Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar
Şairlerin şiirlerinde mekanın insan duygularını nasıl etkilediğine dair pek çok ipucu vardır. İnsanın kendisinden daha büyük, daha yüce bir şeye olan hayranlığı böylece hem mimarlıkta hem de şiirde buluşulan nokta olur.
Kendi mesleğim ve uğraştığım işler haricindeki en büyük meraklarım arasında edebiyat ve mimarlık var. Buna dair ip uçlarını yakın çevrem ve okuyucularım sıklıkla alıyorlar sanırım. Her iki konu da kendi uzmanlık alanlarımla oldukça ilişkili olduğundan, birbirlerini tamamlar, destekler, geliştirir ve birbirlerine ilham verir. Böylece çok sevdiğim biçimde “işim ve hayatım” ayrımı ortada kalmaz; işim hayatımdır ve ilgi alanlarımla zenginleştirdiğim hayatım da işim.
Yaratıcı pratikler için farklı ilgi alanları edinmek gerçekten de çok önemli. Örneğin birlikte yelken yapan mimar ve mekan tasarımcısı arkadaşlarım var; uyum, esneklik, takım ruhu adına çok şey kazanıyor olmalılar birlikte bu sporu yaparken. Tuhaf totemlerim de vardır benim; örneğin müzikle uğraşan veya resim yapan bir cerraha daha çok güvenirim, bilinmez neden? Doktorluk, özellikle cerrahlık bana göre oldukça yaratıcılık geliştiren bir iştir; bunu bir yana bırakırsak, bir de şöyle düşünürüm: Doktorların, özellikle cerrahların sanat alanları ile ilgili olması onları becerilerinde geliştirir, çok yönlü ve empatik düşünebilmelerini sağlar, zorlu anlarda hızlı çözümler üretmelerine imkan verir; sonuç olarak mutlak biçimde onları işlerinde iyileştirir.
Mimarlık (ve kuşkusuz tasarım) için de düşüncem geçerli. Mesleki pratiğin dışındaki ilgi alanlarının her türlüsü geliştirici ancak eğer edebiyat ile gelişebiliyorsanız, bunun yansıması mutlaka tasarımınızda hissediliyor.

Fol Yayınları tarafından yayınlanan ve mimar Celal Abdi Güzer tarafından derlenen bir “Mimarlık” serisi var. Bu kitapların her biri mimarlığı farklı bir alan ile birleştiriyor, çakıştırıyor, genişletiyor. Serinin son kitaplarından biri Edebiyat ve Mimarlık ismi ile basıldı; her zamanki gibi içinde Güzer’in haricinde farklı yazarlar mimarlık ve edebiyat etrafında gezinen yazıları ile kitabın içinde yer alıyorlar. Bu edisyonda ben de Güzer’in isteği ile kitap ve kitap kapaklarının tasarımı üzerine bir yazı ile katkı sundum.
Edebiyat ve Mimarlık kitabının giriş yazısında Güzer’den düşüncelerime destek alıyorum; şöyle diyor:
“Mimar, tasarımcı ya da sanatçı iseniz edebiyat uzak durabileceğiniz bir alan değildir. Tasarımın arka planını oluşturan düşünce anlatılmayı ve anlaşılmayı bekler. Çizimlerin, maketin yetmediği noktada devreye söz, yazı girer. Tersten gidildiğinde kent ve mekan her zaman edebiyatın ilgi alanı, çoğu anlatının arka planı, zaman zaman doğrudan konusu olmuştur. Mekan yaşamı, yaşama biçimini temsil eder. Mekan üzerinden tarihi, kültürü, ideolojileri, refah ve yoksulluğu, kimliklerimizi okur, anlatırız. Bu geçirgen ilişki mimarlığın pek çok kavramını edebiyattan ödünç almasını getirir. Dil, uyum, tezat, öykü, kurgu gibi sözcüler kesişme alanlarını tanımlar.”
Konu edebiyat olunca, tüm türleri ile birlikte mimarlık ile olan kesişime dair külliyat nerede ise sonsuz zenginlikte. Güzer’in kitapta ustaca ilişkilendirdiği “hikaye” ve mimarlığın yanında bu yayında, Buket Uzuner, Jale Erzen, Türkan Nihan Hacıömeroğlu, Beyhan Bolak-Hakan Hisarlıgil, Seçil Özcan Geylani, Ahmet Turan Köksal, Ertuğ Uçar, Hakan Evkaya, Ayşe Pınar Serin Güner-Hikmet Sivri Gökmen’in makaleleri ve Akça Yılmaz’ın Nazlı Eray ile gerçekleştirdiği bir söyleşisi var. Edinip keyifle okumanızı dilerim.
