Şeyda Öztürk: cogito'nun kılavuz işlevi görmesini önemsiyoruz

Şeyda Öztürk ile 100. sayısını cogito’yu konuştuk. Öztürk, "cogito, akademinin, kültürel yaşamın, kurumların büyük bir yıpranma süreci içinde olduğu şu dönemde uzun süre ayakta kalmayı başarmış ve bu istikrarı veya uzun ömürlülüğü de bir parçası olduğu kurumun sunduğu imkânlara borçlu olduğunun bilincinde olan bir oluşum" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 2006’dan beri Yapı Kredi Yayınları’nda cogito dergisinin editörlüğünü yürüten Şeyda Öztürk, başta cogito kitap serisinden çıkan kitaplar olmak üzere, kitap editörlüğü de yapıyor. Bir yandan da ağırlıklı olarak kurmaca olmayan metinler çeviren Öztürk ile bir araya geldik ve cogito’nun 100. sayısını, Türkiye dergiciliğinde yarattığı etkiyi ve temsil ettiği geleneği konuştuk. 

Gerek yerel, gerekse de evrensel bazda dergicilik, gelenek kavramı üzerinden de tartışılagelir. Siz bu bağlamda, cogito’nun beslendiği geleneği nasıl tarif edersiniz?

Bu tarife ulaşmak için dergiyi ortaya çıktığı toplumsal ve tarihsel koşullara bakarak bir bağlama oturtalım. 1980’ler ve 1990’lar, ’80 darbesi sonrası düşünsel ve kültürel alanlardaki büyük hasarı onarma çalışmalarının hız kazandığı, bilgi ve düşünceyle ilişkilenme tarzlarının kültür piyasasıyla koşutluk içinde değiştiği, kültür emekçilerinin yeni oluşumlar içinde hem üretmeye hem hayatını kazanmaya çalıştığı, bu gelişmelerle birlikte yayın sayısında ve içeriğinde ciddi bir artışın ve çeşitliliğin olduğu yıllar. cogito da 1994’te Yapı Kredi Yayınları bünyesinde yayımlanmaya başlıyor “3 aylık düşünce dergisi” tanımıyla. İlk sayının editörleri Turhan Ilgaz ve Ahmet Cemal düşünce üretimine, bilgiye ve bilmeye yönelik talebi beslemeye, yaşatmaya ve sürdürmeye katkıda bulunmak, “düşünmenin pek gündemde olmadığı bir ortamda, bir düşünce dergisi olabilmek” amacını vurgulayarak sunuyorlar dergiyi okura. Bir yayıncılık faaliyeti olarak düşünce dergisi çıkarmak, “düşünmenin pek gündemde olmadığı” Türkiye’de, hem çeşitli siyasal ve kültürel nedenlerle hem de dil engeli ya da dezavantajı nedeniyle güdük ya da eksik, “geç” veya geri kalmış ya da sadece belli çevrelerle sınırlı kalmış bilgi üretimini ve alışverişini sağlamak amacıyla, bilgiyi, düşünceyi dar akademik çevreden çıkarıp daha geniş bir okur kitlesine, sosyal bilimler meraklılarına aktarmak, bir yandan da bilginin ve çeşitli yorumlarının aktarımı üzerinden Türkiye içinde ve Türkiye ile dünyanın geri kalanı arasında bir düşünce ve fikir alışverişine zemin sağlamak demek. Bu haliyle cogito, 26 yıl boyunca düşünce ve fikir üretimi koşullarının ve ilişkilerinin uğradığı değişimle birlikte kendi içeriği ve yaklaşımı da değişip dönüşmüş bir dergi.

Fotoğraf: Çiğdem Öztürk

İlk yıllarda ağırlıklı olarak yayınevi içinde ortaklaşa bir çalışmayla hazırlanan bir dergi cogito. Ve internetin henüz yaygınlaşmadığı, dolayısıyla bilgiye erişimin öncelikli olarak basılı yayınlar üzerinden gerçekleştiği bir dönem ‘90’lar. 2000’lerin sonundan itibaren sayısı gittikçe artan çevrimiçi dergiler ve siteler tarafından hemen tercüme edilip yayımlanan önemli veya “gündeme dair” yazı ve denemelerin de dosya dışı çeşitli bölümlerde yayımlandığı, kayda değer bir çeşitliliğin ve yayın yapma, yeni sözlere yer açma tutkusunun açıkça görüldüğü bir dergi. 90’lar yayın çeşitliliğin artmasıyla en önemli teori metinlerinin Türkçeye tercümesinin de hız kazandığı bir dönem ve cogito da etraflı dosyalarında Türkçede eksik olan önemli makalelerin çevirilerini yayımlıyor ve tartışmaya açıyor.

