Anne! Ben zaten doğdum!

Jennifer Lawrence, Javier Bardem, Ed Harris, Michelle Pfeiffer gibi isimlerin yer aldığı, Darren Aronofsky’nin son filmi "Anne!" sinematografik olarak pozitif yönlere sahip. Ne var ki yönetmenin üst düzey teknik kapasitesi görsel açıdan doyurucu sonuçlar verse de filmleri bazen mesajların altını çizmekte bazı aksamalar, yer yer gereksiz dramatizasyon çabaları barındırıyor...

Google Haberlere Abone ol

Darren Aronofsky’nin son filmi "Anne!" yönetmenin filmlerinden alışık olduğumuz sağlam ve tekinsiz bir ortam yaratma, sorunsuz akan bir hikaye ve iyi oyunculuklar gibi sinematografik açıdan pozitif noktalar taşısa da, yönetmen son bölümde biraz elinden kaçan filmini toparlamakta zorlanıyor. Aronofsky filminde sanki o zamana kadar yarattığı atmosferi yeterli bulmuyor, dikkatlice yerleştirdiği bazı yan karakterleri yarı yolda bırakıyor ve genelde filmlerin can alıcı noktası olan halüsinasyon sekanslarını bu sefer filmin son bölümünde aşırı dozda boca ediyor. Bu sekanslar filme hizmet etmiyor aksine filmin bütününü boğuyor…

Kırsal kesimde, bir yazar ve eşi eski ama büyük bir evde kendi halinde bir yaşam sürdürmektedir. Yazar (şair) yeni bir kitap yazmakta ilham problemi yaşamakta, karısı ise bu eski evin yenileme çalışmalarıyla uğraşmaktadır. Ufak sorunlara rağmen mutlu olan bu çiftin düzeni, evlerine biraz davetsiz misafir olarak gelen bir doktor ile onu izleyen eşinin gelişiyle yavaş yavaş bozulmaya başlayacaktır. Bir de bunların üzerine başka davetsiz misafirler ve ev sahibi kadını etkileyen sanrılar başlayınca işler iyice sarpa sarar…

DARREN ARONOFSKY SİNEMASININ ARTILARI VE EKSİLERİ

Darren Aronofsky kuşkusuz günümüzün en aktif ve en önemli yönetmenlerinden biri… Hiçbir zaman belli bir düzeyin altına inmeyen, teknik açıdan başarılı ve karanlık bir ortam yaratmada ciddi beceri sahibi bir sinemacı… Ne var ki yönetmenin bu üst düzey teknik kapasitesi görsel açıdan doyurucu sonuçlar verse de filmleri bazen mesajların altını çizmekte bazı aksamalar, yer yer gereksiz dramatizasyon çabaları barındırıyor.

Başka bir deyişle filmlerindeki bu temiz şekilcilik bazen filmin içeriklerinin önüne geçebiliyor. Bizce tamamen haksız olmayan bu eleştiriler (ki Christopher Nolan da bundan müzdariptir!), her ne kadar Aronofsky sinemasının değerini vuruculuğu ve anlık etkileyiciliği açısından düşürmese de, filmlerinin belleklerimizde ne kadar derin izler bıraktığı konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Anne, ilgisiz kalınmayacak bir yapım olmasa da bahsettiğimiz zayıflıkları barındırıyor. Hatta, belki biraz ağır olacak ama, yönetmen bu görsel kuvvetini filmin son bölümünde o kadar öne çıkarıyor ki bizce, o zamana kadar kurulan başarılı ortam ve hikayenin gidişatı bu aşırılıktan zarar görüyor. Çünkü o zaman kadar olayın geçtiği ortam çok başarılı bir şekilde ortaya konulmuş, karakterlerin portreleri başarılı bir şekilde çizilmiş ve filmdeki zaman atlamaları incelikli bir şekilde işlenmişken bu aşırılıklar bizde gerçekten ‘israf edilme’ hissiyatı yaratıyor.

NEFES ALAN, CANLI BİR EV... 

İlk olarak filmin ana karakterlerinden biri olan çiftin yaşadığı ev nefes alan, tepki veren, gerektiğinde kanayan, olabildiğince canlı özellikler taşıyan bir mekan. Sanki başkarakterler evin içinde yaşamıyorlar, ev onları içine kabul etmiş gibi duruyor.

Anne! film afişi

Evin adeta rahminde yaşayan çift ne zaman sert olaylar yaşasa veya şok edici eylemlerle karşılaşsa, ev onlarla birlikte darbe alıyor, huzursuz oluyor ve kendince tepki veriyor. Bu ister eve gelen bir yabancı olsun, ister uluorta yapılan bir sevişme olsun, isterse yine içerde geçen çok şiddetli bir aile kavgası olsun, kadın başkarakter kadar ev de huzursuz oluyor, canı yanıyor.

