Sinan Araman: Kira fiyatlarıyla oluşan mağduriyetler, daha başlangıç evresi...

Sinan Araman'la Kor Kitap tarafından yayımlanan 'Türkiye’de Konut Balonu' çalışmasını konuştuk. Araman, "Konuta kâr ve yatırım olarak bakılması, insan haklarına aykırıdır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İnşaat işçiliğinden gazeteciliğe, sunuculuktan akademisyenliğe kadar pek çok iş kolunda çalışan Sinan Araman, doktora çalışmasında “Finansallaşma ve Kriz Dinamikleri Açısından Türkiye ABD Gayrimenkul Piyasasının Karşılaştırmalı Analizi” başlığıyla sorunsallaştırdığı konut meselesini gündeme alır. Bu çalışmasından hareketle geçtiğimiz günlerde Kor Kitap’tan yayımlanan 'Türkiye’de Konut Balonu' isimli kitabına imza atan Araman ile bir araya geldik.

Kitaptan hareketle günümüzün en can alıcı meselelerinden, konut sorununu konuştuk.

En temelden başlayalım. Kapitalist üretim tarzı ile küresel inşaat sektörü arasında ne tür bir ilişki var?

Bu soruyu daha iyi açabilmem için öncelikle kapitalizm, kriz ve sermaye birikimi arasındaki ilişkilere değinmeliyim. Kapitalizm ve onun temel mekanizması olan sermaye birikimi, toplumsal emek sömürüsü ve artı-değer üretimi üzerine varlığını sürdürebilen bir sistem. Kapitalizm, temel çelişkilerinden hareketle (sektörel, ulusal, bölgesel, küresel vb.) çeşitli ölçeklerde krizlere gebe, hatta ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik vb. biçimlerde kriz üreten bir sistem. Kapitalizmin tarihi bunu kanıtlamasına rağmen sermaye sınıfının temel ideolojisi olan iktisat disiplini krizlerin arızi, beklenmeyen (dışsal arz ve talep şokları, savaşlar ve siyasal krizler, psikolojik, kıtlık gibi doğal vb.) durumlar olduğunu, sistemin esasının arz ve talep dengesi üzerine kurulun olduğunu, dengeden sapmanın istisnai ve geçici olduğu inancını bir doğa yasası gibi kabul ederler. Marksistler ise haklı olarak tam tersine toplumsal ve ona yabancılaşmış ancak onun bir ürünü olan sermaye sistemin çelişki, çatışma ve krizler üreten bir yapıda olduğuna dikkat çekerek krizleri hem öngörmede hem de daha bilimsel/objektif bir temelde açıklama konusunda öncü olmuşlardır. Anaakım yani liberal damar için de yer alan Keynesyenler ise krizleri onun görünümlerinden biri olan eksik tüketim yani efektif talep yetersizliği üzerinden bir nebze olsun dahi kabul ederek, devlet müdahalesi, piyasaların denetimi, kamusal ve sosyal harcamalara yönelik maliye ve para politikaları ile krizleri aşmaya ve kapitalizmin ömrünü uzatmaya yönelik argümanlar geliştirmiştir. Schumpeter gibi krizleri yaratıcı yıkım biçiminde kapitalist üretimin temel dinamiği olarak gören istisnai olarak liberal iktisatçıların da olduğunu belirtelim. Liberal iktisatçılar krizi arızi bir durum olarak görmelerine karşı, sermaye sınıfı kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan krizleri hep bir fırsat olarak görmüş, emeğin toplumsal güçlerini zayıflatma, örgütlerini dağıtma/yok etme, emek sömürüsünü teknolojinin olanakları ile yeni ve yoğun biçimlerde (fordist/kitlesel ölçek; post-fordist (küçük, fason, taşeron ölçekler) ile sürdürmenin bir fırsatı, yolu ve yöntemi olarak görmüşlerdir. 1929’daki Büyük Krizler daha ileri teknolojik devrimler, verimlilik artışı, kitlesel üretim ve sosyal devlet politikaları ile 1970’lere değin geçici olarak aşılırken, sistemin 1970’lerde sistemin yeniden küresel ölçekte krize girmesiyle neoliberal politikalar devreye sokulmuştur. Bir ara nokta olarak şunu belirteyim Marks’ın belirttiği gibi sermaye birikimini zaman ve mekâna göre krizlere sürükleyen çok sayıda çelişki/faktör rol oymasına karşın küresel ölçekteki en temel faktör aşırı sermaye birikimine nazaran azalan kar oranlarıdır. Yani kapitalist rekabetin de etkisiyle ekonomik üretimin belirli evrelerinde sabit (değişmeyen) sermaye öğeleri üretime sevk edilen değişen (canlı emek gücü) sermaye öğesine nazaran görece aşırı birikmekte ve azalan kar oranları sermaye birikimini mevcut koşullarda sürdürülmesine olanak verememektedir. Bu noktada hem üretim hem de tüketim yönünden krediler aşırı birikirken, daha yüksek kar arayışı nedeniyle sermayenin daha fazla yöneldiği kimi alanlarda finansal (varlık) balonları oluşmaktadır. Balonun zirve yapması, kredi geri dönüşlerinin zorlaşması, karların azalmasıyla birlikte panik ve kriz ortamı kaçınılmaz olmaktadır. Çöküşle birlikte iflaslar ve işsizlik artmakta, sermaye birikiminin canlanma/coşku aşamasında üretim maliyetleri tarafından belirlenen gerçek fiyatlarının çok çok üstüne tırmanan piyasa fiyatları tepetaklak aşağı doğru inmekte, bahar havası yerini hazana bırakmaktadır! Sonuç: İflaslar, artan işsizlik, vitrinlerde biriken stoklara rağmen satın alınamayan ürünler (inşaat sektörü örneğinde konutlar) ve büyük sermaye gruplarının küçükleri ucuza kapatarak yutup tekelleşmesi ve mülksüzleşme! Kapitalizmin iş çevrimlerinin çoğunda aşağı yukarı bu manzara hâkim olmuştur! Bu bizzat sermaye birikimin süreçlerinin tarihsel pratikleri tarafından defalarca kanıtlanmıştır! En çarpıcı örneği ise emlakta oluşan 2008 ABD Mortgage Krizi’dir. ABD dünya kapitalizminin merkez üssü olduğundan bu kriz 2009’dan sonra en şiddetli krizlerden biri olarak tarihe geçmiştir ki, ekolojik krizin bir ürünü olan Covid 19 Salgını krizi daha da derinleştiren bir faktör olmuştur!...

