'Şeylerin özü' ve Mehmet Atlı
Müzik eğer Schopenhauercu bakışla “şeylerin özü”ne, insanın en derin doğasına dair bir şeyse, Atlı’nın sanatı bunun timsallerinden biridir. Onun müziğinin yetkin, evrensel bu dili; pergelin sabit ayağını Kürt coğrafyasında basarak, öteki ucuyla bütün dünyayı dolaşmaya namzettir, diyebiliriz. Keza 30 yılın ihtişamlı bakiyesi olan bu üç “saygı” albümüne de rahatlıkla, bu durumun nişanesi denebilir.
Mimar Arata Isozaki, arkadaşı Kojin Karatani’nin anıt eseri Metafor Olarak Mimari üzerine neşeli bir diyalog aktarır. Karatani alaycı bir gülümsemeyle, bu kitabın ilk baskılarının (evvela isminden ötürü) bazı kitapçılarda “bilim/mühendislik” kısmına konduğunu, “edebiyat/felsefe” kısmına taşınmasının hayli zaman aldığını anlatır Isozaki’ye. Mehmet Atlı üzerine düşünürken mimariyi ve “tasnif edilemez oluş”u dile getirmek şimdi tesadüf olmasa gerek. Zira, ilk başlarda Atlı müziği de, belki yanlış bir raftaydı.
Mehmet Atlı bir söyleşide “Müzisyenlik mi mimarlık mı?” sorusuna, kısa bir es vererek “Zor bir soru bu” cevabıyla başlar. Sonra ekler: “Bazen hem mimarlık hem müzisyenlik, bazen ne mimarlık ne müzisyenlik”. Atlı’nın bu “hem-hem” ve “ne-ne” ikililerini sevdiğini aslında yazınsal macerasından biliyoruz. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabının Hepsi Diyarbakır – Herkesin Bildiği Kimsenin Bilmediği – (Monografik) Otobiyografik – (Otobiyografik) Monografik serbaşlığını ve altbaşlıklarını taşıması da tesadüf olmasa gerek.
Hegel’e göre mimari sanatların anasıdır. Ona göre mimari özerktir ve içine müziği, güzel sanatları, tiyatroyu ve bütün diğer alanları alır, kapsayıcıdır. Oysa Schopenhauer sanat ile felsefeyi birbirine çok yakın görür, görmekle kalmaz müziği sanatların en üst basamağına yerleştirir. Sanatın en alt basamağı da “madde ve onun doğayla ilişkisi”ni belirleyen mimaridir. Heykel ve resim ise mimarlıktan biraz farklı olarak, bu en alt basamağın biraz üstündedir. Şimdi Atlı’nın o söyleşideki “hem-hem” cevabına dönebiliriz: Müzik eğer Schopenhauercu bakışla “şeylerin özü”ne, insanın en derin doğasına dair bir şeyse, Atlı’nın sanatı bunun timsallerinden biridir. Onun müziğinin yetkin, evrensel bu dili; pergelin sabit ayağını Kürt coğrafyasında basarak, öteki ucuyla bütün dünyayı dolaşmaya namzettir, diyebiliriz. Keza 30 yılın ihtişamlı bakiyesi olan bu üç “saygı” albümüne de rahatlıkla, bu durumun nişanesi denebilir. İnsan, her zaman bu kadar rahat cümle kuramayabiliyor.
Coğrafya demişken, yine Atlı’nın söyleşilerinde ve onun üzerine sarf edilen cümlelerde sık sık rastladığımız “şehirli olmak” hattının kentlerini de işaret etmeli. Bir “başkentli”, Erganili olan Atlı’nın hem üstünde hem mana kapısında gezindiği üç şehir var: İlki memleketi olan Diyarbakır (bu isim tercihini, kitabının başlığında bizzat o tercih ettiği için bu biçimde dile getiriyorum), biri üniversite tahsili için gittiği ve sonra müzisyen/mimar olarak yaşadığı “dünyanın en büyük Kürt şehri” İstanbul, öteki de andığım iki sıfatının yanı sıra akademisyen sıfatını da eklediği Mardin. Atlı’nın müziği (ve şiiri) kanımca bu üç şehrin kentliliğini durmaksızın kat eder.
Sanat üzerine yapılan tartışmalarda, bilhassa yüzyılın başından bu yana, sanatın sanatçıya bırakılmayacak kadar değerli olduğu görüşü mevcut. Yine rahatlıkla diyebiliriz ki, bu üç albümlük bakiye birbirinden kabiliyetli ve kıymetli müzisyenin esaslı bir çağrısı olarak okunabilir. Sanata, özelde Atlı’nın 30 yıllık sanat emeğine okunaklı bir hürmet çağrısı. Bu da tesadüf olmasa gerek.
2014’te Atlı’nın “Birîn” (Yara) albümü üzerine söylediğimi tekrar etmekte beis görmüyorum: Yazdığı sözlerden edebiyatla ünsiyeti çok belli olan, yaptığı müzikle şiire, şehre yaklaşan ve bunu öyle büyük iddialar ve gürültülerle yapmayan bir müzisyen var karşımızda. Bu “yara” ne denli övülse azdır, bana kalırsa.