. Yoksa seyirciyi şiddetin manasız pornosuyla tavlayacağını düşünmezdi sanırım. Kendinden çok memnun veya emin olunduğunda koordinatlara dikkat edilmiyor demek ki. Festivalin şahane 'Virtuel Reality' bölümündeki yarışma filmlerinden olan, Peter Middelton ve James Spinney'nin yönettiği “Körlük Üzerine Notlar” filmini kafamdaki onca donanıma rağmen sadece önüme bakarak izlemem gibi öğrenilmişlikler defetmek ve duyuları biraraya getirmek zaman alıyor.