Sıla Yalazan: Kadınların tarih boyunca mekanla kurduğu ilişkiyi sorgulamayı seviyorum
Fotoğraf sanatçısı Sıla Yalazan’ın çalışmaları, sadece belli bir mekan ya da dönemle sınırlı kalmayıp, sürekli bir dönüşüm ve evrim sürecini yansıtıyor.
DUVAR- Sıla Yalazan, sanatı fotoğraf disiplini üzerinden mekan ve ışık dualitesiyle yeniden yorumlayan bir sanatçı. Yalazan, çağdaş sanat pratiğini fotoğraf disipliniyle harmanlayarak, mekan ve ışık arasındaki etkileşimi özgün bir yorumla ele alıyor.
Sanatçının çalışmaları, geleneksel sınırları aşan bir estetik arayışın yanı sıra, mekânın kendine has dokusu ve ışığın ruhani yönü arasında kurduğu diyalogla izleyiciye yeni bir deneyim sunuyor. Özellikle Tarlabaşı’nın sokaklarından başlayıp, pandemi sürecinde iç mekan ve ışığın ön plana çıktığı bir söylemi benimseyerek, sanatını sürekli evrilen toplumsal ve mekânsal dinamiklere uyarlıyor.
Sokaktan Şehir Manzarasına Dönüşen Bir Atölye; Tarlabaşı, İstanbul’un tarihi ve kültürel dokusuyla öne çıkan semtlerinden biri olarak, Sıla Yalazan’ın görsel anlatımında önemli bir ilham kaynağı oluşturuyor. Semtin canlı sokakları, yıpranmış binaları ve sürekli değişen insan manzarası, sanatçının objektifinde hem bir belge hem de bir yorum haline geliyor. Yalazan, Tarlabaşı’nın kendine özgü kentsel dokusunu fotoğraf karesine indirirken, mekanın hem geçmişi hem de bugünü arasındaki sürekliliği, izleyiciyi düşündüren bir anlatıma dönüştürüyor.
Sokak yaşamının dinamizmi ve kentsel dönüşümün izleri, sanatçının gözünde hem kırılgan hem de dirençli bir yapı sergiliyor. Fotoğraf disipliniyle gerçekleştirdiği çalışmalarında, her karede mekanın farklı bir yüzünü ve ışığın mekanla kurduğu etkileşimi vurguluyor. Bu bağlamda, Tarlabaşı’nın sokakları, sanatçının laboratuvarı haline gelirken, mekanın doğal haliyle birlikte geçici anların ve sabit izlenimlerin birleşimi, izleyiciye zengin bir görsel deneyim sunuyor.
Mekan-ışık ikiliği sanatçı için bir estetik, bir denge arayışı; Sıla Yalazan’ın sanat pratiğinin temel taşlarından biri, mekan ile ışık arasındaki dualitenin ustaca kullanımıdır. Fotoğraf, yalnızca görüntüyü kaydetmekle kalmayıp, aynı zamanda mekânın ruhunu ve ışığın varoluşsal anlamını da gözler önüne serer. Yalazan, bu ikiliği eserlerinde somutlaştırırken, mekanı bir “sahne” ve ışığı ise bu sahnenin “aktörü” olarak konumlandırır. Her iki unsur da birbirini tamamlar, bir diyalog içinde varlık bulur.
Işığın mekanla kurduğu bu karşılıklı ilişki, izleyiciye hem duygusal hem de düşünsel bir yolculuk vadeder. Yalazan, özellikle gün ışığının ve yapay ışığın mekân üzerindeki etkilerini irdeleyerek, farklı aydınlatma koşullarının mekânsal algıyı nasıl değiştirdiğini deneysel bir yaklaşımla sergiler. Böylece, izleyici yalnızca görsel bir şölenle karşılaşmaz; aynı zamanda mekanın zamanla ve ışıkla nasıl evrildiğini, dönüşümün izlerini de fark eder.
Pandemi döneminde iç mekana yönelik yeni ufuklara açılan Sıla Yalazan’ın sanatsal yolculuğu, pandemi sürecinin getirdiği belirsizlik ve kısıtlamalarla birlikte yeni boyutlara ulaştı. Toplumsal mesafenin ve kapanmaların hüküm sürdüğü bu dönemde, sokakların canlı temposu yerini daha içsel, sessiz ve kontrollü mekan deneyimlerine bıraktı. Yalazan, bu değişimi kucaklayarak, iç mekanlarda ışığın ve mimarinin sunduğu imkanları keşfe çıktı.
İç mekan fotoğrafçılığı, pandemi sürecinde sanatçının pratiğinde bir dönüşüm aracı oldu. Evlerin, atölyelerin veya galerilerin sakin ortamı, ışığın keskin kontrastlarla mekânı nasıl yeniden şekillendirdiğini gözler önüne serdi. Sıla Yalazan, bu bağlamda, iç mekanın sunduğu minimalizm ve detay odaklı estetiği, sokakların karmaşık ve çok katmanlı yapısıyla birleştirerek, izleyiciye yeni bir görsel dil sundu. Işığın mekan üzerindeki oyunu, her köşede farklı bir hikaye anlatırken, pandemi döneminin getirdiği içe dönüklük ve sessizliği de adeta birer anlatım aracı haline getirdi.
