Ken Loach da umudu kestiyse…

Filmekimi’nin İstanbul ayağını yarıladık sayılır. Geride kalan günlerde izleme fırsatı bulduğumuz filmlere dair birkaç kelam etmenin vakti gelmiş demektir.

Google Haberlere Abone ol

BEN, DANIEL BLAKE

“Ben, Daniel Blake”i fazlasıyla merak etmek için bu yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye almış olmasına gerek yok. Filmde imzası olan ismin Ken Loach olması tek başına yeterli bir neden. Buna bir de ‘kadim’ senaristi Paul Laverty’yi ekleyince heyecan daha da büyür. “İşçi sınıfının şairi” seçtiği hikaye ile şaşırtmıyor bizleri tabii ki. Bu kez, kalp rahatsızlığı nedeniyle işine ara vermek zorunda kalan Daniel Blake’in devlet desteği alabilmek için bürokrasinin koridorlarındaki umutsuz mücadelesine tanıklık ediyoruz. Newcastte’ın yoksul insanlarının arasında dolanan kamera, emeğin yalnızca liberal ekonominin değil, devlet bürokrasinin çarkları arasında da nasıl öğütülmeye çalışıldığının iyi bir resmini çıkarıyor bizlere. Ancak ne oluyorsa son yirmi dakikada oluyor ve bir anda filmin aksı kayıyor. Loach- Laverty ikilisi daha önce fazlaca gezinmedikleri sulara açılıyorlar. Umuda kapıyı kapatıp tuhaf bir arabeske yöneltiyorlar hikayeyi. Bu alanın acemisi oldukları için de tutukluk yapıyor, ayarları bozuluyor filmin. Yine de akıllarda yakıcı bir cümle bırakıyor film: Yapıtlarında umudu eksik etmeyen Ken Loach bile umudu kestiyse işimiz zor demektir.

KAPTAN FANTASTİK

Matt Ross, ikinci filminde zor bir işin altına giriyor ama festivalin en sürprizli filmlerinden birisine imza atmayı başarıyor. Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde en iyi yönetmen ödülünü alan Ross’un bunu fazlasıyla hak ettiğini söylemeliyiz. Film, ormanda altı çocuğu ile birlikte bir tür ütopyanın peşinden koşan Ben’in hikayesi. Çocuklarını ‘kapitalizmden uzakta’ tek başına yetiştiren Ben, gerçek dünya ile temas kurulduğunda onları bir arada tutmakta zorlanıyor. Film, soyut bir fantezi olabilecek hikayesini ayakları yere sağlam basan ve küçük de olsa bir ‘umut’ kapısı aralayan finale bağlamayı başarıyor nihayetinde.

AŞK MEKTUPLARI

Nicole Garcia imzalı “Aşk Mektupları”, 2. Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Fransa’ya götürüyor seyirciyi. Milena Agus’un romanından uyarlanan yapım, ailesinin baskıları sonucu istemediği bir adamla evlenen ve ‘gerçek aşkı’ arayan Gabrielle’nin öyküsü. Açıkçası ‘arızalı’ karakteriyle Gabrielle’nin dikkat çekiciliği ve bu karaktere Marion Cotillard’ın olağanüstü yorumu dışında filmde dikkat çekici bir unsur olduğunu söylemek zor. Erken 1900’lü yıllar romansının savaş sonrasına uygulanmış hali olarak hikayenin ikna edici olmaktan fazlasıyla uzak olduğunu belirtmek gerek. Gabrielle’nin arızaları motivasyonuna ikna olmamız için yeterli olsa da kocası Andre’yi anlamak neredeyse imkânsız görünüyor.

TONI ERDMANN

Yılın en fazla merak edilen filmiydi dersek yanlış olmaz. Canes’da olay yaratıp FIPRESCI ödülünü kazanan, eleştirmenlerce yılın en iyisi seçilen yapımın usta işi olduğunun hakkını verelim öncelikle. Alman kadın yönetmen Maren Ade’nin 162 dakikalık filmin hiçbir anında seyircinin dikkatini dağıtmamayı başardığını, hele de son yarım saatte absürt sinemanın en iyi örneklerinden birisini ortaya koyduğunu da belirtelim. Filmin ana karakteri Toni Erdmann’ın sinema tarihinin unutulmayacak tipleri arasındaki yerini aldığının da altını çizelim. Film, bir yandan baba-kız ilişkisini anlatırken, diğer yandan da kapitalist iş dünyasına çelme takmaya çalışıyor ki, ikisini bir arada yapmak hem de absürtlük dengesini iyi tutturmak az şey değil. Yine de, Toni Erdmann’ın son yıllarda sayıları hızla artan ve benim ‘performans filmleri’ olarak tanımladığım yapıtlardan birisi olduğunu düşünüyorum. Tıpkı “Victoria” ya da “Whiplash” gibi…

HİZMETÇİ

“Old Boy”dan sonra hiçbir şey çekmese de kişisel sinema tarihimizdeki yeri sağlam kalmaya devam edecek Park Chan-wook’in “Hizmetçi”si ise hayal kırıklığı yarattı açıkçası. 1930’ların Japon işgali altındaki Kore’sinde geçen film, bir dolandırıcılık hikayesi olarak başlayıp intikam öyküsüyle sona eriyor. Yönetmenin usta işi kadrajları, tekinsiz atmosferleri filmi ayakta tutsa da güçlü bir iş çıkamıyor ortaya. Sarah Waters’ın romanından uyarlanan yapım işgal dönemi atmosferini aktarmakta kadük kaldığı gibi, entrikasını da güçlü kuramıyor. Üç bölümlük yapımın ikinci bölümünün başladığı anda finalin nereye doğru evrileceğini öngörmek çok kolay. Yönetmen, bu yolculukta seyirciyi şaşırtacak, dikkatini çekecek yaratıcı buluşlara imza atamayınca da ortaya çok öngörülebilir ve vasatı aşamayan bir iş çıkıyor. İki kadının aşkına ikna olamadığımız için de geride sadece erotizm kalıyor.