Sezer: Sinemada sınıf siyaseti eskimiş bir mesele değil

2016’nın bol ödüllü yerli yapımı "Babamın Kanatları" filminin yönetmeni Kıvanç Sezer yeni projelerinden, sinemaya dair görüşlerinden bahsetti ve genç sinemacılara tavsiyeler verdi. Sezer'e göre 'Asıl mesele film üreten insanların kendi sanatsal kimliklerini keşfetmeleri'...

Google Haberlere Abone ol

Kıvanç Sezer ile yönetmenliğini yaptığı ilk filmi “Babamın Kanatları”nı, bağımsız sinemayı ve dağıtım meselesini konuştuk. Konu işçi filmlerinin odağını oluşturduğu hikayelere geldiğinde Sezer, “Dardanne Kardeşler, Ken Loach, Mike Leigh gibi toplumun zor koşullarda çalışan kesimlerine odaklanan yönetmenlerin filmlerinden oldukça beslendim” diyerek düşüncelerini açıkladı.

İlk filmin dayattığı zorluklar ve verdiği hazlar nelerdir?

Bence ilk film hem büyük bir avantaj, hem de büyük bir dezavantaj… Avantaj çünkü bir çıkış yapma imkanı veriyor. Dezavantaj çünkü ödüllü kısa filmleriniz yoksa aileden zengin değilseniz filmi çekerken maddi anlamda zorluklar yaşayacağınız kesin. Semir Aslanyürek şöyle derdi: Silahınızda bir tane kurşun var. Onu doğru yere atmalısınız.

İlk film tam da böyle bir şeydir.

Kurşunu doğru yere attığınızı düşünüyor musunuz?

Evet, düşünüyorum. Çünkü işçi sınıfının meselelerini görünür kılmak, iş cinayetleri gibi toplumun çok gündeminde olmayan –yüzlerce insan aynı anda ölmedikçe-, bir meseleyi ele alan bir film yaptım. Filmin iyi veya kötü olması bir tarafa, belli oranda konuşulmuş olması, sınıf siyasetinin eskimiş bir mesele olmadığını göstermiş olması değerlidir diye düşünüyorum.

Odağına işçi sınıfının hikâyelerini alan yönetmenlerin filmleriyle –gösterge anlamında- bir ortaklık kurduğunuzu düşünüyor musunuz?

Böyle bir ortaklık kurmaya çalışmış olabilirim çünkü Dardanne Kardeşler, Ken Loach, Mike Leigh gibi toplumun zor koşullarda çalışan kesimlerine odaklanan yönetmenlerin filmlerinden oldukça beslendim. Ayrıca, film “I Daniel Blake” ile aynı dönemlerde vizyona girdi ve hasbelkader birbirine çok benzeyen iki ana karakteri barındıran filmler oldu.

Türkiye’nin İbrahim’i, İngiltere’nin Daniel’idir diye düşünüyorum. Farklı kültürden de gelse, farklı yaşamsal kodlarla da birlikte düşünülse benzer bir gerçekliğe bakan iki karakter aslında. O da güvencesiz hayatlar…

Bir sonraki film yine odağına işçi sınıfı hikâyesi mi alacak?

Hayır. Bir sonraki filmim beyaz yakalı bir çiftin hikâyesini anlatacak.

'BENİ İLK PLANDA FİLMDEKİ BİR DUYGU ÇEKİYOR'

İşçi sınıfını ele alan iddialı bir film yaptınız. Neden orta sınıfı odağına alan bir filmle devam ediyorsunuz?

İkinci filmim “Babamın Kanatları”nın devamı niteliğinde tasarlamış olduğum bir üçlemenin ikinci filmi olacaktır. Bir film yazarken doğrudan konu üzerinden angaje olmuyorum hikayeye. Beni çeken şey, ilk planda filmdeki bir duygu oluyor. “Babamın Kanatları”nda da bir gazete haberi üzerinden bir duygu beni bu filmi yazmaya itmişti. Dolayısıyla çıkış noktası işçi sınıfını anlatmak değildi. Ancak varış noktası öyle oldu.

İkinci filmimde beyaz yakalı bir çifti anlatırken de ilk filmden devamla şu mesele üzerine gitmek istiyorum: İnşaat işçilerinin zor koşullarda çalıştığı ve harcına kanının karıştığı bu lüks daireleri kimler satın alıyor? Çünkü bu benim için bir illiyet bağını içeriyor. Birçok orta sınıf insan bir ev alırken cephesini, ankastrenin markasını, pimapenlerin kalitesini düşünüyor ama neredeyse kimse orası yapılırken acaba birileri ölmüş mü diye düşünmüyor.

