Yönetmenler ilk filmlerini anlatıyor

Yönetmen boğulmaya, bir deyişle enseyi karartmaya müsaittir, yapımcı daha sarih olmalı. Zihninizdeki o “büyük, çok önemli film” i yapmanız için imkanlar yaratan kişi zannediliyor sadece, her koşulda bu değil elbette, bazen o filmi yapmamanızın daha iyi olabileceğine dair sizi inandırabilir d

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yönetmen Emine Emel Balcı ile sinema sektöründe sansürden, kadın emekçilere kadar uzanan birçok konu hakkında konuştuk.  

Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. Yaşamları boyunca ilk yaptıkları filmle anılacaklarını düşündüklerinden diye sanıyorum. ‘Nefesim Kesilene Kadar’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

basliksiz .

Kendi imkanlarımla filmler yapıyordum ama uzun film yapma idealiyle yola devam etmiyordum, tür ya da süre ayrımı gözetmeden film üretimi içinde olmak bana yetiyordu, hala da aynı fikirdeyim, buraya sıkışıp kalmak tehlikeli geliyor. Her film bir diğerini doğurdu sanırım bende; birbirlerine imkan sağladılar, alan açtılar. İşitsel öğelerin ağır bastığı belki biraz da deneysel sularda gezen bir dokümanter yapacaktım ama çemberin içine girdikçe bu karmaşada bir odak bulamadığımı hissettim. Gerçeğin yakasını bırakmayan ama tasarım hissinin de sindiği, kontrollü, sabırla açılan bir hikaye anlatmaya giriştim. Yaşamımdan da damıttığım meseleleri; yetişkinlik, kadınlık, çocukluk arasına sıkışmış birinin etrafında ördüğüm hikayeyle birleştirdim. Bir de içi boşaltılmış kadın temsilleriyle çokça dertliydim; bir anti kahraman yazmak, kader çemberine hapsolmuşluk klişesini değiştirebilmek meselesi kafamda dönüp duruyordu, bir kenarda sessizce büyüyen öfkenin sonuçlarına bakmak istedim. İlk film meselesini çok da idealize etmek istemem; bir kalabalığa girip selam vermeye benziyor ya da bir çeşit prolog sayılabilir ama sinemacının kimliğini tanımlamaya imkan vermez tek başına; devamlılık belirliyor bunu, o yüzden sonucu iyi ya da kötü bile olsa ilk filmi yegane eşik saymak doğru değil.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Bunları sektörel ihtiyaçlar belirliyor sanırım bir çeşit kolaylık filmleri böylece okumak, tanımlamak. Kişisel üretimimde buna ihtiyaç duymuyorum.

KİMİ ANLATACAĞINIZA KARAR VERMEK POLİTİK BİR KARAR

‘Nefesim Kesilene Kadar’ filmi, kentin varoşlarına dair sağlam göstergeler sunan, işçi sınıfına dair meselelere de sınıfsal tespitlerde bulunan bir filmdi. Bu göstergelerin filminize politik bir hava kattığını söyleyebilir miyiz?

“Nefesim Kesilene Kadar” ın toplumsal cinsiyet kodları üzerine söyledikleri daha baskın bana göre. Kimi anlatacağınıza karar verişinizle politik bir karar da almış oluyorsunuz. Gündelik yaşamın, sistemin bununla yaşamayı öğren dayatmasını reddetmekle, buna karşı bir çeşit öz savunma yoluyla başa çıkmakla ilgiliydi derdim. Bir de zaten politik bir tavırdan azad edilmiş bir karakter yazma, film yapma biçimi var mı bilmiyorum; yaşamın içinde bir saf belirliyorsunuz, öfkeleniyor, eleştiriyor, karşı geliyor, direniyorsunuz ya da uyum sağlıyor, ehlileşiyorsunuz; bu tavır alma hali önemlidir, filme de sirayet eder.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Burada filmle uğraşmanın, bir filmin sürecini başlatmanın dinamiklerinin sadece kişisel tercihlere dayanmadığını görüyorsun zamanla; siyasal iklime, yaşamın gündelik dertlerine, gelecek kaygılarına da bağlanıyor. Bağımsız sinema tanımı da sorunlu hale geliyor giderek. Bunlar filme finans sağlayacak yerli-yabancı kişi ya da kurumun da umurunda olmalı ki belirsizlik her şeyi dibe çekiyor.