Gelelim krizin inşaat ve gayrimenkul bağlantısına. 1929 Krizi’ni aşmak üzere devreye sokulan Keynesyen politikalar döneminde Sovyetler ve dünya işçi sınıfının mücadelesinin de etkisiyle 2. Paylaşım Savaşı’nın akabinde eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma, ulaşım vb. haklar sosyal devletin yükümlülükleri olarak kabul edilmiş, devletler sermaye sisteminin daha “sağlıklı” bir şekilde sürmesi için emeğin yeniden üretimini güvenlik altına alan bu hizmetleri büyük oranda kamunun güvencesi altına almışlardır. Ancak, 1070’lerde yaşanan krizler sermaye sınıfının baskısıyla devletlerin bu hizmetleri kar ve birikim alanına dönüştürmek üzere özelleştirme yoluna gitmiştir. Yani bu alanlar kullanım değerinin değil değişim değerinin belirleyici olduğu, parasını ödeyenin yararlanabildiği piyasa tarafından üretilen mal ve hizmet biçimine sokulmuştur büyük oranda! Neden? Sermayedarlara yeni sömürü ve birikim alanları sunarak krizleri aşmak için. Aynı süreçte küresel ölçekte ticari ve finansal serbestleşme politikaları, post-fordist ve esnek çalışma sistemleri, ücretlerin reel olarak GSMH içindeki payının düşürülmesi, sermaye için vergi cennetleri ile sömürgecilik dönemini anımsatan ucuz işgücü bölgeleri, bilgisayar teknolojisi ile otomasyon sistemlerine geçiş biçimleri, verimlilik ve işsizlikte muazzam artışlar vb. gelişmeler emeğin nispi ve mutlak sömürüsünün arttırılması yönünde neoliberal politikalar devreye sokulmuştur. Adına “globalizm” denilen çağda Sovyetlerin ve ona yakın devletlerin çökmesi, bölgesel savaşlar sermayeye yeni pazar alanları ve birikim olanakları sunma fırsatları sunmuştur! Tam da bu ortamda sermayenin el attığı alanlardan biri olarak K. Marx ve H. Lefbere’nin izinden giden ünlü düşünür David Harvey’in sıkça işaret ettiği gibi yapılı çevre üretimi yani ulaşım, inşaat ve konut üretimi ile tüketime ve üretime yönelik kentsel mekanların yeniden yapım süreci, kapitalizmin krizlerini aşmaya, bizzat sermayenin kar ve rant olanakları ile birikimini sürdürmeye yönelik sermayenin güdümünde bir kent politikası olarak devreye sokulmuştur! Bunun örnekleri 19. Yüzyıl Paris, Berlin, Londra vb. örnekler üzerinden Fransa, İngiltere, Almanya gibi erken kapitalistleşen ve sanayileşen ülkelerde bizzat deneyimlendiği F. Engels’in çalışmalarında çok net bir şekilde ortaya konulmuştur. 2. Paylaşım Savaşı ardından yıkılan kentlerin yeniden inşası kapitalizm tarihi açısından bu sürecin 2. önemli pratiği olarak sahneye çıkarken, sürecin 3. ayağı 1980’lerde neoliberalizm döneminde devreye sokulmuştur. Güney Asya ülkeleri, Japonya, ABD’de 2008 öncesi yaşanan krizlerin temelinde finansal alanla bütünleşe gayrimenkul yatırımları baş rolü oynamıştır. Öyle ki; yüzölçümü olarak ABD’nin yanında devede kulak kalan Japonya’da arsa, arazi ve ev fiyatları ABD’de GSMH’sini ikiye katlayan bir çılgınlık düzeyinden sonra patlak vermişti! Türkiye’de ise 1960-80 yılları arasında sanayinin yükünü taşıyan yoksul emekçi kesimlerim barınmak için inşa ettikleri sağlıksız yapılar 1980’lerden sonra sermayenin iştahını kabartmış ve sermayenin daha büyük ölçekte bir yatırım ve birikim alanına dönüştürülmüştür. Defalarca imar afları eşliğinde bir yandan şirketleşen müteahhitlere yatırım alanları sunulurken, hazine ve tarım arazileri hatta tarihi SİT alanları doğa ve tarih katliamları pahasına güya kentsel yeniden yapılaşma adına sermayenin hizmetine sunulmuş ve arsa, arazi ve ucuz kredi şeklinde kamusal kaynaklar onlara peşkeş çekilmiştir. Dolayısıyla mekânsal üretim finansal sektörün öncülüğünde sermaye birikimince içerilen bir sürece dahil edilmiştir. Hem dünyada hem de Türkiye’de.