Benim edebiyat ile kesişmelerimde merakımı en çok dürtükleyen şiirdir. En ilkel duygularımın düşlerimden belirli bir ritim ve kafiye ile dışa döküldüğünü idrak ettiğimden bu yana mısralar not eder dururum. İlgimi perçinleyen isimlerden biri Ankara’daki lise yıllarımda beni İngiliz Edebiyatı ile tanıştıran değerli hocam Betül Doğruer olmuştur. Gerek eskiden yazdıklarım üzerinde gerekse bu tür üzerinde son birkaç yıldır daha da eğilmeye başladım. Daha çok şiir okuyor, daha çok yazıyor, daha çok şairi anlamaya çalışıyorum; tahmin edersiniz bu bitmeyen ancak bir o kadar da keyifli bir yolculuk ve mutlak bir amatörlük de baki.
Şiirin kökeni insanlık kadar eski. Resimden metine geçerken ilk yazıtların kısa ve kafiyeli cümlelerden oluştuğunu göz önüne alırsak, belki de sözlü ifadelerin yaygınlaştırılabilmesi için şiire başvurulduğu söylenebilir. İlk şiirler muhtemelen sözlü ve şarkı halinde ortaya çıkmıştı; hala “bir şiir okusana” deriz sıklıkla, “bir şiir söylesene” demek yerine. Bunun “gazel okumak” alışkanlığından geldiğini sanıyorum. Coğrafyamıza İran edebiyatından 13. yüzyıl dolaylarında geçen bu tür, İran edebiyatının lirik türlerinden biriydi ve belirli bir nazım ölçüsü yoktu.
Anadolu’da halk ozanları dertlerini böylesi lirik şiirlerle anlatıyordu.
İnsanlar kafiyeleri severler. Bilimsel araştırmalar, beynimizin bilgileri hatırlama işlevini yerine getirirken ses modellerini ve akustik kodlamaları dikkate aldığını belirtiyor. İşitsel olarak kafiyeli olmayan metinleri ise aynı derecede başarılı ve etkin biçimde işleyemiyor. İlkel insanlığın hikayelerini kulaktan kulağa şarkılarla, lirik şiirlerle, epik hikayelerle bize kadar ulaştırabilmesinin altında bu bilimsel gerçek yatıyor.
Tasarım profesyonellerine yüksek öğrenim esnasında gördükleri temel tasarım derslerinde öğretilen tasarım prensipleri de tasarımda benzer bir dil oluşturmanın manifestosudur. Bu prensipler arasında, vurgu, denge, ritm, oran, tekrar, uyum gibi kavramlar bulunur ki bunların tümü şiir için de geçerlidir.
Mimarlık ve şiirin bu bağlamda derin, iç içe geçmiş bir ilişişi var; her ikisi de kompozisyonu, strüktürü ve dışavurumu temel edinen iki yaratıcı pratik. Bir mimarın yapısını malzemelerle yükseltip boşluğa form tanımlaması gibi, bir şair de kelimelerle inşa ediyor ve anlamlandırıyor şiirini. Her ikisi de tasarımın temel ilkelerini dışa vurum ilkeleri olarak kullanıyorlar üretimlerinde.

Bu bağın en belirgin biçimde ortaya çıktığı şairlerden biri Fransız Paul Valery. Valery, mimarlık ve şiiri kıyaslamış, her ikisinde de detayın ve dengenin ne denli önemli olduğuna dikkat çekmişti. Hatta şiiri bir makine olarak ele almış, bir bina gibi yapımında kullanılan her bir elementin işlevine eğilmişti. Şaire göre insan kendi doğasının rezonansı ve Antik Yunan kültürüne dek uzanan bir evrensel oranlar bütünü ile değer yaratabilir, yaratıcılığını tetikleyebilirdi. Valery’e göre yaratıcı üretim zamansız olmalıydı. Felsefeci bakış açısı ile kaleme aldığı metinlerde mimari ve modernite eleştirisine önemli atkılar sunmuş şairin mısralarında da kentten, çatıdan, ışıktan, merdivenlerden, odalardan, sokaklardan bahsettiğini sıkça görebiliriz.

İngiliz edebiyatının en ünlü simalarından T.S. Eliot’un şiirlerinde de Londralı şairin yaşadığı şehire karşı benzer bir eleştirel yaklaşım geliştirdiği gözlenir. 1922 yılında beş bölüm olarak yayınlanan The Wastle Land isimli şiirinde -ki imza yapıtlarından birdir- savaş sonrası kentli psikolojisini hicvederken Londra’yı mimari unsurları ile birlikte “Unreal city” olarak tanımlar. Eliot’un şiiri de bu Sanayi Devrimi kenti gibi katmanlı, kaotik ve çok seslidir. Bir bakıma şair şiirini mimar gibi oluşturmuş, mekanikleşen ve endüstrileşen toplumun yarattığı sosyal çöküşü ve insanların itibarlarını yitirişini, mısralarında yer alan farklı seslerin, insan davranışlarının karmaşık biçimde örülmesi ile yermiştir. (Eliot bu şiiri “il miglior fabbro(1)” olarak tanımladığı Ezra Pound’a ithaf eder ve ithaf cümlesinde Antik Yunan mitolojisine de iyi bir gönderme yapar(2) ama başka bir yazı konusu!)