Olayların şiddetinin kat sayısı ne kadar artarsa ev de o kadar sarsılıyor. Bu durumun ‘Alien’ filmindeki karakterlerin ‘Ana’ adındaki uzay gemisinin içine (rahmine!) yabancı bir yumurta getirmesi eylemiyle paralellikler göstermesi de dikkatimizi çekiyor.

Filmde gözümüze çarpan bazı tuhaf olarak adlandırabileceğimiz, ancak filmin tonuyla uyum gösteren eylemler ve durumlar da mevcut. Bunların bazıları örneğin başkarakter çift (sanki Adem ve Havva gibi) başta olmak üzere hiçbir önemli karakterin ismini öğrenmememiz veya ev sahibi kadının hamileliğini öğrendiği zaman, kendisi de adeta evin rahminde olduğu için sevinç katsayısının coşması ve inanılmaz rahatlaması gibi durumlar. Aynı şekilde başkarakter kadının filmin başlarında yaşadığı karın ağrıları sanki bir hastalıktan ziyade bir ‘doğuramama’ sendromları gibi sunuluyor.

Bütün bu beraber yaşama ortamı (ev ve çift) onlarla hiçbir ortak noktası olmayan daha yaşlı bir çiftin hayatlarına dalmasıyla ciddi bir darbe alıyor. Evin içinde her odaya girmeler, sert hareketler hatta evin içinde sigara içmeler bile ev sahibesi kadar evi de rahatsız ediyor. Evin yarattığı hayali cennet ortamı gerçek hayatın sertliğine ve hızına çarpıyor. Evin erkek sahibini o kadar etkilemeyen bu durum, misafir çiftin arkalarında sürüklediği, veraset kavgasındaki çocuklarının gelmesiyle daha da çekilmez bir hale geliyor. Kazara meydana gelen bir cinayetle sonlanan bu bölüm, hem filmin metafor bombardımanı haline gelmesini biraz unutturuyor hem de hikayeye bir hız ve dram havası katıyor.

Anne tam bu kıvama gelmişken, yönetmen vazgeçemediği şeye dönüyor ve hikayeyi zenginleştiren yan karakterleri bir kenara itip tekrar evin yaşattığı halüsinasyonlara ve arka arkaya gelen yabancılara ( önce ölen kişinin akrabaları sonra gazeteciler) ve onların yarattığı buhranlara odaklanıyor.

Önce normal ölçülerde olan bu insan yığılması giderek artıyor ve bu yığının eylemleri akıl almaz boyutlara ulaşıyor (sürprizleri bozmamak için çok ayrıntıya girmiyoruz! ). Bu eylemler giderek arttıkça yabancı karakterler çoğalıyor, eylemler vahşileşiyor ve tam bir kaos ortamına dalıyoruz. Aronofsky bunu belli ki filmin tonunu daha karanlık bir hale sokmak ve görsel gücünü arttırmak için yapıyor fakat biz giderek karışan bu ortamda yavaş yavaş filmden soğuyoruz. Bu sekanslarda sosyal mesajlar mı var yoksa klasik bir korku filmine dönüş mü var (ciddi bir ‘Rosemary’s baby’ esintileri var) kestiremiyoruz. Bu yüzden filmin kontrolü giderek kaçıyormuş hissi doğuyor. Bu sahneler, yönetmenin vazgeçemediği görüntü yönetmeni Mathew Libatique’in de katkılarıyla göz boyayıcı ve belli ölçülerde etkileyici olmayı başarıyor ancak bizce sahnelerdeki eylemler fazla aceleye gelmiş, biraz başıboş bırakılmış, pek nereye bağlanacağını kestirilemez şekilde akıyor.

Filmin finalinde ufak ve hoş bir bağlanma var fakat önceki sekanslar bizi oldukça yormuş ve kafamızı karıştırmış halde bırakıyor.

Oyuncuların hepsi rollerinin hakkını veriyorlar. Filmin baş kadın karakteri Jennifer Lawrence göründüğü her sahnede, hiç de kolay olmayan ruh hallerini seyirciye başarılı bir şekilde aktarıyor. Karşısında Javier Bardem, Lawrence’e nazaran daha mütevazi ama dozunda bir performans sergiliyor. Aralarındaki kimyanın beyaz perdede tuttuğunu da belirtmek gerek. Büyük oyuncu Ed Harris ve oldukça özlediğimiz Michelle Pfeiffer’i izlemek ise bizce her zaman bir keyif.

Mother, başarılı bir yönetmenin başarılı bir film çıkarabilecekken büyük bir film yaratma ısrarıyla biraz heba edilmiş bir yapım. Kuşkusuz izlenmeyi hak ediyor ve yönetmenlik açısından güzel bölümler içeriyor ancak içimizden geçen ‘Yazık olmuş!’ hissiyatını da atamıyoruz.

Yönetmen: Darren Aronofsky

Oyuncular: Jennifer Lawrence, Javier Bardem, Ed Harris, Michelle Pfeiffer, Brian Gleeson, Domhnall Gleeson, Kristen Wiig, Jovan Adepo…

Ülke: ABD