Murat Düzgünoğlu: Bağımsız sinemayla uğraşan insanlar bedel ödemek zorunda

Yönetmen Murat Düzgünoğlu ilk film tecrübesini anlattı. Düzgünoğlu " Bağımsız sinemayla uğraşan insanlar bedel öder" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Yönetmen Murat Düzgünoğlu ile bağımsız sinema, dizi sektörü ve bedel ödeme meselesi üzerine konuştuk. Yönetmenliğini yaptığı ‘’Hayatın Tuzu’’ ve ‘’Neden Tarkovski Olamıyorum?’’ filmlerinden de bahseden Düzgünoğlu, konu ‘sinemanın niyeti’ meselesine gelince Marks’tan alıntıyla ‘’Bir sanat eserinde niyet, koltuğun yayları gibi olmalıdır. Yayları görmeyiz ama yapıyı o tutar.’’ diyerek cevap verdi.

Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. Yaşamları boyunca ilk yaptıkları filmle anılacaklarını düşündüklerinden diye sanıyorum. ‘Hayatın Tuzu’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu? Aynı kaygılar ‘Neden Tarkovski Olamıyorum?’ ya da yönetmenliğini yaptığınız diğer filmlerde de öne çıktı mı?

‘’Hayatın Tuzu’’ filminin senaryosu Ender Özkahraman’a ait. Çekmeden üç yıl önce okumuştum senaryoyu. Çok beğenmiştim. İlk film, gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğinden çok kolay emin olamayacağın bir süreç. Gerçekleştirmenin kendisi, neredeyse filmin niteliği kadar önemli hale geliyor. ‘’Gerçekleşecek mi?’’ sorusu hep akılda kalıyor ve çekim bitene kadar zorluyor seni. İlk filmde hazırlık süreci çok zor geçti ve hep tek başıma ilgilenmek zorundaydım. Sürekli olarak uykularımı kaçırıyordu. Bitlis’te geçecekti film. Çok zordu. Her film zor ama ilk filmini çekecek yönetmen için her şey zor. İnsanları ikna etmek, bir araya getirmek, toplamak, bir firenin olmayacağını düşünmek zor hakikaten. Senaryoya dair de itirazlarım vardı ve bu itirazları da Ender’le paylaştım. Ender de o ihtiyaçları gidermeye çalıştı ama ne yazık ki istediğimiz gibi olmadı.

‘’Neden Tarkovski Olamıyorum?’’ filminin senaryosu ise bana ait. İlk filmin tecrübesiyle yaptık bu filmi. İlk filmi yapıp yapamayacağına dair soru işaretleri bir kenarda kalıyor. Filmin niteliğine dair soru işaretleri daha da ön plana çıkıyor. Ben meselesi olan, derdi olan filmler yapma peşindeyim. Bu yaparken de tutarlı bir sinema dili ile anlatmak istiyorum. ‘’Neden Tarkovski Olamıyorum?’’ için şunu söyleyebilirim: Kişisel bir sinema yapmaya niyetim vardı. Filmin ülkedeki aydınlara dair, ülkedeki sanat üretimine dair, bu ülkede var olmaya dair birçok sözü var. Hatta bu sözleri fazla da söylüyor belki de. Filmime bugünden baksam, başka bir şey yaparım herhalde.

film1

Tarkovsky’nin ‘’Stalker’’ına gönderme yapmanız da ‘’aydın olma’’ meselesiyle alakalı sanırım?

‘’Aydın’’ meselesine derinden bir bağlantısı yok aslında filmin. Yani filmi bu yüzden yapmadım. ‘’Stalker’’la ilgili şöyle bir şey var: Üç kişi bir yere gidiyor, aralarından birini seçmeleri gerekiyor ve kısa çöpü sanatçı çekiyor. En girilmez yere de o giriyordu. O anlamda filmimle bağlantısı tabi ki var. ‘’Stalker’’ dışında da filmimde çok şey var ama fark edilmedi.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Ben yaptığıma ‘’kişisel bir sinema’’ diyorum. ‘’Türkiye Sineması’’ deme eğilimim her zaman yüksek. Konuşurken de aşağı yukarı bunun üzerinden konuşuyorum genelde ama sonuçta bu coğrafyaya, Türkiye’ye özgü hikâyeler anlatıyoruz. Ama sinemasal dil olarak bu ülkeye ait bir sinemasal dil olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir film olduğunu da düşünmüyorum ama konumuz, mevzumuz burası, bu coğrafya oluyor. Etnik kimlikler de bunun içine giriyor, dini kimlikler de bunun içine giriyor ve ben de bunun içinde yer alıyorum. Tek bir kimliğim yok çünkü birçok kimliğim var, beni tanımlayan.

Politik sinema yaptığınızı düşünüyor musunuz?

