Seren Yüce: Birbirimize hediye edebileceğimiz yeni fikirler bulamıyoruz

Yönetmen Seren Yüce ile ilk filmi hakkında konuştuk. Yüce, "Benim derdim yazarlık yapmak değil sonuçta, film yapmak…" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Seren Yüce ile yönetmenliğini yaptığı ilk filmi “Çoğunluk”u, sinema anlayışı ve bağımsız sinema mefhumunu konuştuk. Konu dağıtım meselesine gelince Yüce, “Şu anki dağıtım ağı vicdan temizleme amacı taşıyor bence. “Hadi şunu da azıcık gösterelim” amacıyla gösterilen filmler aslında bağımsız sinemacıların işleri…” diyerek düşüncelerini açıklıyor.

Seren Yüce Seren Yüce

'Çoğunluk' bir orta sınıf hikâyesi anlatıyor. Keza “Rüzgârda Salınan Nilüfer” de öyle… Seren Yüce’nin orta sınıfla alıp veremediği nedir?

Orta sınıfla ilgili genel olarak düşündüğüm şey şu: Kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan kitleyi orta sınıf oluşturuyor. Çünkü sürekli bir tüketim hali mevcut bu kesimde… Bir haliyle de olumlu gelişmelerin ve çarpıklıkların çıktığı yer de orta sınıftır. Ha, şu da önemli: Ben orta sınıf eleştirisi yapacağım diye dalmadım bu işe. Bu yaptığımız işin bir sonucu oldu. İçerisinde birtakım mekanizmaların nasıl işlediğini ve faşizm, milliyetçilik ve ötekileştirici fikirlerin nasıl doğduğunu ya da orada doğabileceğini düşündüğüm için aile hikâyesine dalmış oldum. Tabii bu, benim de bir şekilde bir parçası olduğum ve yaşadığım durumdu. Geçmişimde yaşadığım şeylerden de esinlendiğim birtakım şeyler vardı filmlerde.

Şunu diyebilir miyiz: Yönetmenin kendi gerçekliğini anlattığı filmlerdi bunlar.

Kendi gerçekliği içerisinde bulduğu birtakım sakat durumları ortaya çıkarma çabası… Yapmak istediğim şey oydu. Karakterleri kahramanlaştırarak değil de, onların eksikliklerini ya da o karakterlerin o yanlarını da gösterme çabası da diyebiliriz.

Senaryolarını da yazan bir yönetmen olarak “auteur” kuramına nasıl bakıyorsunuz?

Kendimi bir yazar olarak görmüyorum. Disipline olmuş bir yazarlık tarafım yok en azından. Birtakım şeyleri dert edip, fikri bulduktan sonra –bir yazar için de bu böyle işliyordur büyük ihtimalle- yazıyorum, o kadar yani… Benim derdim yazarlık yapmak değil sonuçta, film yapmak… Dolayısıyla da benim gördüğüm bir şeyi ancak ben yazarsam doğru ifade edebilirim refleksiyle çıkıyor ortaya senaryo. Yazdığım şeyler, benim görmek istediğim şeylerin kâğıda dökülmüş hali sonuçta… Bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkan bir şey bu aslında…

Çoğunluk, Seren Yüce, 2011. Çoğunluk, Seren Yüce, 2010.

Senaryo için “Yönetmenin kendine tuttuğu notlar” diyebilir miyiz?

Evet, çünkü iş zaten öyle başlıyor. Birtakım notları biriktirip, o notların olgunlaşması ile beraber kâğıda dökme işi aslında senaryo dediğim şey. En azından şimdiye kadar öyle oldu.

Peki, ilk filminizin biçimsel olarak İtalyan Yeni Gerçekçilerinin sinema anlayışına yakın olduğunu iddia edebilir miyiz?

Bu akımla tanışıklığım bir kaç filmi seyretmişlikten ileri değil, bu yüzden bir kıyaslama yapamam. Neticede kendimce mesele edindiğim gerçekliği ortaya çıkarma kaygısıyla oluştu “Çoğunluk”. Belki Türkiye’de bir gerçeklik anlayışı varsa onun bir parçası olabilir.

Benzeri bir durum “Rüzgârda Salınan Nilüfer” için de söz konusu…

Evet, doğru. Durumu ve kişiyi kahramanlaştırmamak adına yapılmış filmler sonuç olarak. Çünkü o karakterleri var olduğu gibi ortaya koymak gibi bir derdim var. Hissettiğim şeylerin altını çizme düşüncesiyle bir film yapmış oluyorum zaten.