Sıla Yalazan’ın çalışmaları, sadece belli bir mekan ya da dönemle sınırlı kalmayıp, sürekli bir dönüşüm ve evrim sürecini yansıtıyor. Tarlabaşı sokaklarından başlayan anlatı, pandemiyle birlikte iç mekanın detaylarında ve ışığın inceliklerinde devam ediyor. Bu süreklilik, sanatçının mekân ve ışıkla kurduğu ilişkinin ne kadar derin ve çok boyutlu olduğunu gözler önüne seriyor.
Sanat pratiğinde mekan ve ışık gibi temel unsurları yeniden yorumlamak, Yalazan’ın eserlerinde hem felsefi hem de estetik bir sorgulamayı beraberinde getiriyor. Mekân, yalnızca fiziksel bir alan olmanın ötesinde, insan deneyiminin ve toplumsal hafızanın bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Işık ise bu alanı yorumlayan, vurgulayan ve zamanla yarışan dinamik bir unsur olarak yer alıyor. Böylece, sanatçının her çalışması, izleyiciyi hem duygusal hem de entelektüel bir keşfe davet ediyor.
Yalazan ile son üretimleri ve katıldığı son sergilerden sonra genel bir perspektifte sanatı ve yaşamıyla ilgili söyleşi gerçekleştirdik.

HİKAYEYİ TEK KAREDE ANLATABİLME GÜCÜ
Sanatı, fotoğraf pratiği üzerinden üretme süreciniz nasıl başladı? Okuyucuların kafasında bir netlik olması için bize sanat ile ilişkinizin başlangıcını anlatır mısınız?
Fotoğraf benim için her zaman bir gözlem biçimi oldu. Küçüklüğümden beri çevremde olup bitenleri anlamlandırmak için görselliğe yöneldim. Önceleri resim ile ifade etmeye çalışsam da fotoğrafın anı dondurma ve bir hikâyeyi tek karede anlatabilme gücü beni daha çok çekti. Zaman içinde bu ifade biçimi, kişisel deneyimlerimi, gözlemlerimi ve tanık olduğum toplumsal olayları aktarmanın en etkili ve bana yakın gelen yollarından biri haline geldi.
Tarlabaşı’nda başlayıp günümüze gelen sanat pratiği yolculuğunuzu bize anlatabilir misiniz?
Tarlabaşı, İstanbul'un sürekli değişen, dönüşen ama aynı zamanda direnen bir mahallesi. 2013’ten bu yana burada çalışıyor ve yaşıyorum. Önceleri sokaktaki hayatı belgelemek üzerine yoğunlaştım; gentrifikasyonun (soylulaştırma) etkilerini, burada yaşayan toplulukların günlük ritüellerini, çocukların sokaklardaki varoluş biçimlerini fotoğrafladım. Bu süreç içinde protestolar, mekânsal dönüşümler ve gündelik direniş pratikleri ve çocuklar ana temalarım oldu. Son yıllarda ise bu gerçeklikleri bire bir belgelemekten çok, kurgu ve teatral unsurlarla yeniden yorumlamaya yöneldim. Çalışmalar daha çok çocuklarla oldu. Onlarla çeşitli sanat akımlarından ilham alarak workshoplar, kostüm tasarım oyunları gibi kolektif işler yaptık. İlk solo sergim “Yasak Oyunlar“, Bauhaus ve Rus avangart akımına atıftı. Bunu Tarlabaşı'ndaki çocuklarla gerçekleştirmek oraya ve fotoğrafa bakış açımı değiştirdi.
'TEK VE TENHA' PANDEMİNİN ÜRÜNÜ
Sahada sokak sanatçılığı ile başlayan serüveniniz pandemi sonrası oluşan şartlar sebebiyle kurgusal iç mekân fotoğrafçılığına evrildi. Bize bu süreci de anlatır mısınız?
Pandemi, herkesin olduğu gibi benim de üretim biçimimi radikal bir şekilde değiştirdi. Sokaklarda çalışmak imkânsız hale gelince, iç mekânda üretmeye başladım. Otel odaları, apartman daireleri ve dar alanlar içinde yalnızlık, melankoli ve zamanın belirsizliği üzerine yoğunlaştım. “Tek ve Tenha” serisi bu dönemde ortaya çıktı. Fotoğraflarımda ışık kullanımına daha fazla odaklandım ve sinematografik bir dil geliştirdim. Aynı zamanda otel odalarında geçen “Gözetleme Deliğinden" bunu izledi .
Takip ettiğim kadarıyla çok seyahat ediyorsunuz. Seyahat ettiğiniz coğrafyalarda sizi en çok etkileyen ve ilham veren hangi coğrafyalar oldu?
