Veli Kahraman: 'İlhama sansür uygulanamaz!'

Yönetmen Veli Kahraman ile ilk filmi hakkında konuştuk. Kahraman, "Her sinemacı bir tür baş yapıt yaratma arzusuyla hareket eder. Halbuki, baş yapıt fikrinden kurtulduğunuzda tüm kaygılarınızdan özgürleşirsiniz. O zaman yaratmak için kendinize izin vermiş olursunuz" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Veli Kahraman ile 2012 yılında yönetmenliğini yaptığı ilk filmi "Ana Dilim Nerede?"yi, sinema ve edebiyat ilişkisini ve bağımsız sinemayı konuştuk. Kahraman, aynı zamanda ödüllü bir sanat yönetmeni… 2009’da "Devrim Arabaları" filmiyle Ankara Film Festivali’nde, 2005’de "Anlat İstanbul" filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde "En İyi Sanat Yönetmeni" ödüllerini aldı. Aynı zamanda MSÜ Sahne Dekorları ve Kostümü Bölümü öğretim görevlisi…

veli1 Veli Kahraman

Çocukken çok film izler miydiniz?

1970’lerin tek kanallı TRT döneminde önümüze ne geliyorsa onu izlerdik. DVD henüz icat olunmamıştı, internet ortalıklarda yoktu. Sinema, ayda yılda bir gidebildiğimiz bir eğlence mekanıydı.

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

Beş altı yaşlarında açık hava sinemasında ailecek izlediğimiz, Fatma Girik’in baş rolde olduğu “Boş Beşik” filmi, karşısında uyuduğum ilk filmdi. Aklımda kalan tek resim, beşikteki bebek ve kartalın havada süzülmesi.

Çocukluğunuzun geçtiği bölgede çok sinema var mıydı?

Yan semtte bir açık hava sineması vardı. Çok uzakta olmasına karşın, evimizin bahçesinden görünen perdede oyuncunun yüzü tanınır olduğunda çok sevinirdik.

Kısa film sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Benim için kısa film, yalın anlatılmış bir fikir, durum ya da hisle karşılaşma olanağıdır. Bazı kısalar zekanın şifalandırıcı yanını harekete geçirir. Bazıları sadece şaşırma olanağı yaratır. Kısa film her durumda hayatın yenilenmesi için esin verir.

“Ana Dilim Nerede?” filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu? anadilimnerede

Film yapma sürecinde asıl olan, hikayenin gerçekliğini ve kendi gerçekliğinizi kabul etmeniz. Diğer sorular yavaş yavaş uzaklaşır. Her sinemacı bir tür baş yapıt yaratma arzusuyla hareket eder. Halbuki, baş yapıt fikrinden kurtulduğunuzda tüm kaygılarınızdan özgürleşirsiniz. O zaman yaratmak için kendinize izin vermiş olursunuz.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Kürt Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Türkiye Sineması derken, genel olarak Türkiye coğrafyasına özgü olanı kastediyoruz. Her kültürün kendisine has dili, inancı, kıyafetleri, yeme biçimleri vs. farklı olabileceği gibi, bu kültürlerin edebiyat, sanat, sinema vb. kavrayışları da farklı olabilir. Sinema alanında üst başlık oluştururken, kültürel unsurlar belirleyici nitelik taşısa da bence esas olan hikaye anlatımıdır. Bir Çerkez ile bir Japon’un ya da bir Kürt ile bir Danimarkalı’nın hikaye etme biçimleri genellikle farklıdır. Hikaye ederken kullandığınız dil ve kültürel semboller de bir ayrım oluşturabilir. Fakat ortak dilin konuşulduğu alanlar, ortak hikaye anlatımını ya da ortak üst başlığı zorunlu kılmaz. Öte yandan, siyasi, politik tercihlerle başlıklar oluşturmak da mümkündür. Fakat bu sadece siyasi, politik bakış açınızı belirler. Gerçekte, yaptığınız sinemanın ne olduğunu belirlemez. Benim bu konuda kendim için yaptığım bir kategorizasyon yok.

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Yaptığım tek uzun metraj film “Ana Dilim Nerede”filmiydi. Konu “anadil” olunca ve maalesef “anadil” kavramı yurdumuzda, varoluşa ait bir olgu olarak değil de, politik bir kavram gibi algılandığından, bu ve benzeri konuda yapılan filmler, politik düşünme alışkanlığının reflekslerine çarpıyor. Kültürel haklar, insan olma ve hakları vs. konularda bir film yapmak isterseniz, baskın olan politik zihne karşı bir argüman geliştirdiğiniz düşüncesiyle politik film yapmış sayılıyorsunuz ki, bu durum her zaman doğru değil. İnsan, ürettiği politikalardan daha karmaşık ve daha üstün bir varlıktır.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Hiç bir yönetmen ya da yapımcının dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapmak isteyeceğini düşünmüyorum. Dağıtım ağıyla yeterince buluşamamak söz konusu olabilir. Bu durum bazen yaptığımız filmlerin etki üretme gücünün azlığından kaynaklanıyor, çoğu zaman da dağıtımcıların siyasi, politik, ekonomik koşullanmaları baskın çıkıyor. Hal böyle olunca, sonraki filminizin finansmanı, olmasını arzu ettiğimiz sektörel döngü içinde yer alamıyor. Bu durumda da çıplak bir gerçekle karşılaşıyoruz: paranız ya da ısrarınız varsa sonraki filminizi çekersiniz.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

“Ana Dilim Nerede” filminin senaryolaştırılmasında kullandığım yöntem, konu hakkında veri toplamak, gerçek hikayeleri dinlemek ve olayların gerçekliğini bozmadan onları hikaye etmekti. Fakat bu yöntem o film için geçerliydi. Bütünüyle kurmaca başka bir filmin senaryosunu oluştururken, farklı yöntemlere gereksinim duyarız. Bunlar içinde benim dönüp dolaşıp kurcaladığım şey, masalların yapısına tekrar bakmaktır. Öykü yazımında psişik işleyen bir unsur da söz konusudur. Hikayenizi yazmaya değer buluyorsanız, anlatmayı da hak ediyorsunuz demektir. Senaryo yazımı, anlatma aşamalarından birisidir.