Çok klasik, şablon bir cümle ama bütün filmler politiktir. Sonuçta birilerinin eğilimlerini tartışıyoruz, birilerinin duruşunu tartışıyoruz, konumunu tartışıyoruz, her şeyin ideolojik olduğunu, her seçimin, her tercihin ideolojik olduğunu düşünüyoruz! Kadın- erkek ilişkisi de politik, aile ilişkisi de politik… Ne anlatılırsa anlatılsın o da politik…

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Ben kendi birikimim ve dostlarım sayesinde film yapıyorum. Ülkenin koşulları da düşünüldüğünde bundan sonra da öyle olacak gibi gözüküyor. Kamera arkası genelde hep benim dostlarım ve arkadaşlarımdan oluşuyor. Sanat yönetmeninden tutun da görüntü yönetmenine, şuna buna kadar… Cast yönetmenim de dâhil. Onların desteğiyle film yapabiliyorum. Eğer film para kazanabilirse onlara da paylaştırıyorum.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Bir fikirden yola çıkıyorum aslında. O fikir de genelde öfkeden doğuyor. Yeni çekeceğim film de o öfkeden çıktı mesela. ‘’Neden Tarkovski Olamıyorum?’’ da öfkeden doğmuştu aslında. Genelde sinir olduğum, beni rahatsız eden bir öfkeyle hareket ediyorum. İnsanın duyguları da değişiyor ama çalışmaya devam ediyorsun sonuçta, 15 gün sonra bir sene olacak mesela, hala senaryo üzerine çalışıyoruz. Başladığı noktayla geldiği nokta arasında çok büyük bir fark var. Çekime girince de o senaryo yazımı devam edecek aslında.

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizi kategorize eder misiniz?

Hayır, çünkü ben yaptığım filmleri ‘’kişisel sinema’’ olarak tarif ediyorum. O yüzden yazarken de çekerken de çok da umursamıyorum. Seyredilecek mi, seyredilmeyecek mi, seyirci bulacak mı, bulmayacak mı, bunlarla açıkçası pek de ilgilenmiyorum. İstiyorum tabi ki çok kişi seyretsin ama çok da umudum yok.

Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı? Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır?

Bu ülkede yaşarken, bu ülkenin politik erozyonlarına maruz kalırken şöyle bir pozisyonda buluyor filmlerini yazıp çeken insan kendisini: Bu ülkenin bugününe, gündemine dair, siyasal dünyasına dair ben bir cümle sarf etmeli miyim açık açık? Kitleyle bir bağ kurmalı mıyım? Böyle bir ihtiyaç da dönem dönem oluşuyor ama bunun çok derinde bir şey olduğuna inanmıyorum. Çok kalıcı bir şey olduğuna da inanmıyorum. İnsan denilen varlığın, o hikâyedeki bütün yanlarıyla ele alınması gerektiğini ama bunun sosyal ve politik bir zeminin üstünde yürümesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu anlamda direkt politik filmler yapmanın da manasız bir şey olduğunu düşünüyorum.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Ben lise 1’deyken 1985 ya da 1986 yılıydı sanırım, İstanbul Film Festivali’nde bir film seyretmiştim ve yönetmen olmaya karar vermiştim. Erden Kıral’ın ‘’Ayna’’ filmiydi. Ve o senelerde, 90’larda filan senede 5-6 tane film yapılıyordu. Dizi de yapılmıyordu, reklam da doğru düzgün çekilmiyordu. Bana hep ‘’aç kalırsın!’’ diyorlardı ve doğru da söylüyorlardı. Ama o günden bugüne süreç değişti. Şu an bu meslek çok revaçta ve herkesin yapmak istediği bir şey. İnsanlar bu işte yüksek rakamların döndüğünü, alkışlanacağını düşünüyor. Daha önemlisi insanlar bu işi, başarı arzusunu tatmin edeceği bir alan olarak görüyor. O yüzden insanlar sanki bu işin bedeli yokmuş gibi hareket ediyor. Ödüllendirilme eyleminin kendisinin peşine düşüyorlar bu sebeple. Ve yanılıyorlar. Kişisel sinemayla, bağımsız sinemayla uğraşan insanlar bedel ödemek zorunda.

nedentarkovsksolamiyorum .

Ne tür bedeller bunlar?

Bir kere seyircisinin olmadığını bilmek zorunda… Ben de film çekerken bedel ödüyorum. Bu filmi var etmeden önce istemediğim işlerde çalışıyorum, para kazanmaya çalışıyorum. İstemediğim işlerin içerisine giriyorum. Öyle gerçekleştirebiliyorum filmlerimi. Bunun sadece ödül değil, bedel olduğunu bilmek lazım. Şu an ben genç arkadaşlarla konuşurken şunu fark ediyorum: Sadece ödüllendirileceklerine dair bir varsayımla hareket ediyorlar. Bence bu büyük bir hata! Ağır bedelleri oluyor ve olacak! Başarısızlık olacak, takdir edilmeyecek, dışlanacak, gerçek anlamda bir bedelse gerçekten sözünü söylemek için bedel ödemek zorunda kalacak! Ben genç kuşaktan arkadaşlarla konuşunca bunun farkında olan bir kitleyle karşılaşmıyorum.