Henüz kitabın başında, hazırladığınız çalışmanın doktora tezinden hareketle biçimlendiğini söylüyorsunuz. Bu çalışmada aynı ekseni koruduğunuz gözlemleniyor. 2008 ABD’de de yaşanan gayrimenkul krizi… Bu krizin Türkiye’de yaşanıp yaşanmayacağına dair öngörülerde bulunuyorsunuz. Ve bugün bu kriz yaşanıyor. Bu bir rastlantı mı, yoksa gelen krizin ayak seslerini önden mi gördünüz mü?

İkinci soruya verdiğim uzunca cevap, aslında bu sorunun da yanıtına önemli oranda işaret ediyor. O yüzden bunu kısaca açmaya çalışayım. Doktora tezime başlarken 2008 Krizi üzerinden 4 yıl geçmişti. Kapitalizmin küresel ölçekteki genel ekonomik krizi, başta ABD, İngiltere, İspanya, Yunanistan olmak üzere inşaat, gayrimenkul ve bunlara dayalı menkul kıymet yatırımlarının en yoğun olduğu ülkeleri daha çok sarsmıştı. Borç, kredi ve menkul kıymetleştirme üzerinden şişirilen saat zinciri kopunca, yaklaşık 200 milyar dolar buharlaşmış, iflaslar peşpeşe yaşanmış, borcunu ödeyemeyen 10 milyon civarında kişinin evine bankalarca el konulmuştu. Artan işsizlik, boşta duran konut stoklarına rağmen sokakta yaşamaya terk edilen insanlar! Sermayenin kriz manzarası buydu.

