The Walking Dead: Zombinin endamı

Ölüm biyolojik olmasının yanı sıra, siyasi kökenlere de sahiptir. Devletlere sahip olmadan önce, bizler yürüyen ölüm olarak nitelendiriliyorduk.

Google Haberlere Abone ol

Sezai Koyunbakan

DUVAR - 'The Walking Dead' bir zombi dizisi ve bir klasiğe dönmüş durumda. Genel olarak 'zombi' fikrinde derinlemesine bir entelektüel kavrayış mevcut değil. Biz gerçeklik tutkunları için zombi yeterince rasyonalize edilmemiş varlıklar. Bir hastalıktan bahsedilir ama bizler hastalıkları asla ölülere pay etmeyiz. Bir ölünün hastalığı olamaz. Yine de zombi fikrinde evrensel bir şeyler bulabiliriz, ama bu evrenselliği biz modernlerin hala paylaşıp paylaşmadığı şüpheli: 'ölünün musallat oluşu'.

Ölüm etrafında icat edilmiş ritüellerin çoğu sanıldığı gibi, geride kalanların kayıpla baş edebilmeleri için seferber edilmemişlerdir de daha çok ölüyü gitmesi gereken yere gitmeye ikna etmek için vardırlar. Gömme veya yakma bile daha çok ölünün yerini işaret ederler; buradakilerin dışı. Demek ki bizim ruh ve beden kavrayışımızdan epey farklı bir kavrayışla karşı karşıyayız; 'Hayalet' filminde ('Ghost'-1990) de ölen adamın gözü 'arkada kalmıştı'.

Sevgilisine musallat olanlarla baş etmek için bu dünyadan gitmesi gereken yere gidememişti ama Descartes’ı takip eden yönetmen ruhun yeniden cisimle temas edebilmesi için başka bir bedeni, ortalıkta dolanan bu ruhun sevgilisiyle teması için kullanmak durumunda kalmıştı. Ama eskilerin (Eskiler kimdir? Devlet ile yeterince haşır neşir olmamış olanlar diyelim mi?) bilincinde ölü ile burada olanlar arasındaki ilişki hiç de bizde olduğu gibi sınırlanmış görünmüyor.

The Walking Dead. The Walking Dead.

DESCARTES BİZE MUSALLAT OLMUŞ BİR ÖLÜ MÜ?

Bu tavırlardaki farklılığı kavramak için 'yaşam' kavramına dair biraz daha metafizik bir yaklaşım geliştirmek gerekecek. Biz yaşamı pay ederken ölülere pay etmeyiz; yani yaşam dediğimiz etkileşimin çemberinde değildir ölüler; eski kavrayış için ise etkileşim sonuna kadar açık. Bunun nedeni olarak söylenebilecekse ancak eskilerin yaşamın kaynağını 'burası' olarak görmediklerinden pay ederken de sadece burada olanlara etmemeleridir.

Demek ki eskilerle bizim aramızda yaşam ve kaynağının kavranışına dair bir fark var. Bizler daha çok biyolojikleştirerek canlılığa bağladığımız bir yaşam kavrayışına sahibiz. Ama diğer taraftan da bir kişinin ölü olduğuna karar vermemiz ancak o kişinin 'beyin ölümü'nün gerçekleşmesine bağlandığına göre ve beyni biyolojik bir unsur olarak genelde düşüncenin veya bilincin taşıyıcısı olarak gördüğümüze göre ortada bilincin kolonisine dönmüş bir yaşam ya da canlılık fikrine de sahibiz denebilir. Eğer öyleyse, canlılık ve yaşam kendileriyle değil de ancak bilinç ile ilişkilerinde, bilinç sayesinde anlam kazanabilirler. Bu akıl yürütmeleri kabul edeceksek Descartes’ın bize musallat olmuş bir ölü olduğunu söyleyebiliriz.

Yine de zombi fantezisi, bir korku fantezisi olarak zombi fikri elbet 'ölünün musallat oluşu' olarak daraltılamaz. Her zaman bir istila olarak düşünüldüğünden soyutlama 'ölüme' dairdir. Ele geçirilemeyen, zaptedilemeyen, ehlileştirilip üzerinde tahakküm kurulamayan olarak 'ölüm'. Kendisiyle konuşulamayan, büyük sessizlik olarak doğa değil de 'ölüm'.