Çok umutsuz konuştunuz hocam…

Ya ortada bir pasta var da ‘’o pastadan ben de yiyeyim’’ diye düşünülüyor. Bence pasta masta yok. Bayağı acı bir şey var ve onu yiyip yememe derdi var. Şimdi birileri derki ‘’abi ben de dizi çeksem de o acı şeyden yesem’’ ama oraya gelene kadar sürecin ne olacağına dair bir fikirleri yok. Hem maddi beklenti yüksek hem manevi beklenti… Oysa tıpkı ‘’Stalker’’ da olduğu gibi aslında kısa çöpü çekiyor bu işle uğraşanlar. Devletle aranız bozulabilir, hapishaneye, cezaevine düşebilirsiniz ama genç kitlede bedel ödemeye razı bir kafa yapısı görmüyorum.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Çok feci buluyorum. Korkunç yani… Hiçbir eğitim yok bence. Bir sosyalleşme ortamı var sadece. İnsanlar birbirleriyle tanışıyor, ilerde yol arkadaşlığı filan yapıyorlar ama o kadar. Film seyretmek için de film çekmek için de sinema okullarına ihtiyaç yok.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Ben yapımcıyla dizi sektöründe çalışıyorum. Sinemada yapımcıyla hiç çalışmadım. Herhalde de çalışmam gibi geliyor bana.

Neden?

Çünkü ortaya para koyabilecek, risk alabilecek bir yapımcı kitlesi yok çünkü. Bugün bağımsız sinemadaki yapımcı algısı, fon bulan, para bulan, getiren kişi. Filmlere yapımcılık yapan değerli arkadaşlar var. Yönetmeni mali ve teknik meselelerden uzakta tutan, yönetmenin filmin estetik yönüyle uğraşmasını sağlayan değerli yapımcı arkadaşlar var ama o kadar.

Dizi ve sinema filmi estetiği arasında benzeşen ve benzeşmeyen öğeler nelerdir?

İkisi de kamerayla çekiliyor, ikisi de bir metne sadık kalıyor, ikisinde de oyuncular var, ikisinde de mekânlar var ve o mekânların içinde devinen oyuncular var. Gerçek bir sinema filmiyle bir televizyon dizisi arasındaki en büyük yakınlık bu… Onun dışında hiçbir benzerlik yok. Senaryosu da alakasız, oynatma biçimi de alakasız… Müzik kullanımı, montajı, kamera kullanımı… Bunların hiçbir alakası yok. Dizi denilen şey, fabrikasyon bir mal üretimi… Mühendislik üretimi…

Ortada ciddiye alınabilecek bir yaratıcılık yok yani. Bunun böyle olmadığını düşünen, yaşayan insanlar var ama ben onlardan değilim. Televizyon gibi ortalamaya seslenen bir mecrada yaratıcı bir şey de olamaz zaten. Üretmeye kalkarsanız da sizi orada tutmazlar. Kâğıt üstünde derler onu mesela ‘’sizin özgün bakışınızı çok önemsiyoruz’’ diye ama onu yapmak isterseniz kovulursunuz.

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

İran Sineması’nın sansüre karşı bir başarı kaydettiğini sanmıyorum. Gösterim izni bile alamıyor ki öyle filmler, nasıl başa çıkacaklar? Sansürün onayından geçmeden herhangi bir filmin gösterilmesi imkânsız…

Bu durumun şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum: Dertlerini anlatırken yeni yeni göstergeler kullanıyorlar. Kiarüstami’nin ya da Farhadi’nin filmlerinde özgün bir anlatım olduğunu düşünüyorum ve bu özgün anlatım da uluslararası mecrada bir şekilde karşılık buluyor. Başarı anlamında…

Eninde sonunda bir merciye onaylanması için bir şey sunuyorsun. Diyorsun ki ‘’ben bunu yaptım, onaylıyor musun?’’. Bitmiştir orada mevzu. O da diyor ki ‘’verdim izni gitti, beni rahatsız eden bir şey yok’’. Sansür zaten bu demek… Yaparken de onun kafasına göre düşünmek demek… Fakat bu bizi rahatsız eden pozisyonda yaratıcı bir şey de var aynı zamanda. Meselelerin açık açık, bağıra bağıra gösterilmesindense daha üstü kapalı bir anlatım dili sağlıyor. Bu da filmin niteliğini arttırıyor. Marx’ın sanat eserleri için söylediği söze benzer biraz da bu: ‘’Bir sanat eserinde niyet, koltuğun yayları gibi olmalıdır. Yayları görmeyiz ama yapıyı o tutar.’’