Türkiye’de 2002, AKP iktidarı ile birlikte tarımı çökertme, sanayi üretimini geriletme pahasına, zorunlu kentsel dönüşümü de istismar ederek, dağ, taş, inşaat, yol, köprü, baraj, hastane vb. yapma, ekonomik faaliyetleri büyük oranda inşaat/gayrimenkul üretimi üzerine yoğunlaştırmıştı. Öyle ki, 2002 öncesinde inşaat sektörünü GSMH içindeki payı yüzde 5’ler düzeyinden yüzde 10 çıkmış, yatırımlar içindeki payı yüzde 20’lerden 30’ların ürerine çıkmıştı. Sektörün ileri geri bağlantıları ile birlikte GSMH içindeki payı yüzde 30’lara yükselmişti. Süreç, hem üretim yönünden hem de tüketim yönünden ulusal ve uluslararası borçlarla finanse edilmekteydi. Hane halkı borçlanması tarihi rekorlar kırıyordu. 1980 sonrasının ve öncesinin krizlerinin üzerine yaptığım yoğun okumalar üzerine, Türkiye’de eninde sonunda konut balonu ve krizinin kaçınılmaz olacağı üzerine bir kanaat oluşmuştu bende. Dolayısıyla tezimi bunun üzerine kurgulamaya karar verdim. Anlaşıldığı gibi soruna objektif ve bilimsel yaklaşıp, Türkiye’nin tarihinin en büyük krize sürüklendiğini ve bu krizin oluşan konut balonu/krizi ile daha derinleştirileceğini savundum ve öngördüm. Bu öngörüde bulunmamı, soruna Marksist bakış açısı sağlamıştı.

'KONUTA KÂR VE YATIRIM ARACI OLARAK BAKILMASI, İNSAN HAKLARINA AYKIRIDIR'

AK Parti’nin 2002’de iktidara gelişi ile küresel kapitalizmin hakimiyeti arasında paralel bir ilişki olduğu söz konusu… Şu anda küresel kapitalizm krizde ve son anketlere göre AK Parti'nin durumu sallantıda… Bu bağlamda inşaat sektörünün hala bir çözüm odağı olarak görülmesi arasında ne tür bir ilişki var? Gayrimenkul piyasası bir “kurtuluş” sağlayabilir mi?

1999 Marmara depremi ve 1999-2000 krizlerinin ardından 2002 yılında iktidara gelen AKP yönetimi, krizi aşıp sermaye birikimine inşaat üzerinden ivme kazandırmak üzere deprem riski nedeniyle zorunlu kentsel dönüşüm sürecini istismar ederek kentlerimizi betona gömmüştür. Önceki sorularda verdiğim yanıtlarda belirttiğim gibi, neoliberal dönemde uluslararası sermayenin en çok yöneldiği kârlı yatırım alanlarının başında mekânsal dönüşüm ve üretim yer almıştır. Buna yönelik plan ve programlar hem IMF ve DB raporlarında hem de 1996 İstanbul’da yapılan Habitat II İstanbul Toplantısı’nda çok net olarak geçmiştir. Kentsel yeniden dönüşümün devlet kısıtlamalarından uzak ve esnek bir mahiyette ve de merkezinde finansal kurumların yer alması gerektiği bu toplantı sonucunda açıklanan deklarasyonun temel vurgusu içinde yer almıştır.

