Ezel Akay: Parasız film yapmanın iki yolu var

Ezel Akay, sinema serüvenini Duvar'a anlattı. 4K’lık bir cep telefonuyla film çekilebileceğini söyleyen Akay, “Hiç kimse ‘Hay Allah 4K’lık telefonla çekmişler falan’ demez” diye konuştu.

Google Haberlere Abone ol

Usta yazar- yönetmen Ezel Akay ile 125 yıllık Agora Meyhanesi’nde buluştuk. Sinema sanatından hayatın ekonomi politiğine birçok şeyi konuştuk. Yeni film projesinden, gündeme dair fikirlerinden bahsetti. Konu sansüre gelince ‘Hükümet öyle bir baskı yolu bulmuş. Ama esas festivallerdeki problem otosansürdür. Yani biz korkutulmuşuz, sansüre gerek kalmamış. Esas problem bu!’ diyerek görüşlerini açıkladı.

Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. ‘Neredesin Firuze’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

neredesin Neredesin Firuze, ilk kez 20 Şubat 2004'te izleyiciyle buluştu.

‘Neredesin Firuze?’ benim, filmi yapmadan bir yıl öncesine kadar gündemimde olmayan bir proje idi. Bir gün Özcan’ın (Özcan Deniz’i kastederek), menajeriyle beraber ziyarete gelip ‘ya böyle gerçek bir olay yaşadık, bunun filmi yapılsın çok isterim ben. Ben de oynarım eğer isterseniz!’ demesiyle başladı her şey. ‘Neredesin Firuze?’ müzik eğlence dünyasının filmiydi. Herhangi birisinin macerası değil ama bir sektörün parodisiydi. Brechtiyen tiyatronun gayet iyi bildiği, teatral dünyanın iyi tanıdığı bir takım araçlardan faydalandım. Hakikaten folklorik bir eser peşindeydim. Bu, eski Yeşilçam’ın, Ertem Eğilmez’in, o komedilerin etkisiyle yapılmış bir filmdir. Çok yakın bir dostum bana hep ‘bir Türk filmi çek abi, boş ver alaturka bir film olsun’ diye çok baskı yapardı. Zaten ‘bir Türk filmi çek’ diye ısrar eden o arkadaşıma ithaf ettim filmi de.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Bir sanat eserinin kategorisi, o sanat eserini üreten kişi tarafından belirlenmiyor. İnsanlar şu kategoride film yapacağım demez ki, şu filmi yapacağım der, gerçekten sanatçıysa. Dolayısıyla kategori aslında endüstri tarafından yapılan bir şey. Yani endüstri bakar ve ürünleri pazarlayabilmek, anlamlandırabilmek için kategorilere ayırır.

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz? Hani Godard der ya ‘Politik film yapmayın, politik olarak film yapın’ diye…

Sanatçının kendisi zaten politiktir. Benden seyirciye bir tecrübe akıyor. Seyirci, o tecrübeye bakıp, benim hiç tahmin etmediğim bir ilhamla doluyor. Sanat eserinden bizim beklediğimiz budur. Diğerleri sadece propaganda broşürüdür. Bir sanat eseri, kendisini bütünüyle bir siyasi fikre teslim etmez. Sanatçının kafasında, İspanya’daki faşizm ile ilgili bir film yapmak olabilir. Ama sonuçta ortaya çıkan eser, asla İspanya’daki faşizm üzerine olamaz, eğer bir sanat eseriyse.

Yönetmenliğini yapmak istediğiniz bir sonraki filmin finans çalışmasını yaparken ne gibi sıkıntılar yaşıyorsunuz? Bağımsız sinema kavramanın sizin için nasıl bir karşılığı var?