Çağımıza doğru yaklaşırsak Wystan Hugh Auden ile buluşuyoruz. Ben henüz bir yaşında iken yaşama veda eden bu İngiliz-Amerikan şair, mimariyi eserlerinde sıkça metafor olarak kullanan sanatçılardan biridir. Oxford Üniversitesi’nde yıllarca şiir profesörü olarak görev yapmış olan şair modern çağ eleştirisinin yanında, insan duygularını, psikolojisini, politikayı ve toplumsal olayları şiirine konu etmiştir. 1948 yılında yayınlanan “In Praise of Limestone” şiiri akademik tartışmalara sebep olmuş. Kireçtaşı metaforu ile simgelenen Akdeniz medeniyeti, hatta burada hüküm süren yaşam tarzıdır diyenlerle, şairin doğduğu yer olan ve kireç taşının coğrafyasının en belirgin özelliği olan Yorkshire’dan ilhamla şairin insanlık ve onların iç dünyasına değindiğini belirtenler…tartışmalar ne olursa olsun Auden’in kendisinin de mektuplarında değindiği bir benzerlik olan kireçtaşı şiirin temelini oluşturmuş, tüm duygusal anlatım bir malzeme üzerinden sunulmuştur. Bu eser, kendi nevi şahsına münhasır (sui generis) bir yapıt olup; uzmanlar topografik şiir olarak adlandırabilmişlerdir.
Mimarlık, mean ve şiir denince Auden’den çıkmak zor; zira şairin Thanksgiving for a Habitat ile sunduğu şiirler, şairin Avusturya’daki evinde adeta bize tur attırır. Her bir mekan ile simgeleştirilen aslında şairin yakın çevresindeki insanlardır aslında. Örneğin her yaz bir araya geldiği sevgilisi ve partneri Chester Kallman’ı anlattığı The Common Life başlıklı şiirinde Kallman’ı kaotik bir oturma odası üzerinden anlatır. Arada bir yerlerde de bu “oda”nın fazla küçük oluşundan dem vurur.
Bir evin odalarının anolojisi ile inşa edilmiş bu kitap ve içindeki şiirlerde, sadece mekanlar değil eşyalar ve insanların bu mekanlarda sergiledikleri eylemler şiirin özüdür. The Cave of Meaning’deki betimlemelerle bir çalışma odasını tüm detayları ile görselleştirebiliriz zihnimizde.

Bu şiirlerinde Auden, Antik Yunan İmparatorluğu’ndan İngiltere’ye pek çok mimari eser ve yapıttan da söz etmektedir. Acropolis, Chartres Katedrali, Albert Memorial, Blenheim, Stonehedge gibi mimari yapıtların tümünün hep aynı dili konuştuğunu, aynı mesajı verdiğini belirtir. Tekrar eve geri dönersek, insanlığı ve medeniyeti mimarlık ile bütünleştirdiği The Birth of Architecture isimli şiirinde: Kişisel alanımız kendi mülkümüzdür ve bu mülk feodal yapıdaki gibi bir toprak, mal olarak algılanmalıdır ve bu alanımızı aynı toprağımızı savunduğumuz gibi korumalıyızdır.
Şairin betimlediği Cellar, evin daha çok şarap mahzeni olarak kullanılan “aşağısı” insanlığın ilk barınağı mağara evlerle özdeşleştirilir ve bir insanı kendisi gibi kabul eden yer olarak tanımlanır. Üst kattaki çatı arası (attic) ise gereksiz fazlalıkların bulunduğu bir unutma yeri bazen de insanların hayal kurmak üzere kaçtıkları bir yerdir. Bu yapıttaki Encomium Balnei isimli şiir banyoyu, Grub First, Then Ethics mutfağı, For Friends Only, misafir odasını, To-night at Seven-Thirty yemek odasını, The Cave of Nakedness yatak odasını insan duyguları ile şairin belleğinden bambaşka algılamamızı sağlar.