AKP dönemi boyunca ekonomik faaliyetler uluslar ve uluslararası sermayenin öncülük ettiği bir süreç olarak gelişmiştir. Bu süreçte 450 milyar dolarla biriken borç bakiyesi, Cumhuriyet tarihinin rekoru olarak GSMH’nın yüzde 60’ını bulmuştur. Ve de bu borçların büyük bir kısmı başta finansal kuruluşlar ve inşaat şirketleri olmak üzere özel sektöre aittir. Bu da bir ilk olarak tarihe geçmiştir. Yani kamu borçlarını kat ve kat aşan özel sektörün dış borçlanması! Dolayısıyla inşaata yönelik gerek doğrudan yatırımlar gerek krediler şeklinde verilen döviz cinsinden borçlar ve gerek dolaylı gayrimenkule yönelik menkul kıymet yatırımları (2014’den bu yana hızla geliştirilip borsada satışa sunulan gayrimenkul ve kira sertifikaları ile gayrimenkul fonları, Varlığa ve İpoteğe dayalı menkul kıymet türleri) üzerinden uluslararası sermaye de süreçten olabildiğince nemalanmamaktadır. Gelinen noktada döviz krizini aşmak için yabancılara vatandaşlık hakkı karşılığı ev satışları, konut stoklarını eritmek için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu durum spekülasyonu körüklemekte, konut ve kira ve fiyatlarını da köpürtmektedir. Akdeniz ve Ege sahillerinde çıkan yangınlar ve sonrasında imara açılmasının arkasındaki sır perdesi, yeterince aydınlatılmayı beklemektedir.

Doğa ve tarih katliamları, İstanbul örneğinde olduğu gibi kişi başına en az yeşil alan düşen dünyanın en büyük metropolleri, çirkinlik abidesi kentler inşa etmek Cumhuriyet’in yüzüncü yılında AKP’ye nasip olmuştur. Ne uğruna? Başta müteahhitler olmak üzere arkasına alıp büyüttüğü yeni gayrimenkul zenginleri (bu dönemde borsada en çok büyüyen şirketler: GYO’lar) uğruna! Kamu kaynaklarının peşkeşi ve yolsuzluk, bu sürecin diğer yüzü! Keza durum öyle bir noktaya evrildi ki ekonomik ve siyasi gücü elinde tutan bu taraflardan biri çökerse, diğeri de çökecektir. Yani büyük müteahhitler çökerse AKP iktidarı, AKP iktidarı çökerse büyük müteahhitler çökecektir. Onun için AKP, yüksek enflasyona rağmen ısrarlı düşük faiz politikasında diretmekte, bunun için ha bire MB başkanı değiştirmekte, hatta Hazine ve Maliye bakanları ve Şehircilik ve Ulaşım Bakanlıkları değiştirmektedir!

Tanıl Bora’nın derleme kitabına attığı başlıktaki gibi: İnşaat Ya Resulallah! İnşaat ve gayrimenkul şirketleri, 12 bin üzerinde batan şirket sayısıyla son 10 yılda en çok iflas eden sektör olmuştur. Kredi geri dönüşlerinde yüzde 9 oranında en fazla sorun yaşanan sektör inşaat olmuştur. Dünyada konut fiyat artışlarında son 10 yıldır birinci sıradayız. 2008’den bu yana en çok inşaat ve gayrimenkulün üretildiği ve en fazla müteahhidin bulunduğu ülkeler Çin ve Türkiye. Ve son yıllarda bu sektörün alarm verdiği 2 ülke, yine Çin ve Türkiye. Çin’in ikinci en büyük firması Evangarde, geçen yıl borçlarını ödeyemeyince Çin hükümeti borçları üstlenerek kurtarma operasyonu yaptı. 350 milyar dolar bir mali büyüklüğe sahip olan şirketin 150 milyar civarında hisse senedi ve tahvillerine yabancılar yatırım yapmış durumda. Hatta Çin hükümetinin yaptığı hayali kentlerinden kimisini krizi engellemek adına yıktığı söyleniyor. Yani dünyanın her yanında küresel sermayenin çeşitli biçimlerde dahil olduğu bir inşaat ve gayrimenkul üretimi söz konusu. Bu faaliyetlerin yoğunlaştığı Çin ve Türkiye’de sektör alarm veriyor yılardır. 2 ülke de çeşitli yöntemlerle krizi ertelemekle meşgul. Ama kapitalizmin konutla imtihanı krizlerin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Engels, o yüzden konut sorunun kapitalist üretim koşulları altında nihai olarak asla çözülemeyeceğini vurguluyordu haklı olarak.