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Biraz amiyane olacak ama şöyle söyleyeyim: Gişe ya da festival filmi kategorileriyle düşünmek, sinema endüstrisinin yanı sıra, sinemacıların da kendilerine attığı bir kazıktır. Bazen adı duyulmamış bir şairin, sahaflarda unutulmuş bir kitabındaki bir kaç dize hayatımızı dalgalandırır. Bazen de küçümsediğimiz bir “bestseller” kitaptan yeni şeyler öğreniriz. Bize dayatılan iki seçenekten birisi ile özdeşleşme, o örnek gibi üretme zorunluluğumuz da yok. Her şeye rağmen anlatmak istediğiniz konuya ilişkin bir film çekmek mümkündür.

Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Sorduğunuz soru nedense bana başka bir soruyu hatırlattı: “Sanat toplum için midir? Sanat sanat için midir?” Kelime oyunu gibi görünse de şöyle cevap vermek isterim: Sanat için-içindir. Sinemanın bir diğer adı da bildiğimiz gibi yedinci sanattır ve sadece fonksiyona indirgenemez ancak varlığıyla zaten işlevseldir.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Bağımsız sinema, adı üstünde bir kavram olduğundan, genç sinemacılar bağımsız olduklarını kendilerine söyleyerek işe başlamalıdır. Sonra gerisi gelir. Hedeflerine ulaşırlar ya da ulaşamazlar. Ama hepsinden önemlisi o yola çıktıkları için yol alırlar, büyürler, insani olanı anlarlar, daha neler neler…

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Sokurov, hayatın çok yönlü kavranması konusunda sisleri aralar, Terry Gilliam bu işe neşe katar. Reha Erdem bence Türkiye Sineması’nın en özgün ismi, lakin Nuri Bilge Ceylan’ın melankolisi de az öğretici değildir. Yılmaz Güney ve Satyajit Ray insanlığın sorunlarına koordinat da verir. Jim Jarmusch evrensel aklımızı toparlar. Godard ve Kiarostami görme biçimimizde yeni pencereler açar. Ken Loach çözüm önerir. Daha niceleri var. Fakat Herzog benim için ayrı bir yerde duruyor. “Unutulmuş Düşler Mağarası” filmini çekerken o mağarada olmak isterdim.

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Her sinemacının edebiyatla olan ilişkisinin farklı olduğunu söyleyerek devam edeyim. Bugün insanlığın ortak benliğinde halen ortak kabul gören en önemli kayıt aracı kamera değil, yazıdır. Yazı, düşünceyi yansılayarak kaydeden bir formdur. Sinema da bir kayıt etme eylemidir. Fakat “düşünce”, “dil” ve “yazı”dan sonra. Yönetmen ya da senarist olmak isteyenler, bence baş yapıtlardan kurtulmanın özgürleştirici yolunu bulduğunda, dönüp baş yapıtlara tekrar bakmalı. Öbür türlü, insan sinemayı kendini göstermenin bir aracına dönüştürür. Halbuki, hikaye anlatıcıları önce göstermenin peşindedir. Görünmenin değil. İyi edebiyat örnekleri bize kendimizde zaten var olan görme edimini hatırlatır ve öğretir. Bir roman okurken yaptığımız iş önce görmedir. Orhan Kemal, Sait Faik, Elias Canetti, Ursula K. Le Guin, Douglas Adams, Kafka, Oğuz Atay ve niceleri hem görür hem gösterirler.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Görünürde dünya standartlarına yakın bir eğitim olduğundan söz edilebilir. Ancak Türkiye’deki eğitim bana öyle geliyor ki, biraz “kıtlık bilinci” üzerine kurulu. Öğrenciler mezun olduklarında, genç enerjilerini hayata katacakları yerde kıtlık bilincine uyum sağlamaya çalışıyor. Bence önemli olan; öğrenciye aslında onun yaratıcı ve biricik olduğunun hatırlatılmasıdır, içindeki yaratıcının ortaya çıkması için ona destekleyici ortam ve yollar sunmaktır.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime denir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Bu mevzu temel olarak şöyledir: İş bölümü içinde yaratıcı olan yönetmendir. Yapımcı bu yaratıcılığın ortaya çıkması için koşuları sağlayan, sonucu tanıtan, ulaştıran, paylaştıran, filmin hayatını sürekli kılan ve varlığını koruyandır. Yaratıcı yapımcılar da vardır, ama asıl iş yönetmende biter.

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

Kendilerini belirli belirsiz bir ahlak anlayışının temsilcisi gibi gösterip, temel hakları kısıtlayan kurumlara sansür kurumları diyoruz. Fakat sansürün engelleyemediği bir şey var: İlham almak ve ilham vermek. Bazen Cafer Panahi’nin yaptığı gibi sansüre nanik yapmak hepimize iyi gelir.

.