İşte bu da kapitalizmin olmazsa olmazlarından biri olan yabancılaşma meselesidir. Üretilen ürünle, tüketen birey arasındaki organik ilişkiyi kopartan bu yabancılaşma benim için anlatmaya değer bir mesele. Bunun yanı sıra beyaz yakalı dediğimiz kişilerin de bir şekilde işçi sınıfının bir parçası olduğunu ve bu yönde ele alınırsa kapitalizimin başka bir veçhesinin de gözler önüne serilebileceğini düşünüyorum.

Sinemada usta- çırak ilişkisi ile ilgili ne düşünürsünüz?

Ben usta- çırak sisteminin sinema gibi sektörlerde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin ben, birçok önemli yönetmenle tanışıp gerek onların derslerine katılarak, gerekse projelerinde farklı alanlarda bulunarak birçok şey öğrendim. En çok da deneyim aktarımı meselesini önemsiyorum.

Özcan Alper’le yaklaşık beş yıldır böyle bir deneyim aktarımı sürecini yaşıyorum. Özcan Alper gibi bildiklerini bu işe yeni başlayan kişilerle paylaşan ne yazık ki çok az yönetmen var bence. Hem senaryo anlamında hem reji anlamında görüşlerine değer verdiğimiz kişilerle birlikte çalışmak hayati bir fırsattır. Değerlendirmek gerekir.

Finansal açıdan Türkiye Sineması’nın en büyük problemi nedir?

"Babamın Kanatları" film afişi

Bence birinci büyük problem, Türkiye’deki fon sisteminin siyasi otoriteden bağımsız olmamasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki siyasi çalkantılar veya birtakım tabular bakanlık üzerinden sinemacıların filmlerini fonlamasını etkiliyor. Avrupa’daki örnekleri gibi Türkiye’de de bağımsız bir “Türkiye Film Enstitüsü” gibi bir kurum olması gerekiyor. Kamu kaynaklarından şeffaf bir şekilde, deneyimli ve bağımsız bir kurul tarafından değerlendirilmesi, bunun çözümüne katkı sağlayacaktır.

İkinci problem ise, dağıtım problemidir. “Başka Sinema” ile dağıttığımız Babamın Kanatları filmi yaklaşık 25 bin kişi tarafından izlendi. Bu rakam az gibi gelebilir ama “Başka Sinema” bizim filmin dağıtım sürecinden bir başarı hikayesi olarak bahsediyor. Şu anda Türkiye’de ticari olmayan bütün filmler en iyi ihtimalle “Başka Sinema” tarafından dağıtılıyor.

Bu dağıtım ağı, seyirci için çok iyi bir iş yapıyor ama Türkiye’deki film üreticileri için bir şekilde filmin potansiyeline uğraşmasını engelliyor diyebiliriz. Çünkü salon sayısı az, film sayısı fazla. Bu sorun Türkiye’deki salon tekellerinden de kaynaklanıyor. Bu salon tekellerinin en büyüğü aynı zamanda bir dağıtım şirketi… Ve bunların çok büyük bir kısmı Türkiye’nin farklı illerindeki AVM’lerde… Bir şekilde en büyük dağıtım şirketi, kendine ait olmayan salonlara da film vermeme tehdidiyle kendi seçkisini dayatıyor.

Kapitalizm şöyle bir şeydir: Tekstil sektöründe olanla gemicilik sektöründe olan, inşaat sektöründe olanla yayıncılık sektöründe olan, sinema sektöründe olan maden sektöründe olanların ilişki ağı birbirine çok benzer. Bu yüzden dağıtım alanındaki bu tür ilişkilenmeler farklı seslerin ortaya çıkmasını bastıran bir tampon görevi görüyor. Fakat yaşam çarelidir. Her şehirde bir kültür merkezi olsa ve bu kültür merkezindeki filmleri takip eden bin kişi olsa –ki olduğuna inanıyorum- bu bizim filmlerin 100 bin civarında insan tarafından izlenebileceği anlamına gelir. 100 bin kişinin biletli olarak izlediği filmler yapan insanlar seyirciye güvenerek yeni filmlerini yapabilir hale gelir. Tıpkı geçmişte Yeşilçam dönemindeki, bölgesel dağıtım sisteminde olduğu gibi…

'GENÇ SİNEMACILARA 'ANLATMAZSAN OLMAZ!' ÖYKÜLERİ LAZIM'

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Bağımsız sinema zor koşullarda amatör bir ruhla anlatacak derdi olan insanların çektiği filmler… Bu dert illa ki sosyal bir mesele olmak zorunda değil. Sinemaya dair görsel dile dair birtakım denemeler ve hikâye anlatım biçimlerini de içerebilir. Bence bağımsız sinemanın temel özelliği sermayeden ve piyasa koşullarından bağımsız kalabilmesi ile organik ilişkiye sahip.

