Utanç devlet karşısında ehlileştirir mi?

Bizler, devletin bünyesinde toplumsal düzlemde yaşayan varlıklarız. Utanç ise, hepimizi devlet karşısında terbiye eden bir unsurdur.

Google Haberlere Abone ol

Sezai Koyunbakan [email protected]

DUVARThe Walking Dead’te zombilerin istilasıyla sokaklarda ölümün hüküm sürdüğünü ve o andan itibaren devletin söz konusu olamayacağını söylemiştik. Gerçekten de dizide herkes için her yandan ölüm akmaktadır; sorun sadece zombiler de değildir. Zombilerin istilasıyla canını kurtaranlar mümkün mertebe ıssızlara çekilmek zorunda kalmış; insanlar beşerli, onarlı gruplar halinde darmadağın olmuşlardır. Hiç kimse yeterli yaşam koşullarına sahip değil gibi görünmektedir ve başkalarının elindeki her türlü ihtiyaç nesnesi birden bire hayati bir önem kazanmıştır. Bu da ister istemez karşılaşacağınız yabancıları potansiyel düşman kılmıştır ve gerçekten de insanlar çok tehlikelidir.

Hobbes’un doğa durumu için yani herkesin herkesle savaşı için söylediği koşullar akla gelmektedir: “İnsanların, kendi güçlerinden ve yaratıcılıklarıyla sağladıkları şeylerden başka güvenceleri olmadan yaşadıkları bir dönem de aynı şeylere yol açar. Böyle bir ortamda çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsizdir: ve dolaysıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur… ne rahat yapılar, ne fazla güç gerektiren şeyleri kaldırmak ve taşımak için gereken şeyler; ne yeryüzü hakkında bilgi, ne zaman hesabı; ne sanat; ne yazı; ne de toplum vardır. Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insanın hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer.”

. .

Zombi istilası ve devletin ortadan çekilmesiyle en acı gerçek çıkmıştır ortaya: Toplum çoktan buharlaşmıştır. Bunu fark edememişizdir çünkü devlet hep oradaydı. Öyle güçlü bir otoriteydi ki birbirimizle yüz yüze geldiğimizde bir maske gibi devlet etimizdeydi; bedenimizin üzerindeydi. Sözleşme teorisinde siyasal iktidar olarak devleti inşa eden “hakların devri” uzak sonuçlarında bunu ifade ediyordu: Toplumsal düzlemde tüm sorumluluklarınızdan ve birilerinin size dair sorumluluklarından arınması demektir. Tüm ilişkilerin yok sayılması ve onların yerine devlet tarafından ifade edilmiş ilişkilerin tesis edilmesi demektir.

KENDİMİZİ KÜLTÜR ÜRÜNÜ OLARAK DÜŞÜNMEK İRADE DEMEKTİR

Bugün birine dair verebileceğiniz en ağır hüküm “hayatınızdan çıkartmak”tır; daha ileriye gidemiyor olmanızı “medeni” tavrınıza bağlarsınız, oysa hepimiz biliriz ki başkasıyla ilişkimizde biraz ileri gittik mi “devletin alanına” girmiş olacağız. Olsun, toplumun içinde kol gezen adaletsizlikler karşısında sesinizi çıkaramazsanız da sürekli gündüz düşlerinde kendinizi adalet dağıtan bir savaşçı olarak hayal edebilirsiniz ama zombiler gelip de devlet ortadan çekilirse ne olacak?

Devlet -düşünün ki yüz binlerce askeri ve polisi var, toplumsal düzlemdeki tüm bilgiler ona akıyor, her yere mobese koymuş- hepimizin sahip olduğu hakları açık açık yazıp herkese beyan etmesine ve aksi takdirde bana karşı çıkmışsınızdır demesine rağmen istatistikler yeterince ürkünç: Saat başı gerçekleşen tecavüz sayısı; silahlı saldırı sayısı; hırsızlık sayısı vs. Şimdilik istediğimiz kadar suç topografyasını içselleştirmiş olalım ve ayaklarımız oraları arşınlamasın; suç zamanını içselleştirmiş olalım ve ona göre sokağa çıkalım ama ya zombiler gelirse ve devlet ortadan kalkarsa ne olur?