Kapitalizm, krizleri aşmak ve emekçileri hayat boyu boyunduruk altına almak için borçla tüketimi koşulluyor. Neoliberalizm bu anlamda gelecekte üretilecek artı-değere kredi ve menkul kıymet mekanizmaları ile el koyarak birikimi sürdürmeye çalışıyor. Bugün Türkiye mahkemelerinde en çok biriken dosyalar, kiracı ve ev sahibi davaları ve reddi miras davlarına ait. Çünkü hayatını kaybedenler borç bırakıyor. Ucuz kredi ile borçlanıp, müteahhitlerin boş konut stoklarının alarak evine ev ekleyen gayrimenkul zenginleri ise yükselttiği kiralarla maliyeti kiracılara yıkmaya çalışıyor! Röportajın önceki sorularına verdiğim cevaplardan anlaşılacağı üzerine böylesi bir sermaye birikim sisteminin eninde sonunda krizlere gebe olduğu açıktır. Ayrıca gayrimenkul yatırımları bir ekonomiyi geçici olarak ayakta tutabilir, inşaat faaliyetleri süresince istihdam ve tüketim artar ama bir yere kadar. Döngü tamamlandığında işsizlik artar, nihai tüketim malı olduğu için konut üzerinden yeni bir katma değer yaratılamaz… Dolayısıyla gayrimenkul piyasası bir ekonominin kurtuluş yolu olamaz ancak başta BM İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere temel insan hakları içinde yer alan barınma sorunun göçmenler de dahil olmak üzere sağlıklı ve güvenli bir ortamda çözümü, sosyal devletlerin bir yükümlülüğüdür. Yani konuta bir kâr ve yatırım aracı olarak bakılması insan haklarına aykırıdır.

Son süreçte konut fiyatlarının uçmasını, ev kiralarının bir önceki senelerin üç-dört katına çıkmasını nasıl yorumluyorsunuz? Sebebi ne bu durumun?

Bunun birçok nedeni var. Bunları hem tezimde hem de kitabımda açıklayarak çeşitli verilerle göstermeye çalıştım. Tüm ekonomik ve finansal kriz literatürünü tarayarak tespit ettiğim bu faktörlere burada kısaca değineyim;

a) Aşırı sermaye birikimi ve düşen kâr oranlarının verimlilik artışı ile birlikte ortaya çıkardığı sermaye hareketlerinin serbestliği ortamında küresel likidite bolluğunun kârlı yatırım arayışı (Özellikle daha çok merkez kapitalist ülkelerde biriken fonların finansal serbestlik ortamında küresel piyasaları dolaşarak karlı yatırım alanlarına kayması, örneğin hisse senetleri ve gayrimenkuller…);

b) Finansal serbestleşme temelinde neoliberal politikaların yol açtığı borçlanarak tüketim ve kredi arzı artışı, açılan kredilerin dayanak edilerek türev ürünler biçiminde risklerin menkul kıymetleştirilmesi, finansal kurum ve araçların ekonomideki ağırlığını artışına bağlı olarak güçlü finansallaşma eğilimi;

c) Finansal serbestleşme ortamında değişen uluslararası para sistemi (UPS) ve de Merkez Bankası (MB) fiyat istikrarının hedeflediği düşük enflasyon ve düşük faiz politikasının kredi arzını körükleyerek finansal balonlar oluşturması;

d) Kredi arzıyla birlikte balon oluşturacak şekilde riskli yatırımların artmasına neden olan asimetrik bilgilenme; ters seçim ve ahlaki risk problemi,

e) “Hayvani içgüdüler” şeklinde açıklanan “sürü psikolojisi” ortamında, geleceğe dair iyimser beklentilerin körüklediği spekülatif yatırımlar;

f) Ve nihayet, bütün bu faktörlerin karşılıklı etkileşimi sonucunda balon oluşan varlıkta (örneğimizde konut balonu), arzın talebi aşması ve de piyasa fiyatlarının varlığın gerçek değerinin çok üzerinde işlem görmeye başlaması biçiminde ortaya çıkan arz-talep, fiyat-değer dengesizliği.