Pink Floyd yaptığı albümler ile bence yakaladığı mevcut dinleyicisi ile birlikte büyüdü ve değişti. Ancak yaptığı müzik ve bu yıllar içindeki dönüşümü ve değişimi ile yakaladığı kitleyi de değiştirdi. 'Çoğunluk'ta orta sınıfa mensup sorunlu bir ergenin, 'Rüzgârda Salınan Nilüfer'de değişmesi ve büyümesi ve en nihayetinde babasının koltuğuna oturması süreci Pink Floyd’un bu durumuna benzer mi sizce? Mevcut değişim ve dönüşüm halleri sinemanızda nereye tekabül eder?

Bunu arayıp, bulacağız bence. Aslında tam olarak şu yaşadığımız günler buna ihtiyaç olduğunun da göstergesi. Çünkü dünya değişiyor, birtakım şeyler değişiyor filan ama bunun sanata da sirayet etmesi gerekiyor. Biz toplum olarak kapandıkça bu fikirden, bu dinamikten acı bir şekilde uzaklaşıyoruz. Bu benim son dönemde çok düşündüğüm bir şey… Sen ve ben ikimiz konuşurken yeni bir şey söyleyemedikçe, eski şeyleri tekrar etme ve bir zaman sonra da o şeylerin de altına düşme ihtimalini doğuruyor. O yüzden de bu kapalılık aslında birtakım şeylerin eksi anlamda değişmesine de sebep oluyor. Yenisi ve daha özgür olanını ortaya koyacak bir mecra yok. O kapandıkça onu yapma ihtimali de kendi içinde azalmış oluyor.

Birbirimize hediye edebileceğimiz yeni fikirleri bulamıyoruz. İnternet var, birçok bilgiye erişebiliriz ama orada da inanılmaz bir kirlilik söz konusu. Normalde bir toplum olarak, taşları üst üste koyarak bir şeyler çıkarmamız gerekiyor ama bu da çok yaşanamıyor. O yüzden Pink Floyd’un yaptığı şeyi, arayıp bulmamız gerekiyor ama o şu an bana sadece dizilerde olacakmış gibi görünüyor. İdeolojik anlamda sinemanın yaptığını yapamıyor olabiliriz ama en azından estetik anlamda yeni bir şey arayıp bulmak ve ürettiğimiz işleri yeni mecralara taşıması anlamında önemli görüyorum. Sinema içinse çok emin değilim. “Çoğunluk”u bugün yapsak aynı etkisi belki de olmazdı. Zamanına ait bir şeydi. O zaman için bir yenilik gibi çıktı ortaya. Şimdi yine yeni bir şey bulmamız lazım.

Buna ek olarak şöyle bir şey söylemek istiyorum: Toplumcu gerçekçiliği sinemada sosyalistler ve devrimciler inşa etti. Kaldı ki bu zaten sosyalist gerçekçiliğin bir türeviydi ama aynı ideolojik kaygılarla türetildi. Özellikle 60’lı yıllarda üçüncü dünya ülkeleri olarak nitelenebilecek ülkelerde bu tarz filmlerin üretilmesi tesadüfi değil bence. Osman Sembeneler, Solanaslar, Yılmaz Güneyler filan benzeri reflekslerle üretim yaptılar. Ancak şu an toplumcu gerçekçiliği –Türkiye Sineması’ndan bahsediyorum- sinemasal bir anlatım biçimi olarak sağcılar da sahipleniyor. Her ne kadar başta buna karşı olsalar da… Bu bağlamda devrimci bir atılım olan toplumcu gerçekçilik kendini tekrara düştü –sadece sağcılar sahiplendiği için değil, sinemanın biçimsel olarak devrimci bir niteliği olmasından dolayı-. Sizce günümüzde devrimciler ve sosyalistler sinemada nasıl bir biçimsel devrim yapabilir?

Neyi anlatırsan anlat, onun karşıya geçebilmesi için olgunlaşması lazım. İçe kapanmaktan dolayı bu gelişemiyor. Senaryonun yazılması, karakterlerin oluşması vs. açısından… Bunların hepsinin bir ağırlığı var. Filmi film yapanlar bunlar aslında. Bir üslup geliştirmekle alakalı… Bunun üzerinde düşünmek gerekiyor bence… Sağcılık- solculuk meselesi değil de filmin tek başına neyi anlattığı, nasıl yapıldığı esas dert olmalı.

Bağımsız Sinema kavramını nasıl yorumlarsınız?

Aslında bağımsız sinema dediğimiz şey, sen neyi dert ediniyorsan onu kendi tarafından gösterebileceğin imkânı yaratabildiğin sinemadır bence. O yüzden çulsuz ve zorluklarla yapılması gerekmiyor. Ama sonuçta birtakım gerçekleri deşifre ettiğin için sana o kadar değer biçiliyor. Finansal anlamda söylüyorum. Özgür sinema ne kadar olabiliyorsa, bağımsız sinema da o kadar var edebiliyor kendini.

Bağımsız sinema yapmanın şu anki mevcut koşulları düşünüldüğünde –finansal olarak/ bakanlık desteği, film fonları vs.- biçimsel olarak sinemanıza nasıl bir etkisi olacak sizce?