Sorunu başka türlü düşünelim. Zombiler gelmeyecek olsun; çünkü onlar The Walking Dead’te geliyorlar. Bizler ise devletin bünyesinde toplumsal düzlemde yaşıyoruz. Hobbes da yok. Kendinizi ne olarak görüyorsunuz? Kesinlikle tam olarak bir kültür ürünü. Yani siz insansınız; insan olarak görmüyorsanız da bir Türksünüz, bir Kürtsünüz veya bir Ermeni; ya da inançlı birisinizdir, Alevi, Sünni, Yahudi vs. belki de daha çok annesinizdir ya da sevgili veya aşık. Muhtemelen de bunlardan oluşan bir kokteylsinizdir. Ancak şöyle bir gerçek var ki kendimizi kültür ürünü olarak düşünmek demek “irade olmak” demektir.

Peki ama günde kaç defa “belaya bulaşmamak” adına “irade olmak”tan vazgeçmekteyiz? Ve bunu ne adına yapmaktayız? “İrade olmak” ve bir “kültür ürünü” olarak yaşamak konusunda ünlü bir repliği hatırlatalım: “Orada gerçek bir irade gördüm”. Karanlığın Yüreği adlı romandan uyarlanarak çekilmiş Apocalypse Now (1979) adlı filmde Amerikan ordusundan kaçarak yerli bir kabileye sığınan asker Kurtz bir anısını anlatmaktadır: “Yerli kabiledeki çocuklara çocuk felci aşısı yaptık ve oradan ayrıldık; arkamızdan bir ihtiyar yetişti. Geri döndük ve tüm çocukların aşı yapılmış kollarını kesilmiş bulduk” der ve ekler: “orada gerçek bir irade gördüm”. Diğer tezimize geldik: Bir devlet çatısı altında yaşıyorsak zombileşiyoruzdur.

. .

Dostoyevski'nin yeraltı insanını yazmasının nedeni “gurur”du. Yalnızlaşmak, geriye çekilmek, yer altına sığınmak. Toplumsal düzleme; dışarıda işlemekte olan bu toplumsallığın yasalarına boyun eğememekten ve ama karşı koyamamaktan duyulan utanç. Gurur yaparsınız; kendinizi içinden kavradığınız yasalar gereği etrafınızda olup biteni içinize sindiremezsiniz; patronunuzun yapıp ettiklerini, bir postane memurunun tavırlarını, arkadaşınızın size utanmazca ettiği lafları; sizi yöneten belediye başkanının icraatlarını, sırayı bozan “vatandaş”ın tavrını vs. içinize sindiremezsiniz. Karşınızda işleyen tüm o yasalar karşısında içten içe doğru olanı size gösteren yasalarınızı ortaya koyamamışsınızdır ve utanç içindesinizdir.

Çekildiğiniz yer altında patronunuzla, postane memuruyla, arkadaşınızla, belediye başkanınızla yeniden yeniden yüzleşirsiniz. Bu defa lafınızı esirgemezsiniz; gerekirse elinizin tersiyle tokadı patlatırsınız; ama bir irade olursunuz. Ya da başka bir çözüm yolu bulursunuz: kabul edelim veya etmeyelim bize ne olduğumuzu ailemiz; annemiz ve babamız öğretir. Daha çok onların elinden çıktığımız halimizle ne tür bir irade olacağımızı öğreniriz.

Olduğumuz kokteylin ne tür yasalar gerektirdiği ve ne zaman ne tür bir irade olmamız gerektiğini öğreniriz ama sokağa çıktığımız andan itibaren başka bir yasalılığın işlediğini içselleştiririz ve böylece diğer herkesle devletin yasaları dolayıyla ilişki kurarız. Bu durumda zombiler geldiğinde siz de The Walking Dead’te olduğu gibi kültürün içinden kavradığınız kan bağıyla size bağlanmış insanlara koşarsınız; diğer herkesi geride bırakarak. Laf arasında şunu da ekleyelim: “kötülüğün sıradanlığı” diye bir şey yoktur; devlet çatısı altında yaşamı kabullenmek diye bir şey vardır.