Amerikan film endüstrisinde ‘bağımsız sinema’ denildiğinde akla gelenle, bizde akla gelen şey asla aynı değil. Orada stüdyolar olmasaydı, bağımsız sinema diye bir kavram olmayacaktı. Bir kere hepimiz para denen şeyin doğurduğu hiyerarşik ilişkilere bağımlıyız. Paranın, proje üzerindeki iktidarını ne kadar düşürürsen o kadar bağımsız oluyorsun. İki türlü yolu var parasız film yapmanın. Bir: örgütlenme. Bu yapılamayacak kadar zor bir şey! Çünkü Türkiye’de insanlar, örgütlenme kültüründen çok uzaktalar. O kadar uzak olmasalardı, bugünkü siyasi hayatımız olmazdı. İkincisi: zeki olmak… Özel bir zekâ geliştirmek… Bir kere şunu hiç unutmamak gerekir: Teknolojisiz bir sanat üretmeye çalışmaktır, felsefesi, ideası sanatın. Bugün 4K’lık bir cep telefonuyla kesinlikle bir film çekilebilir ve hiç kimse ‘Hay Allah 4K’lık telefonla çekmişler falan’ demez.

UZAYDA GEÇEN TBMM HİKAYESİ

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Şimdi, şu çok basit, bir hikâyeyi bir film hikâyesi haline dönüştürmek… Asıl sorun onların içinden seçim yapmak! Mesela bana Dimitri Kandemir ile ilgili bir film yapma teklifi geldi. Lale Devri’nin başlarında yaşamış, İstanbul’a padişahın sarayına getirtilmiş, Moldovalı bir ailenin çocuğu. Müthiş bir müzisyen, bilim adamı ve politikacı oluyor. Ölmeden yedi- sekiz sene önce de Osmanlı’dan ayrılıyor. Hayatının otuz beş yılı burada geçmiş ve müzikal bir devrimin olduğu bir dönemi yaşamış. Lale Devri’nin şaşaasını düşün! Entrikalar, zenginlikler… Bundan bir hikâye çıkar! Klasik yoldan mı gideceksin? Ben genellikle bunu tercih ederim. Klişe bir yoldan gidip sürekli seyirciyle oynamak, şaşırtmak… Hem kabul edilebilir, anlaşılabilir bir şey hem de daha önce yapılmışlara hiç benzemeyen bir şey ortaya çıkıyor.

Yaptığınız her film biraz da dönem filmi gibi sanki?

Öyle bir eğilim var bende. Dönem filmi demeyelim ona da hikâyeyi bizden uzağa koymak diyelim. Mesela, uzayda geçen bir TBMM hikâyesi yapsam, herkes daha rahat seyredecek! ‘Biz, bu filmde göründüğümüz gibi görünüyoruz aslında!’ diyecek. Buna yabancılaştırma efekti de denebilir. Mekânsal ve zamansal şaşırtmaca benim hoşuma giden bir şey. Hep böyle olacak diye bir şey yok! Mesela 1915’le ilgili Gürsel Korat’la beraber çalıştığımız bir sinema filmi hikâyesi var ‘Unutkan Ayna’ diye, Nevşehir’de 1915’te bir kasabada yaşananları anlatıyor. O hikâyede öyle bir yabancılaştırma durumu yok.

Ermeni Soykırımı’yla mı ilgili?

Ermeni Soykırımı’yla ilgili, evet… Orada yaşayan insanların, yani bir kasabanın yok oluşu… Müslüman’ı, Hristiyan’ı, Rum’u, Ermeni’si, Türk’ü ile birlikte herkesin zarar gördüğü, müthiş trajedi yaşadığı bir olay…

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Senaryolarınızı kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Mesele sanat filmi, ticari film değil! Her biletten, yapımcısına, dört lira para geliyor. Çarpıyorsun, kaç kişi gelir bu filme? İşte, elli bin kişi gelir! Nedir bu? İki yüz bin lira para! ‘Ben yüz elli bin liralık film yaparsam, üstüyle de geçinirim, hatta bir televizyon satışı olur falan!’ Bu kadar rasyonel, basit bir şey bu... Şimdi, bu ticari değil mi? Becerebiliyorsan bu da ticari sonuçta!

FATİH AKIN'IN FİLMİ ÇOK KÖTÜYDÜ!

Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Bir insanın siyasi görüşleriyle sanatsal görüşleri arasında neredeyse organik bir ilişki vardır. Sanat, siyasetten çok daha geniş bir alana gözlerini açmış, bakar. Siyaset çok basit kalır, sanatın bakışı yanında. Ama pratiktir, günceldir. Sorun çözücüdür, hemencidir. Şu anın problemiyle şu anda, belirli bir yere odaklanarak çalışmayı gerektirir. Sanat daha geniş bakabilir. Siyasi görüşüm, sanatsal dünyanın içinde bir unsurdur. Ondan bağımsız olmayan ama daha dar bir bakış açısıdır o. Mesela Ermeni Soykırımı… Bu kadar katı, gerçek, hakiki, aşırı natüralist bir durumla uğraşırken nasıl sanat yapılabilir?

Fatih Akın’ın The Cut filmini izlediniz mi?

İzledim, evet. Maalesef çok kötü buldum. Yapılamamış bir film olarak gördüm. Konuyu ele alış şeklinde hiçbir yere varmayan ‘Ah! Yazık, çok yazık ettik!’ten başka hiçbir yere varmayan bir film olmuş.

the-cut The Cut (Kesik), yönetmen Fatih Akın'ın kariyerindeki en çok eleştirilen film oldu.

Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Kesinlikle. Mesela şöyle bir şey söyleyeyim. Tarih, yalnızca sinemadan öğrenilir. Neden? Çok basit bir nedeni var. Bir tarihsel film veya bir tarihsel roman yazarının veya yönetmeninin, yapımcısının yüzlerce tarih kitabı okuması lazım… Sadece onların değil art director’ün okuması lazım. Müzisyenin okuması lazım, oyuncunun okuması lazım… Görüntü yönetmeninin okuması lazım… O dönemin görsel dünyasına bakması lazım. Yani dört beş koldan bir dönemi inceleyen insanlar oturuyorlar ve bir tane film yapıyorlar. Yani bu bir hap, komprime bir hap! O sanat eseri, bir yığın tarihçinin eserlerinin sonucunda üretilmiş bir eserdir. Sanatçının süzgecinden geçmiştir sadece.

Etkilendiğiniz yönetmenler var mı? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Hiçbir filmin, hiçbir sahnesini bir daha çekmek istemezdim. Eğer beğeniyorsam zaten hayran kalmışımdır. Onu niye ben bir daha çekeyim? Türkiye’de beğendiğim var ama özendiğim kimse yok. Geçmiş dönemdeki, Yeşilçam’da da hiç olmadı, maalesef. Ama bu dönemde de benim meslektaşlarım arasında özendiğim kimse yok. Dünyadan, Terry Gilliam benim çok ilgimi çeken bir yönetmendir. Tarkovsky, söze başvurmadan entelektüel bir şey yapmış ender sanatçılardan biridir. Wong Kar Wai çok ilgimi çeker. Beni dehşete düşüren birtakım filmler yapmış olan Çinli yönetmen Zhang Yimou, çok iyi bir yönetmendir. Wes Anderson, Coen Kardeşler… Ama mesela Haneke ilgimi çekmiyor. İlgimi çekmiyor diyorum, o kötü bir yönetmen ya da filmleri kötü demiyorum. Muazzam filmleri var ama benim ilgimi çekmiyor. Terry Gilliam’ın ‘Brazil’ filmi benim çok ilgimi çekmişti. Tarkovsky’nin ‘Stalker’ filmi de öyle.