Başka yollar da var elbet, kendi sınırlarını çizip daha müstakil bir sinema yapma yoluna gitmek. Ama bunu da doğru inşa etmezsen yani estetik kaygıların finansal imkanlarından taşarsa da başka türlü marazlar doğuyor.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Bu çok sezgisel bir süreç; başlangıcı, itkisi çok da tanımlanabilir gibi gelmiyor. Fikir, duygu ya da bir kalıntı, herhangi bir iz... Çokça buradayım diyorsa, orada bir maraz var. Bende daha çok imajlarla başlıyor süreç. İkna olup masaya oturmam biraz çileli oluyor; sağlam bir yönetmen görüşüm olduğuna inancım eksikse peşinden gitmiyorum. Fikirlerden, yarım kalmış hikayelerden notlardan, imajlardan bir çeşit çöplük, artık çıkıyor böylece. Dönüp dolaşıp bunlara başvurduğum da oluyor, geride bıraktığım da... Uçucu, hafif, biçimin gerisinde kalmış bile olsa bir hikaye örgüsü aramaya çalışıyorum.

FİLMLERİMİ HERKESİN İZLEMESİNİ İSTERİM

anil-film .

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizi kategorize eder misiniz?

Yine sektörel ihtiyaçlar belirliyor bunları, yazarken ya da çekerken böyle bir ayrıma inanmıyorum, filmlerimi herkesin izlemesini isterim; tersi bir çaba film üretiminin tabiatıyla örtüşmüyor.

Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı? Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır?

Bir hat çiziyoruz ama onun ötesinde tartışma doğuyor mu büyüyor mu, etkisi nedir? Olup bitenlere bakınca sözün de filmlerin de etkisi hafif kalıyor. Bir çeşit umutsuzluk hakim bu işlevsellik meselesinde; yine de çabayı kaybetmemek gerek sanırım. Sinemacılıkla ilgili bir duyarlılıktan evvel yaşamsal kaygılar, tercihler var; onların yolu eğer istersen vicdandan da ahlaktan da geçiyor, filmine de siniyor. Kendi adıma şunu söyleyeyim; acizleştiren güçsüzleştiren dili olumlamaktan kaçıyorum; mağduriyeti, umutsuzluğu beslemek istemiyorum.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Zaman içinde elime geçen tek anlamlı bilgi film üretimini kesintiye uğratmamak gerektiği oldu sanırım. Bir film pek çok yöntemle üretilebilir çünkü; üretim sekteye uğrayacaksa bile kişisel bir tercihten kaynaklanmalı bu. Bir de tek başına ama kelimenin ilk anlamıyla tek başına film yapmaya çalışmak, düşe kalka el yordamıyla ilerlemek başlarda çok öğretici oluyor.

SESSİZCE KENDİNİ İŞLEYEN FİLMLERİ SEVİYORUM

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Geriye rahatsız edici bir iz bırakabilen, bir çeşit öfkeden doğduğu belli olsa da ince ince, sessizce kendini işleyen filmleri seviyorum. Neyi mi çekmek isterdim, daha çok finalleri tercih ederim sanırım ; Herzog’un “Land of Silence and Darkness” ını ara ara izlerim, gözleri görmeyen adamın bir ağaca sarıldığı final sahnesi var, bazen filmlerden taşıyor finaller, “Blow Up”ın , “Au hasard Baltahazar”ın finalleri...

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Güçlüdür muhakkak; ama kamerayı bir kalem gibi kullanmak meselesiyle birlikte edebiyatın tükendiği görüşünden, görsel birer başyapıt da olsalar yine de en çok edebiyatın imgelem gücünden beslenen uyarlamaların varlığına kadar çelişkili de bir bağ olmuş sanırım. Benim ilişkim iki disiplini birleştirmek üzerine olmadı henüz, okumanın bir uzantısı olarak yazmakla başladım; sonra edebiyattan tümüyle kopup daha teknik bir metne, senaryoya evrildi yazdıklarım. Kimleri okumalı en çok bilemiyorum; Tanpınar’dan Leyla Erbil’e sayacak çok isim var, İkinci Yeni de dahil.

HİÇ KİMSE SİZE FİLM YAPMAYI ÖĞRETMİYOR

anilfififif .