Kriz faktörlerini bu kapsamda ele alıp 6 başlıkta toparlayarak saymanın, tezimin ve kitabımın en özgün yanlarından biri olduğunu söyleyebilirim. Çalışmamda, birbiri ile etkileşim içinde kriz üreten bu temel faktörleri kuramsal olarak açıklamaya çalıştım ve de somut bilgilerle ampirik olarak kanıtlamak istedim. Tabii ki bu faktörler çeşitli ölçeklerde Türkiye gayrimenkul piyasasında işliyor 2002’den beri. Düşük faiz politikası, aşırı kredi mekanizması, yabancı ve yerli fonların gayrimenkule yönelimi, spekülasyon, ahlaki riziko zamanla arz-talep ve de fiyat-değer arasındaki makası açıyor. Şu anda Türkiye’de spekülasyon süreci, gayrimenkul alım satımıyla köşeyi dönme hevesi, emlak çılgınlığı had safhada! Rekor kıracak sayıda müteahhit ve emlakçı sayımız, yükselen dolar kurunun etkisiyle son dönemde yabancıların piyasaya artan girişi, yanan/yakılan sahil hatlarımızın imara açılarak pazarlanması vd. nedenler, fiyat artışlarını körükledikçe körüklüyor! AKP de buna çanak tutuyor çünkü sektörün batmasını istemiyor, keza sektörün batması onların da iktidar serüvenlerinin daha hızla sona ermesi ve 20 yıldır sektörün şeffaf olmayan yapısının açığa çıkması ve hesap verilmesi anlamına geliyor!

'KİRA FİYATLARIYLA OLUŞAN MAĞDURİYETLER, DAHA BAŞLANGIÇ EVRESİ...'

Bugün neredeyse hemen her gün kulaklarımıza çalınan ve “Beşli Çete” ismini taşıyan bir grup müteahhidin inşaat sektöründe asıl güç olmasının ve siyasal iktidar tarafından desteklenmesinin temel sebebi ne? Kriz periyodikleşmişken inşaat sektörünün yeniden üretimi neden devam ediyor?

Bu soruya kısmen bir üst soruda yanıt vermeye çalıştım. Burada biraz daha açayım o halde. 2014’ten bu yana açığa çıkan ekonomik krizin AKP yönetimince maddi olarak onun temel dayanağına dönüşen inşaat sektörüne sıçramaması için elindeki her türlü aracı ve kaynağı kamu ihaleleri ile kayırdığı büyük müteahhitlere aktardığını somut verilerle ortaya koydum. Keza sürdürülen zorunlu kentsel dönüşüm, hem üretim (arz) hem de tüketime (talep) yönelik düşük faizli inşaat/konut kredileri, mega projelerle aktarılan büyük ölçekte kamu kaynakları, iç edilen döviz rezervleri, menkul kıymetleştirme hacminin oldukça düşük oranlarda olmasının konut krizini öteleyen Türkiye’ye özgü faktörler olduğunu sıraladım ve bunları verilerle göstermeye çalıştım. Bu faktörlerin Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları nedeniyle genel ekonomik krizi ertelemeyeceğini ancak spekülasyon ile birlikte konut fiyatlarını şişirdikçe şişirdiğini ve eninde sonunda onun da patlama noktasına gelmesiyle birlikte ekonomik krizin daha da derinleşeceğini iddia ettim…

Sonunda dediğim duruma sürüklendi adım adım Türkiye ekonomisi ne yazık ki! Ki henüz dibi görmedik! Kentsel dönüşümün plansız bir şekilde sermaye birikimi ve rant aracına dönüştürülmesi, sürecin sonunda oluşacak aşırı boş konut stoğu (azalan kar ve rant oranlarıyla birlikte sektörde aşırı sermaye birikimi) krizi daha da derinleştirecek ve daha büyük bir enkaz bırakacak geride. Şimdiden etkisini hissettiğimiz gayrimenkul ve konutta artan fahiş fiyatlar ve asgari ücreti kat ve kat aşan dudak uçurtan kira fiyatlarıyla oluşan mağduriyetler, daha başlangıç evresi ne yazık ki! Ki emekçiden ve yoksul halktan yana bir sosyal program ve kentsel dönüşüm modeli geliştirilmediği takdirde daha büyük bir yıkım kaçınılmaz!

'KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN SÜRDÜRÜLMESİ, BÜYÜK ÖLÇEKTE BİR KRİZİ KAÇINILMAZ KILMAKTADIR'

Çalışmanızın son bölümünde Türkiye’de yaşanan krizin diğer ülkelerde yaşanan krizlerle arasındaki ilişki hakkında özgün bir fark olduğu üzerinde duruyorsunuz. Nedir bu fark?

Türkiye’de daha büyük ölçekte bir inşaat/konut krizini öteleyen özgün faktörleri şöyle sayabilirim; deprem riski nedeniyle zorunlu kentsel dönüşüm sürecinin sürmesi, sürekli mega projelerle (dünyada YİD modeli proje üreten ülkelerin başındayız) Kamu İhale Yasası yok sayılarak kayrılan büyük inşaat şirketlerine kaynak aktarımına devam edilmesi ve çılgın mega projelerin yapım maliyetlerinin Hazine üzerinden halkın geleceği ipotek altına alınarak kamu bütçesine aktarılması, sürekli Hazine arazileri üretilip TOKİ ve Emlak Konut eliyle (kar amacı güden bir kamu kuruluşu TOKİ, değişim değeri amacı ile piyasaya konut üreten en büyük müteahhit konumundadır) büyük müteahhitlere ucuza peşkeş yöntemine devam edilmesi, yüksek enflasyona rağmen hükümetin düşük faiz politikası, 2014'ten bu yana piyasaya sürülen menkul kıymetleştirme hacminin henüz çok düşük seviyelerde seyretmesi, iktidarın koruması altında olan büyük müteahhit firmalarına yönelik yüksek miktarlarda vergi afları, pandemi sürecinin de etkisiyle birikimi olan kesimlerin yüksek enflasyon ortamından korunmak üzere güvenilir bir liman olarak gayrimenkule hücum etmesi, son dönemde piyasaya girmesi için yabancılara yönelik satışlarda teşvikler, vb.

Ama ısrarla vurguladığım gibi bunlar krizi ötelese de engelleyemeyecektir! Özellikle kentsel dönüşümüm bu biçimiyle sürdürülmesi eninde sonunda daha büyük ölçekte bir krizi ve enkazı kaçınılmaz kılmaktadır!

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Sevgili Soner, en zor soru benim için çünkü aynı anda çok sayıda konuya bakıyorum. İşletme ve iktisat en çok okuduğum alanlar olmasına karşın siyaset bilimi, tarih, edebiyat, sosyoloji, felsefe ve psikolojiye yönelik ilgimi hep çapraz okumalarla sürdürmek gibi bir alışkanlığım var! Geçen yıl, bir kısmı çeşitli edebiyat dergilerinde daha önce yayımlanmış öykü ve şiirlerimin yer aldığı 'Kalbin Aritmetiği ve Suyun Kabaran Tarihi' adlı bir şiir-deneme türünde bir kitap yayımladım. Ondan bir süre önce 1416 Şeyh Bedreddin Hareketi üzerine Hasan Ateş ve Erdem Çevik ile birlikte derlediğimiz kitap hızla tükendi, ikinci baskısı hazırlanıyor şu anda.

Önümüzdeki yıllarda sağlığım el verdiği ölçüde 'Sanatın Ekonomi Politiği ve Değer Yasası' gibi bir çalışma var aklımda, üzerine okumlar yapıyorum şu anda. Ayrıca, daha sade bir şiir, bir de gerçek yaşantılara dayalı bir öykü kitabı hazırlamak istiyorum… Maruz kaldığım kanser illetinden bütünüyle kurtulmak için stresli bir yaşamdan olabildiğince uzak kalmak, kendimi daha çok kır ve doğa gezilerine vermeyi ve de daha sık yurt içi ve yurt dışı gezilerine çıkmayı planlıyorum. Son olarak bana kendimi ifade etme ve kitabım üzerine konuşma fırsatı sunduğunuz için Duvar ve okuyucularına teşekkür eder, sevgilerimi sunarım…