TÜRKİYE SİNEMASININ EN BÜYÜK PROBLEMİ

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Senaryoyu ben prensip olarak edebi form olarak görüyorum. Sinema senaryosu özellikle edebiyatın bir dalıdır. En büyük problemlerden biridir senaryo Türkiye’de. Ama mesela Amerika’da, Avrupa’da, bazen iyi film senaryolarının edebi eser olduğunu görürsün, okurken anlarsın. Ama Türkiye’de senaryo, yazma anlayışının yanlış anlaşıldığı kişiler tarafından yazılıyor. Özellikle diziler ve sinema eğitimi yüzünden böyle oldu. ‘Sinema- edebiyat ilişkisi organik bir ilişkidir, daha doğrusu daha da organik bir ilişki olmalıdır’ diye düşünüyorum.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Valla itiraf edeyim, ne öğrenseniz kar… Madem gitmişsin birisi de sana, çok cahil bile olabilir ama bir kitabı okumuş, iyi anlamış, o kitabı da sana derste anlatıyorsa bile bir faydası var. Yani sen sinema öğreneceğim diye okula gidiyorsan sonuçta bir şey öğrenip çıkıyorsun. Yanlış da yapmış olmuyorsun. Ama çok kötü bir eğitim var.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime denir? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir?

Hiç soruyor muyuz yönetmenin yapımcıya karşı sorumlulukları nelerdir? Sormuyoruz, istemiyoruz sormak. Neden? Olmasın öyle bir sorumluluk istiyoruz. Yani yapımcı başımıza bela gibi geliyor bize. Olmasa ne kadar daha iyi olur diye düşünüyoruz. Bu, bizim yapımcılık konusunda hiç bilgimiz olmadığını gösteriyor. Yapımcı, parası olan adam gibi geliyor bize. Tam tersi! Parasının olmaması gerekir yapımcının. Bak bu çok önemli ve pratik bir fark! Eğer yapımcı kendi parası varsa ve bununla film yapıyorsa bir atışlık bir şansı var. Başarılı olacak! Aksi halde bir daha film yapamayacak! Yapımcı, prensip olarak hiç parası olmayan, olmaması gereken ve parayı yaratıcı bir şekilde proje için değişik kaynaklardan toplayıp, kaynaklar için engelleri azaltıp, bölüp, parçalayıp, öteleyip, iyi bir dağılımla o filmi başaran kişinin adı. Başkasının parasını iyi kullanan, zarar halinde riskleri azaltan bir sistem kuran kişiye biz yapımcı diyoruz.

ezelakay2

KORKUYU YENMENİN TEK YOLU

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir?

Sansüre karşı tek başarı, otosansürü kaldırmakla olabilir. Öbürü zaten ahlaksız bir devlet tahakkümü… Önemli olanı insanlar otosansüre uğramış ve kendi kendilerini sansürlüyorlarsa problem vardır. Yoksa sansür alay edilecek, aşılacak, çok kolayca aşılacak bir şey.

Hayatın Sesi Televizyonu’nun önündeki dayanışma buluşmasına katıldınız son olarak…

Katıldım, evet. Arkadaşlarının, takdir ettiğin insanların iş yeri kapatılmış, gidip bir onlara destek olayım dersin, gidersin. Ama bunlar benim için cılız sosyal eylemler… Hayatın Sesi TV’nin izleyicisi neydi, onun kapatılmasına tepki gösterecek insan sayısı ne? Önemli olan bunları tek tek görüp bu konuda bir örgütlenme… Bütün televizyonlar ekranlarını karartmadıkça, gazeteler ‘biz yayın yapmıyoruz artık’ demedikçe bunların önünü almaya imkân yok. Çünkü büyük bir korku hüküm sürüyor. Şu anda savaş konusunda hiçbir bilgimiz yok. Orada olanlarla anlatılanlar arasında dağlar kadar fark var. Dolayısıyla bizim hayatımıza kastetmiş bir şey bu. Ciddi, hain bir düşman var, bizim sahip olduğumuz bütün silahları eline geçirmiş, bizi korkutmayı başarmış, bunun karşısında da biz, yalnız kalınca korkuyoruz. Dünyanın en cesur insanı da olsa, kuduz köpekler sana saldırıyorken korkarsın ve sonra da kalırsın böyle, olduğun yerde kalırsın, gerilmeyeyim bari diye, yenilmeye izin verirsin. Tek bir çaresi var: Örgütlenmek. Ancak kalabalıksan korkmazsın!