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Burada sinema okullarına bilinçli bir tercihle giren azdır; belki bir çeşit heves ya da merakla... Ama neyle karşılaşacağına dair içeriden bir bilgi ya da sezgiyle donanmış değilsin. Okula girenler için genelde orada çözülüyor iş; ya niyetleniyor ya vazgeçiyorsun. İyi tarafı sizi benzer kaygıları güttüğünüz insanlarla daha kısa yoldan bir araya getirmesinde. Kötü tarafı sizi bir çeşit muhafazakarlığın içine de hapsedebilir olmasında. Sinema okurken okulun arşivinden, video odasından çok faydalandığımı hatırlıyorum, bir çeşit hafıza oluşturmuştur bende . Bu ülkede film yapmış auteur yönetmenlerin az da olsa derslerine girme şansım oldu okulda, saatlerce dinleyip yazabilirsiniz bir yönetmenin anlattıklarını; ama hiç kimse size bir filmin nasıl yapıldığını öğretmiyor, el yordamıyla bulmanız gerek.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Mutlak bir güven ilişkisi inşa edilmeli sanırım, tersine mahal verilecek bir alan değil. Öngörülü olabilen, inisiyatif alabilen, riske giren kişidir yapımcı bana kalırsa. Sizin yönetmen olarak harcadığınız iyi ya da kötü ama neticede ağır mesaiyle eşdeğer bir sıkıntıya en azından ortak olabilmeli. Sadece finansal değil teknik meselelere de haiz, senaryoyu açık sözlülükle kurcalayan, bir çeşit koruma güdüsüyle de hareket eden...Yönetmen boğulmaya, bir deyişle enseyi karartmaya müsaittir, yapımcı daha sarih olmalı. Zihninizdeki o “büyük, çok önemli film” i yapmanız için imkanlar yaratan kişi zannediliyor sadece, her koşulda bu değil elbette, bazen o filmi yapmamanızın daha iyi olabileceğine dair sizi inandırabilir de.

Sinema sektöründe uzun yıllar asistanlık yaptınız. Medya sektörünün kadına bakış açısı belliyken, kadınların, sinema ve dizi sektöründeki varoluşu konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu süreçte ‘kadın’ kimliğinizden dolayı ayrımcılığa maruz kaldığınız oldu mu?

Aslında uzun seneler asistanlık yapmadım, Memduh Ün’ün 2005te çektiği son filminde asistanlık yaptıktan sonra birkaç haftalık kısa bir iki set tecrübem oldu. Bundan birkaç sene öncesine kadar çalışma saatleri daha düzensiz işler daha kaotikti, dayanamadığımı hissettiğim noktada da bıraktım, oradaki amaç da kendi filmlerimi çekmek için bir finans kaynağı yaratabilmekti özünde.

Kadınların setteki görev alanlarının kısıtlı olduğu düşüncesiyle de, inisiyatif alıyor oluşunuzun yarattığı rahatsızlık haliyle de karşılaştım. Bazen istem dışı yapılan bazen de bilinçli ayrımcılıklardı bunlar. Açıktan olmasa bile bir çeşit psikolojik mücadeleyle geçiyor bu süreçler, her zaman dile dökülmüyor ama ben de ensemde hissetmişimdir o dönem. Kendi setim çoğunlukla daha evvel tanıştığım, çalıştığım insanlardan oluşuyordu, filme duyulan inancın daha önde olduğunu düşünüyorum, rahatsız olduğum net bir an hatırlamıyorum bugün ama olsaydı da beni yolumdan alıkoymazdı.

SANSÜRE KARŞI SOMUT BİR KAZANIMIMIZ YOK

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

Somut bir kazanımımız yok henüz, dayanışmayla çözülebileceğini ümit ettiğimiz pek çok şey ortada kalmış görünüyor; bir avuç insan var sanırım bu tür süreçlerin unutturulmaması, üzerinin örtülmemesi gerektiğini düşünen. Sansürün kabul edilmezliğini anlatmaya devam etmek gerek seyirciyi de içine alıyor çünkü ama hep birlikte nasıl bir tavır geliştirilebilir bilmiyorum belki de yeni bir sansür sürecinde konuşuyor olacağız bunu.

Etiketler sinema ilk film