Seyahat etmek benim için sadece yeni yerler görmek değil, aynı zamanda farklı kültürlerle iç içe geçmek, gündelik hayat ritüellerini anlamak demek. O yüzden gittiğim yerle hep uzun yaşadım ya da sık ziyaret ettim. Ukrayna benim için özel bir yer çünkü 2019-2021 yılları arasında sıkça gidip geldim ve “Ukrayna'dan Sevgilerle” serisi burada şekillendi. Odessa’nın sinematografik dokusu, Kiev’in hem nostaljik hem direnişçi ruhu beni çok etkiledi. Bunun dışında Cape Town'un çelişkilerle dolu yapısı, sert ışığı ve hikâye anlatıcılığı açısından zenginliği üretimimi besledi.
MEKAN, IŞIK VE ATMOSFER YARATMAK
Üretim pratiğinizde mekân-ışık dualitesini sıklıkla görüyoruz. Bu üretim pratiğinizi bize anlatır mısınız?
Mekan ve ışık benim için atmosfer yaratmanın en temel unsurları. David Lynch ve Tarkovsky gibi yönetmenlerin ışık ve mekân kullanımına olan ilgim, fotoğraf pratiğime doğrudan yansıdı. Işığı bir karakter gibi düşünüyorum; bazen yumuşak ve gizemli, bazen sert ve rahatsız edici olabiliyor. Özellikle iç mekanlarda çekim yaparken ışığın duyguyu nasıl dönüştürdüğüne odaklanıyorum. Mekan ise, anlatının temel taşıyıcısı oluyor. Bir otel odası, dar bir apartman dairesi, gizemli sokaklar. Her biri karakterin ruh halini yansıtıyor. Tabii ki, cevapları feminizm, kadın bakış açısı ve karanlıkta ışık/umut temalarını öne çıkararak revize ediyorum. Mekan da, hikâyenin ruhunu belirliyor. Bir otel odası, dar bir apartman dairesi ya da terk edilmiş bir bina... Kadınların bu mekânlarla olan ilişkisini sorgulamayı seviyorum. Özgürleşme mi, hapsolma mı? Mekanın içinde var olabilmek mi, mekâna sıkışmak mı? Bu ikilik hep işlerimin merkezinde.
Kadınların tarih boyunca mekanla kurduğu ilişkiyi sorgulamayı seviyorum. Ev içleri, otel odaları, dar koridorlar... Bunlar bir güven alanı mı, yoksa sıkışmışlığın simgesi mi? Kadın bedeni çoğu zaman bu mekânların içinde şekilleniyor, gözlemleniyor ya da hapsediliyor. Ama ışık her zaman orada. Ne kadar gölge olursa olsun, bir çıkış noktası bulunabileceğini hatırlatıyor. Fotoğraflarımda ışık her zaman bir umut taşıyor. Bazen huzur verici bir kaçış sunuyor, bazen de rahatsız edici bir yüzleşme alanı yaratıyor. Ama ne olursa olsun, o ışık hep orada -tıpkı kadınların kendi hikâyelerini, sınırları aşarak yeniden yazma gücü gibi.
İÇ MEKAN MAHREMİYETİ, DIŞ DÜNYA MERAKI
Pandemi döneminde ürettiğiniz “Tek ve Tenha” serisi ve bu yıl Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi’nde gerçekleşen “Vertigo Günlükleri” sergisi hakkında üretim pratikleriniz üzerinden bir değerlendirme yapabilir misiniz?
“Tek ve Tenha“ serisi, izolasyon ve yalnızlık üzerinden ilerlerken, kadınların mekânda nasıl var olduğunu sorgulayan bir çalışmaydı. İç mekânda tek başına bir kadın figürü görmek, her zaman bir kırılganlık hissi yaratıyor ama ben bunun içinde aynı zamanda bir güç unsuru da görmek istedim. Üç hafta süresince ve bir editörle çalışarak ilk iç mekan, yarı kurgusal projemi gerçekleştirdim.
Son olarak “Gözetleme Deliğinden” seriniz üzerinden planladığınız solo sergi hakkında bize biraz ipucu verir misiniz?
“Gözetleme Deliğinden" serisi, izlenme ve gözlemlenme hissi üzerine devam eden bir çalışma. Kadınlar tarih boyunca ya görünmez kılınmış ya da sürekli bir bakışın nesnesi haline getirilmiştir. Ben bu seride, otel odalarını bir sahne, kendimi de hem oyuncu hem izleyici olarak konumlandırıyorum. Seri, Odesa'da pandemi zamanında başladı ve başka coğrafyalarda devam ediyor. Solo sergi fikrim, izleyiciyi de bir tür "gözetleyici" konumuna getirmeye dayanıyor. İç mekanın mahremiyeti ile dış dünyanın merakı arasında gidip gelen bir deneyim sunmak istiyorum. Kadınların her zaman izlenen ama aynı zamanda kendi anlatılarını kuran güçlü varlıklar olduğunu göstermek istiyorum.