UTANÇ DEVLET KARŞISINDA TERBİYE EDER

Devlet utandırır. Ama emin olun ki bizler, haksızlık karşısında hep içine atıp susan, bir süre daha eyvallah diyen ama tam da en gerekli yerde birden bire “Artık yeter be!” deyip ortaya çıkan ve herkese umut olan kişi olmayacağız. Utanç hepimizi devlet karşısında terbiye eder. Her utanç geçmişle aramızdaki köprüleri yıkar; her utanç bellekten bir şeyleri söküp götürür. Bazen ölümsüz dediğiniz bir aşkı götürür, bazen de sizi birilerine kul köle yapar. Ama özünde sizin yasalarınızı, sizin iradenizi siler.

Ortaçağ feodal beylerine atfedilen “ilk gece hakkı”nı en kötü ihtimalle Cesur Yürek filminden duymuşsunuzdur. Kahramanımız Mel Gibson köyü bir gençtir ve bir kadına aşıktır ama bir evlilik düşünememektedirler çünkü bu durumda ilk gece hakkı yürürlüğe girecek ve sevgilisi feodal beye götürülecektir. Bu utancı yaşamaktansa aşklarının gerçek anlamda toplumsallaşmasına bir türlü razı olamazlar. Ancak bu hak tahmin edebileceğinizden çok eskidir ve Gılgamış Destanı'nda da karşımıza çıkar.

. .

Gılgamış'ın zulmünden bıkan halk tanrılara yalvarır yakarır ve Gılgamış'ın gücünde bir rakip isterler. Böylece birbirleriyle uğraşacaklardır ve halk bir süreliğine derin bir soluk alacaktır. Enkidu yaratılır, yabana bırakılır ve bir süre sonra Uruk’ta boy gösterir. İlk yaptığı şey Gılgamış'ın bir gelin üzerindeki ilk gece hakkını kullanmak için düğün evine gittiğinde kapıda dikilip ona engel olmaktır ve kavga başlar. Burada elbet ataerkil bir toplumdan bahsediyoruz ama olup biten bundan çok öteye gitmektedir: her toplumda evlilik bir erkekle kadını birleştiren ama evrenin kuruluşunu taklit eden bir kuruluşa sahiptir.

Toplumun nasıl kurulduğu düşünülüyorsa evlilik de o kuruluşu taklit eder ve her aile bu anlamda otonom yapısına kavuşur çünkü o da bir evrendir. Gılgamış'ın “ilk gece hakkı” ise Gılgamış'ın bu evrenin kuruluşuna, kökenine ortak olmasıdır. O andan itibaren “evlilik” itibariyle belirlenmiş erkeklik ve kadınlık kodları söz konusu Gılgamış olduğunda rafa kalkacak ve söz hakkı Gılgamış’a verilecektir. Utanç, karşı konulması gereken yasanın varlığıdır; ya karşı koyarsınız ya da uzlaşırsınız.

The Walking Dead’in büyük sürprizi burada başlar. Devlet bir kez var olabilmiş ve uzun bir süre varlığını devam ettirebilmiş olduğu için toplumsal bağlar çözülmüş, tüm ilişkiler devlet tarafından katedilip yeniden kodlanmıştır ve geride sadece çekirdek aile dediğimiz bir yapı kalmıştır. Ortadan çekildiği anda da geride insanlar arası hiçbir bağın kalmadığıyla yüzleşiriz. Beşerli, onarlı avcı-toplayıcı diyebileceğimiz gruplarla karşı karşıyayızdır. Ama dizi ilerledikçe çekirdek ailelerin bazılarının dağıldığını, bazılarının dağılmadan, kan bağını aşan bir “topluluk”un ortaya çıktığına şahitlik ederiz. Bu süreci düşünmek için elimizin altında İbn Haldun’u hazır bulundurmamız gerekiyor; çünkü “asabiyet” olgusunu düşünmek üzereyizdir.