Düğümün büyüğü 17. Yüzyıl düşüncesinde atılmıştır: düşünce, devlet ve kendi kendinin nedeni kavramıyla. Çok sonra antropolojiyi kültüre eğilmiş disiplin olarak düşünürken kültürü de 'insanın yapıp ettiği her şey' olarak tanımlayan 19. Yüzyıl düşüncesi, kültüre dair bu kavrayışla 17. Yüzyılı selamlıyordu. Üç yüzyıldır süren bir projenin, insanın varoluşu ve sahip olunabilecek her şeyi ve dahası kendi yaşamını 'kendileştirmesi' ya da 'insanileştirmesi' ya da 'kültürel kılması' olarak görülebilecek bir projenin iflasıdır da zombi. Yaşam’ı ve yaşamın kaynağı olarak görülecek her şeyin insanın hanesine kaydedilmesinin tarihi olarak 'biz'.

Ulaşılamaz, ele geçirilemezin alanı olarak dışarının ortadan kaldırılması. 17. Yüzyıl bu anlamda büyük adımlar atmıştı. Kendinden önceki Aristotelesçi kozmos kavrayışını yerinden etmişti; eski kavrayış ay altı ve ay ötesi diye ikili bir kozmos anlayışını düşünerek kavrardı evreni. Böylece ay ötesi olan nüfuz edilebilir olmaktan dışarı çıkarılıyordu ama buranın da kaynağı oraya kaydediliyordu. 17. Yüzyıl düşüncesi teleskobun icadının da desteklediği üzere homojen bir evren kavrayışını getirdi; böylece insan duyularının ulaşamayacağı yerler, karanlıkta kalan yerler şimdi buranın bir uzantısı ve eşi olarak düşünülmeye başlandı. Newton ile birlikte 'doğa yasası' kavrayışı düşüncemizde derinlere doğru nüfuz etmeye başladı. 'Doğa yasası' insan için evrenin her yerine yayılıp onu ehlileştiriyordu, bilindik kılıyordu.

DEVLET VE ZOMBİLER

İnsanileştirme, ya da kültürel kılma, devlet ve zombiler iç içe geçen fikirlerdir ve bizi yine 17. Yüzyıla gönderirler. Zombiler gelir ve devlet ortadan kalkar; devletin ortadan kalkması hiç tereddütsüz toplumun da ortadan kalkması olarak düşünülür.

. .

Yeniden söylersek: Ölüm gelir ve devlet sahneden çekilir. Çünkü 17. Yüzyıl bizim bugün siyaset bilimi içinden hem varlığını ilan ettiğimiz hem de kavramaya çalıştığımız –ama aynı zamanda ısrarla ayakta tutmaya çalıştığımız mı demeliydik?- 'siyasi iktidar' olarak 'devlet'i düşünürken arka plandaki amaç hep 'ölümü ötelemek'ti.

Hiç şüpheye kapılmadan, Hobbes’un altında her birimizi 'eşitler' ya da devletle birlikte düşünülebileceğimiz 'vatandaşlar' olarak düşünmeden önce eşitliğimizi “ölüm” karşısında düşünmüştü. Devlete sahip olmadan önce bizler zaten yürüyen ölüm olarak düşünülüyorduk. Devlet ise ölümün ötelenmesi olarak sahneye buyur ediliyordu. Madem devlet gelerek ölümü öteliyordu o halde eğer zombiler ölümün yürüyen hali olarak sokakları istila ediyorlarsa bu sefer zombilerin devleti ötelediklerini düşünebiliriz.

Hobbes’un akıl yürütmesi 'doğa durumu', yani 'herkesin herkes ile savaşı' kelimenin tam anlamıyla kurguydu. Bu kurgu yalnız, kısa, sefil ve vahşice bir ölümü vadediyordu.

Devlet bunu ortadan kaldırmak üzere çağrılmıştı. Nesnel olarak bu koşulların yeryüzünde hiçbir yerde gerçek olmadığını Hobbes’un kendisi de kabul ediyordu; hiçbir yerde insanlar insanların kurduna dönüşmemişlerdi. Ama eğer devlet bu kurguyu önlemek için çağrılıyorduysa devlet olarak işlemesini beklediğimiz 'devlet aklı' içten içe yurttaşlarıyla ilişki kurarken bu paranoyakça kabulleri gözetecekti.

Bu durumda devlet öncesi bir 'doğa durumu' olmayabilir ama kendisini doğa durumunun değillemesi olarak gören devlet sonrasının devlet dolayısıyla 'herkesin herkesle savaşı' olacağını söylemek yersiz olmayacak. Demek ki zombilerin gelmesiyle devlet ötelenmemiştir; devletin gelmesiyle bizler içten içe zombi olarak kodlanmaktayız.