“Çoğunluk”a yapım aşamasında bakanlıktan bir destek çıkmadığı için, bir kaç kapital sahibinden borç alınarak yapıldı. Demek ki o dönem döneceğinden emin olmadığın bir parayı bağımsız bir filme yatırmak çok da zor değildi ama bu dönem onu yapabilmek sıkıntılı bir duruma yol açıyor. Bakanlık içinde bulunduğumuz dönemde bir grup sinemacı için açıkça kapıyı kapattı, kendileri de söylüyorlar. Her ne kadar öyle değilmiş gibi davransalar da… Bu da bu durumda senin söylediğin şeye sebep olacakmış gibi gözüküyor. Çünkü normalde de zaten yazarken, prodüksiyonel şartlar aklında oluyor. Bunu yapabiliriz, bunu yapamayız filan… Ama bir şekilde üretmeye devam edeceğiz, her ne kadar koşullar böyle olsa da… Önemli olan yazdığım şeye güvenebiliyor olmak, o bir şekilde ikna edebiliyorsa seni o iş oluyor. Bu durum bütün koşullar için geçerli bence.

Şu anki dağıtım sorununu nasıl yorumlarsınız?

O mesele de diğer her şey gibi, bir- iki kişinin iki dudağının arasında kalmış bir şey. Son dört- beş senedir özellikle, bağımsız sinemanın ya da düşük bütçeli filmlerin, eğer para getirmeyecekse dağıtımcı için hiçbir manası yok. Şu anki dağıtım ağı vicdan temizleme amacı taşıyor bence. “Hadi şunu da azıcık gösterelim” amacıyla gösterilen filmler aslında bağımsız sinemacıların işleri…

Sinemanızı “Politik film yapıyorum” diyerek niteleyebilir misiniz?

Aslında her iki filmde politikayla birebir bağlantıya sahip değil… “Çoğunluk” Kürt meselesini az da olsa tartışıyordu ama filmin odak noktası o değildi. Ama yaşanan bu durum –her iki film için de- bir politikayı işaret ediyor tabii ki… Asıl olarak yönetmen olarak durduğun yer filmin politik olup olmamasını belirler. Karakterlerle kurduğun ilişki… O yüzden bence bir filmin politik olup olmaması politik bir meseleden bahsedip bahsetmemesiyle alakalı değil. Sosyal olarak bir şeyleri ortaya çıkarıyorsak, o politik olarak da bir anlam ifade ediyordur herhalde. Gerçekleri ortaya çıkarma çabası da kendi başına politik bir eylemdir bana göre. Kendine karşı ve anlattığın şeye karşı dürüst olmaya çalışmak da… Bunlar gerçekleştiği ölçüde politik bir filmdir ortaya çıkan şey…

'Masum' isimli bir internet dizisinin yönetmenliğini yaptınız. İlk kez kendi yazmadığınız bir senaryoyu filme çektiniz. Bu süreçte deneyimlediğiniz şey ne oldu?

Benim için bir maceraydı. “Kendi senaryom olmazsa çekmem” gibi bir derdim de yoktu aslında. İyi senaryoya ulaşmakla ilgili bir sorun bu. Sadece yönetmenlik yaparak fikir geliştirici bir şeye dönüştü benim için. Kurumsal bir yapımcıyla çalışıyor olma hali, onların da bu işi ilk defa yapıyor olmaları, deneyip arayıp bularak bu sistemle ortaya çıkması filan benim için iyi bir tecrübeydi. Bir antrenman olmuş oldu. Yaparken çok emin değildim ama seyirciyle buluştuktan sonra iyi hissettiğimi söyleyebilirim. En azından benim için üçüncü bir film oldu diyebilirim.

Sinema perdesinin monitöre dönüşme hali meselesi üzerine ne düşünüyorsunuz? Sizce bu durum perdeyi ve dağıtımcıyı ortadan kaldırıp filmlerin daha çok kişiye ulaşmasını olanaklı hale getirebilir mi?

Emin değilim ama bence böyle bir şey olmalı. Bir taraftan onun yollarını da arıyorum. Bunun kesinlikle geliştirilmesi lazım. Filmcilerin para kazanması gerekiyor ki yeni iş yapsınlar. Filmin bir şekilde de seyirciye ulaştırılması lazım çünkü diğer türlü iş manasını kaybediyor. Kendimiz yapıp kendimiz izlemeyeceğimize göre… Amerika’da bu sistem bildiğim kadarıyla biraz yürüyor. Bir film yapıyorsun, kendi internet sitene kokuyorsun ve insanlar da para vererek filmi izliyor. Bari sinemaya gitmiyorsun, böyle bir iletişim ağı oluşturalım gibi bir düşünce de olabilir. Bence bunun üzerine gidilmesi gerekiyor.