Buradaki asıl mesele film üreten insanların kendi sanatsal kimliklerini keşfetmeleri… Felsefenin temel çıkış sorusu, “ben kimim?” sorusudur. Türkiye’de ise daha çok “sen kimsin?” sorusu sorulur. O yüzden sinema yapan insanların da felsefenin temel sorusu olan “ben kimim?” ve “neden sinema yapıyorum?” sorularını sorması gerekir. “Anlatmazsam olmaz!” diyebileceği hikayeleri bulması lazım genç sinemacıların. O yüzden bu da bir süreçtir ve bence iyi bir ilk film bu sürecin başlangıcına dair işaretler içermelidir.

Kıvanç Sezer

Genelde ilk filmlerini yapan bağımsız sinemacıların büyük çoğunluğu filmlerinin yapımcısı da aynı zamanda… Siz ilk filminizde yapımcı olarak Soner Alper’le

çalıştınız. Neden?

Aslında bu bir tesadüf eseri oldu. Bu projeyi Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki sinema atölyesinde geliştirmeye başlamıştım. Orada, Özcan Alper projeyi çok sevince, beni kendi yapımcısı olan Soner’le tanıştırdı. Soner de projeyi sevince, bu yola beraber çıktık. O zamanlar yapımcının ne kadar önemli bir pozisyonunun olduğunun farkına varmamıştım açıkçası. Fakat hem projeyi geliştirirken, hem çekimler sırasında, hem de sonrasında projeye inanan bir yapımcıyla çalışmanın birçok avantajını yaşadım.

İlk filmini çekecek olan arkadaşlara bulabiliyorlarsa daha önce film işlerinde çalışmış, yönetmen olmak gibi bir hevesi olmayan ve zorluklara karşı beraber mücadele edebileceği bir yapımcı bulmalarını öneririm.

Bir de filmlerde “ortak yapımcı” diye bir kişi var. O kimdir?

Yurtiçi ya da yurtdışında, filmi bir şekilde fonlayan, dolayısıyla filmin belli bir oranda ortağı olan kişiye ortak yapımcı denir. Ortak yapımla ilgili en önemli mesele, Avrupa’dan bir ortak yapımcı bulabilmektir. Bunun için Avrupa’da düzenlenen irili ufaklı birçok ortak yapım marketi var. Buralardan, yine projeye inanan bir ortak yapımcı bulmak, filmin Avrupa’dan bazı fonlarla finanse edilmesine yardımcı olur. Bunun dışında film bittikten sonra festival sürecinde bir dünya dağıtımcısı bulurken ve filmin oralardaki festival aşamasını- dağıtım aşamasını kolaylaştıran kişidir de aynı zamanda ortak yapımcı.

Bizim filmde, Avrupa’da ortaklarımız olsa da, fonlarla filme finansal bir katkıları olmadı. Biz de Türkiye’den bir ortak yapımcı ile çalıştık. Ortak yapımcımız Ali Bayraktar’ın filmi bitirmemizde önemli bir katkısı oldu.

“Auteur” yönetmen olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Düşünmüyorum. Çünkü “auteur” kuşağı, sinemanın altın çağı olarak tarif edebileceğimiz 60’lı, 70’li yıllarda ortaya çıkan yüksek egolu, karizmatik ve sanatsal açıdan çok güçlü tarafları olan bir nevi yarı tanrı kişiliklerdi. Günümüzde bunun büyük ölçüde değiştiğini düşünüyorum. O yüzden yeni “auteur”lerin çıkması da oldukça zor.

Bu biraz da şundan kaynaklanıyor: Özellikle son on- on beş yılda sinema yapma araçları herkese açık hale geldi. Demokratikleşti bir yönüyle… Ama böylece sinema yapan insan sayısı, üretilen film sayısı inanılmaz arttı. Böyle bir ortamda film yapmaya çalışan herkes aynı zamanda büyük bir yarışmanın- rekabetin içine giriyorlar. Ve temel mesele film yapabilmek, film üretebilmek oluyor.