Tıpkı mimari akımlar gibi şairler de belirli akımlar içinde irdelenebilir. Söz gelimi Eliot, The Wasteland şiirinde açıkça yeni yeni ortaya çıkan modernizme dair eleştirisi sunuyor. Auden ise The Shiled of Achilles şiirinde çağdaş modern yaşama alanlarını hedefine alıyor. Bu şiirdeki mısraları
“A plain without a feature, bare and brown
No blade of grass, no sign of neighbourhood,
Nothing to eat and nowhere to sit down” ile modern kentin anlamsız, dümdüz, sıkıcı, kahverengi (tuğla rengi olarak) boş yapılı halinden sıkılıyor, tek bir çim bile olmamasından, komşuluğun kalmamasından yakınıyor, oturup bir şey yiyecek tek bir yer olmamasından şikayet ediyor. Bugün bile büyük kentlerdeki durumla örtüşen bu şair dizeleri, şiiri daha da değerli kılıyor.
Akımlar üzerinden düşünmeye başladığımızda Gotik mimarlık ile romantik şairler arasında bağ kurmamak da pek mümkün değil. Gotik mimarinin yüksek ve ulaşılmaz kuleleri, kemerleri, renkli vitray camları, şairane biçimde kullandığı ışık hüzmeleri, ağır işçilikli yapı taşları bize doğa üstü ve duyguları kışkırtıcı bir his verir. Romantik şairlerin doğa ile, güneş ile olan ilişkileri, en basit duyguyu bile inanılmaz betimlemelerle detaylandırışları, dünyanın güzelliklerini yorulmadan tarifleri, bizlere sundukları renkli dünya tasvirleri ama taşıdıkları gizem ve mistizim, gotik mimari ile zihnimde tamamen örtüşüyor. Bu mimari tarz da şairler üzerinde etkili olmuş kuşkusuz. William Blake, Samuel Taylor Coleridge, John Keats gibi İngiliz şairlerinin mısralarında Gotik katedrallerin izlerini sıkça görmek mümkündür. Bu şairlerin şiirlerinde mekanın insan duygularını nasıl etkilediğine dair pek çok ip ucu vardır. İnsanın kendisinden daha büyük, daha yüce bir şeye olan hayranlığı böylece hem mimarlıkta hem de şiirde buluşulan nokta olur.
Gelecek hafta sizlerle aynı konuda ve biraz da kendi coğrafyamızdan örneklerle buluşacağım!
NOTLAR:
(1) il miglior fabbro : en iyi demirci/demir ustası
(2) “Gerçekten de Cumus'un Sibylla'inin şişede asılı olduğunu kendi gözlerimle gördüm ve o çocuklar şöyle dediler:
Σίβυλλα τί θέλεις (Sibyl ne istiyorsun?); diye yanıtladı: άποθανεîν θέλω.'(Ölmek istemiyorum)
Özlem Yalım Kimdir?
Ankara doğumlu, İstanbul’da yaşıyor ve aydınlatma sektöründe strateji ve marka yöneticisi olarak profesyonel kariyerine devam ediyor. 1995 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi aldı, tasarım mesleğinin hemen her alanında gerek kendi firmalarında gerekse çeşitli kurumsal firmalarda ve pozisyonlarda rol aldı. Sivil toplum çalışmaları gerçekleştirdi, uluslararası sergilerde koordinatör ve katılımcı olarak yer aldı, pek çok yarışmanın yazımında ve jürisinde katılımcı oldu. Aydınlatma başta olmak üzere halen tasarımla ilgili alanlarda eğitimler, atölyeler ve konferanslar vermekte. Tüm meslek yaşamı boyunca düzenli olarak çeşitli aylık mecralarda mesleki yazılar yazan tasarımcı, 2013-2015 arasında Optimist dergisinde aylık köşe yazarlığı yaptı. 2018 yılından bu yana sırasıyla Cumhuriyet Pazar, T24 ve Gazete Pencere Pazar’da haftalık köşe yazarlığı yaptı. ‘Bidebunu izle’ Youtube kanalında Şehirler/Şekiller programını, Açık Radyo’da Rotatif programını (cohost) hazırladı ve sundu. Yaratıcı endüstriler alanındaki kritikleri ve ürettiği içerikler talep üzerine halen farklı mecralarda yayınlanıyor. Bunlar arasında Arkitera, Manifold, Sanatatak, Art Unlimited, Oggusto gibi yayınlar sayılabilir. NTV kanalında yayınlanan TurkMucit yarışmasının jüri üyeleri arasında bulundu; İstanbul Tasarım Bienali’ni tasarladı ve İKSV ile birlikte hayata geçirdi. İKSV de görev yaptığı 2010-2014 döneminde iki kez Turkishtime dergisi tarafından üst üste Türkiye’nin en yaratıcı 50 profili arasında gösterildi. Kanada’da yaşayan ve çalışan bir kızı var.
Alejandro Aravena ve Venedik Bienali 19. Mimarlık Sergisi'ne doğru 01 Mart 2025
Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar III 23 Şubat 2025
Şiir ve mimarlık; Şairler ve mimarlar II 16 Şubat 2025
Yaşayan bir kültürel miras: Tim Burton 02 Şubat 2025 YAZARIN TÜM YAZILARI