Tolga Karaçelik: Sansür benim değil otoritenin sorunu

Yönetmen Tolga Karaçelik ilk filmini nasıl çektiğini DUVAR'a anlattı. Karaçelik, "Ben hiçbir zaman yönetmen olmak istemedim, hep anlatmak istediğim hikayeyi anlatmak istedim" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. Yaşamları boyunca ilk yaptıkları filmle anılacaklarını düşündüklerinden diye sanıyorum. ‘Gişe Memuru’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu kaleme alırken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu? Keza aynı kaygılar ‘Sarmaşık’ filmi için de var mıydı? Bugünden filmlerinize baktığınızda, eksik ya da fazla olduğunu düşündüğünüz ya da hissettiğiniz bir bölüm var mı?

İlk filim ilk anlatmak istediğiniz hikayedir, bunun için çok önemli, ilk kez bunu anlatmam lazım dediğiniz hikayedir. Hikâyeden çok bir şey olmaya önem verirseniz yani ben yönetmen olacağım diye ilerlerseniz tüm maharetinizi göstermek için çırpınmalarınıza çok kolay kurban gidebilecek tehlikeli bir adım. Ben hiçbir zaman yönetmen olmak istemedim, hep anlatmak istediğim hikayeyi anlatmak istedim. Anlatacak hikâyem olmazsa da anlatmam. Bu kaygı Gişe Memuru’nda da vardı Sarmaşık’da da. Bugünden geriye bakmanın gerekli ve faydalı ve daha da önemlisi anlamlı olduğunu pek düşünmüyorum. Tek önem verdiğim anlatırken samimi olmaktı ve o şekilde çektiğimden dolayı şu anki ben benim. Filmi yazarken ve çekerken arınıyorsunuz, değişiyorsunuz. O filmler de beni değiştirdi büyüttü.

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?

Çektiğim filmler, filmdir. Sinema olduğunu söylerseniz mutlu olurum. Türkiye sineması nedir bilmiyorum. Ortak noktalarımızın olmaması bir şekilde mutlu ediyor beni. Belki de ortak noktalarımız vardır, bilemiyorum pek de ilgilenmiyorum açıkçası.

tolga Tolga Karaçelik, 19 Mayıs 1981'de İstanbul’da doğdu. Koç Lisesi'nin ardından Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Şiirleri ve öyküleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Film yapım sürecine, kısa film çekerek başladı. Yönetmenliğini yaptığı Kaşık Adam (2004), Güdü (2005), Ya Çıkarsa (2006), Us’lu Durmak (2006), Rapunzel (2009) adlı kısa filmleri yerli ve yabancı festivallerde gösterildi, ödüller aldı.

'BİR DAVAM YOK'

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Her şeyi söyleyebilirsiniz ama ben de söylediğiniz hiçbir konuda size katılmayabilirim. Bir yolum yok sadece anlatmak istediğim hikâyelerim var zaman zaman, bazen de yok. Bu hikâyede politik bir derdim olabilir bir başka hikâyede erkeklikle ilgili bir derdim olabilir. Bir başka hikayede üç kardeş ile ilgili bir hikaye anlatabilirim belki de âşık olur karakterlerim. Bir davam bir yolum yok. Bir aidiyetim, sınırım yok. Bir şekilde bana dokunan bir dert ile yazıyorum ve izlemek istediğim bir filme dönüşmesi için uğraşıyorum.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Film çekmek zor birçok mücadele gerektiriyor. Bu süreçlerin içerisinde ahlaklı kalmak ve egonuza kurban olmamaya çalışmak en zoru. Finans bu mücadelenin çok somut bir parçası. En kolay uğraşacağınız şekli. Sarmaşık filmini elimdeki parayla çekmek zorundaydım, dolayısıyla 19 günde çektim. Bir noktadan sonra yaratıcı olmanız gereken konulardan biri ne yazık ki finans konusu. Ben şuna inanıyorum bir hikâyeyi gerçekten anlatmak istiyorsan anlatırsın, çıkarsın cep telefonunla çekersin ama yine de çekersin.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Senaryonun başlamasına kadarki süreç ve sonrası çok uzun zamanlardan bahsediyoruz. Tüm bu süreç boyunca içinizde hissedeceğiniz bir dert olmalı anlattığınız hikâye. Bir derdiniz olmalı. Öncesinde notlar alırım, kavramsal yaklaşmaya çalışırım. Tek bir cümleye indirmeye çalışırım hikâyemi. Bunu yapabilmek kendi içime dönüp bu hikâyeyi neden anlatmak istiyorum sorusuyla başlıyor. Burada garip bir his hissediyorum neden bu hissi hissediyorum sorusuyla başlıyor. Not alma ve kavramsal olarak düşünme sürecim yıllar sürüyor. Sonrasında karakterler ve sahneler belirmeye başlıyor. Sonrasında olay örgüsü başından sonuna kadar her an. Anneannenizin izlediği bir dizinin bir bölümünü bir buçuk saatte anlatabilmesi gibi anlatabilmeliyim senaryonun başına oturmadan filmimi. Ondan sonra diyaloglar şekilleniyor. Küçük keyifli işçilik başlıyor.

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Hiç bir anlamı yok. İyi filmler vardır ve kötü filmler.

'İŞİN ÖZÜ BİREYDİR'

Ele aldığınız konularda çeşitli toplumsal meseleleri işlemenizin temel sebebi sanatsal tercihlerden öte siyasal dürtüler mi? Siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Benim ilgi alanım insan. İnsan toplumsal bir hayvan, dolayısıyla toplumsal rolü, sınıfı, ilişkileri, cinsiyeti de tabii ki konum oluyor. Fakat bunların hepsi o bireyin üzerinde kullanmaktan keyif aldığım büyüteçlerdir, işin özü bireydir ve bu bahsettikleriniz de onunla alakalı olduğu için ve alakalı olduğu kadar önemlidir. Karakterlerime bakarken ahlaklı olmaya çalışıyorum. Tarafsızlık her zaman ahlaklı değildir bunu bilsem de en azından anlamaya çalışıyorum hareketlerini, kendimi onların yerine koyuyorum, bunu yaparken geçmişimi ve düşünce biçimimi bazen değiştirmeye çalışıyorum. Vicdan bu sebeple çok büyük bir deniz feneridir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmediğinizde elinizde sadece vicdan kalacak. Senaryoyu yazarken karakterlerimi soktuğum durumlarda bazen de sette ne yapmam gerektiğini o karakterin nasıl cevap vermesi gerektiğini bilmediğim anlarda bu yüzden vicdanıma başvuruyorum. Gişe Memuru setinde hatta çok sevdiğim ve kalbine güvendiğim yapımdan bir arkadaşımı filmin vicdanı ilan etmiştim. Senaryoya dahi bu böyle olmaz deme hakkına sahipti. Ekibe yükleniyorsam beni durdurma hakkına sahipti. Benim kaçırdığım bir noktayı görebilecek bir ikinci kişinin de derdi bu olsun istemiştim.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Bağımsız sinemanın devam ediyor olması bir rastlantı bence. Bunun ne kadar devam edebileceğini bilmiyorum. Bu çok uzun bir konu ve şu anda yeni filmimi yazarken hiç düşünmek istemediğim bir konu o yüzden bu soruyu atlıyorum. Genç sinemacılar ellerindekileri birleştirsinler tek söyleyebileceğim bu. Uzun metraj çekmek ile kısa çekmek arasında çok büyük farklar yok inanın bana. Hikâyenizi anlatın beraber yaratmak istediğiniz insanlara. O hikâyeye sizin kadar inanan insanlarla yola çıkın. Bir şekilde başlanan her film biter bir şekilde hiçbir film ilginç bir şekilde batmıyor. Bunu Erden Kıral söylemişti bana galiba doğru bu.

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Baştan sona bir yönetmen diyemem ama binlerce an, binlerce saniye, binlerce açı binlerce ışık. Bir sürü replik bir sürü repliği söyleme biçimi, bir sürü film.

'BENİ EDEBİYAT BESLER'

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Beni sinemadan daha çok edebiyat besler. Film bitmiş bir iş gibi geliyor. Bir sürü şey var izlediğim ve izlerken düşünemiyorum. Birçok insana da hayret ediyorum onu nasıl çıkarttılar bu filmden diye. Ben çocuk gibi ağzım açık film izliyorum. Bazen sadece ışık izleyebiliyorum bazen oyunculuk, bazen konunun işleniş biçimi sadece. Bir noktadan sonra başka şeyler düşünmeye başlıyorum. Oysa edebiyat böyle değil. Sonsuz ve zamansızlığı bir kitap okurken hissediyorum bir de denizde.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Bilemiyorum bir sinema eğitimim yok. Hatta kendi setimden başka kimsenin setinde bulunmadım.

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Yapımcı sizin için film çekme ortamınızı hazırlayan kişiye denilir ve de çektikten sonra ellerine emanet edebileceğiniz kadar güvendiğiniz kişi olmalıdır. Bence yönetmeni şımartmalıdır yapımcı ve yönetmenin ne istediğini çok iyi anlamalıdır. Onun en iyi şekilde nasıl yaratacağını bilmeli ve kendini ona göre değiştirebilmelidir. Evlilik gibidir bu ilişki de film yaparkenki yönetmenin kuruduğu birçok ilişki gibi. Taraflar birbirini duymalıdır, ama daha çok yapımcı yönetmeni duymalıdır. Bunun sebebi yönetmen filmini anlatmaya harcayacaktır sesini. Yapımcısını mutlu etmekle uğraşmamalı tam tersi yapımcı onu dinleyip onu mutlu etmenin yollarını aramalıdır.

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?

Sansür konusu benim değil otoritenin sorunudur. Ben çekmek istediğim filmi her zaman çekeceğim. Beni durdurabileceklerini sanıyorlarsa denesinler. Dağıtım yoluyla engelleyeceklerini düşünüyorlarsa denesinler başka bir yolunu bulurum filmlerimi göstermenin. Zaten şu anda da yaşadığım bir durum bu, fakat buradayım ve istediğim şekilde film çekmeye devam edeceğim bunu biliyorum. Bu sebepten dolayı bu konu benim sorunum değil sansürlemeye çalışanın sorunudur.