Şimdi, temel metinlerin ve daha fazlasının gayet iyi çevirilerle yayımlandığı, nitelikli yerli çalışmalarda tartışıldığı günümüz Türkiye’sinde, bir düşünce dergisinin esas amacı konuya dair farklı yaklaşımları, yeni okumaları gündeme getirmek, bir yandan da akademik yayıncılık endüstrisinin kıskaçları arasında donup kalmış metinleri okura açmak olmalı bence. Akademik veritabanlarına erişimi olmayanların okuyamadığı sayısız iyi çalışma kendi içine kapalı bir alanda duruyor. Bir yandan da son yıllarda akademik başarının puan sistemine endekslenmesi, bir meseleyi yazarak düşünme, tartışmaya açma ve hesaplaşma faaliyetini, zaman baskısının olumsuz etkilerinin öne çıktığı, kuru bir performans işine dönüştürüyor. cogito dosyalarında hem sınırlı bir çevreye açık olan, yorumlanmayı, okunmayı bekleyen “yeni” içeriği yayımlamaya hem de aynı konuları dert edinen yazılarla iletişime sokmaya çalışıyoruz.

Sorunuza daha net bir yanıt vermek gerekirse, dergi geleneği deyince benim aklıma New Left Review gibi, Telos gibi uzun ömürlü düşünce dergileri veya Annales ve Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün dergisi gibi belli ekolleri, gelenekleri temsil eden köklü dergiler geliyor ilk etapta. Bu Batılı dergiler, Batı’da bilgi ve düşünce üretimi bağlamında ele alınması gereken dergiler. cogito da şu andaki haliyle, üretimi hâlâ süren bir yayın olarak bilgi ve düşünce üretimine ve aktarımına, tartışma ortamına zemin sağlama amacını Türkiye’nin kültürel ortamının özgül koşullarında gerçekleştirme girişimi bağlamında ve “yerli” içerikle “yabancı” içerik arasındaki gerilim ve alışveriş de hesaba katılarak bu şekilde tarif edilebilir.

Hazırladığınız dosyalar, yer verdiğiniz yazar ve düşünürlerin çalışmalarını tek sayıda toplamak, uzun uğraş gerektiriyor. Nasıl bir yol izliyorsunuz? İsimleri belirlerken, bir sonraki sayıyı tasarlarken nasıl hareket ediyorsunuz? Hâsılı, Cogito’nun bir sayısı nasıl hazırlanıyor?

Yayın kuruluyla birlikte dosyanın konusunu belirledikten sonra literatür taraması başlıyor. Öncelikle hem yayın kurulu hem de iletişim içinde olduğumuz yayıncı ve yazar çevremiz üzerinden konuyu çalışan Türkiyeli yazarlarla, akademisyenlerle iletişime geçiyor, sayının genel çerçevesini sunarak katkıda bulunmaya davet ediyoruz. Bir yandan da Türkçeye çevrilmemiş ve muhakkak çevrilmesi gerektiğini düşündüğümüz yazıları, o çalışmalara cevaben yazılmış, onunla tartışan metinleri seçmeye özen gösteriyoruz. Yazarlardan da doğrudan veya dolaylı yoldan öneriler geliyor, mesela bir ya da birçok yazıda sıklıkla atıfta bulunulan yazıları da yayımlayarak konuya dair belirli bir izleği farklı bakış açılarından, kapsamlı bir şekilde sunmaya çalışıyoruz. Sayının anahatlarının ortaya çıktığı bu ön çalışma en meşakkatli aşama, onlarca metin okuyup eleme yapmak gibi yorucu ama doyurucu zihinsel çalışmayla, yazarla ve yayıneviyle iletişime geçip çeviri iznini almak için uğraşmak vb. pek sevimli olmayan bürokratik işlemler paralel ilerliyor.

Metinler belirlendikten sonra Türkçe yazılar hazırlanırken bir yandan da çeviri süreci başlıyor, hem yıllar içinde birlikte çalıştığımız çevirmenlerle (özellikle söz konusu tema üzerine çalışanlarla) hem de yeni çevirmenlerle çalışıyoruz, bu süreçte editör çevirmen arasındaki paslaşmanın iki taraf için de çok verimli olduğunu düşünüyorum. Bu esnada telif yazılar da geliyor ve bütün yazılar toplandıktan sonra redaksiyon aşamasına geçiyoruz. Bu da benim açımdan en zorlayıcı ikinci aşama, birkaç hafta süren yorucu ama zevkli bir süreç. Bir derginin her zaman iki hali var, potansiyel hali ve gerçekleşmiş hali diyelim – bir tema belirlendiği anda tasavvur ettiğiniz hali, bir de bütün yazılar bir araya geldikten sonraki son hali – bir fikir olarak sayıyla reel sayı arasındaki fark (çünkü muhakkak yetiştirilemeyen yazılar da oluyor veya bir yazardan beklediğinizden çok farklı bir yazı gelebiliyor, vs.) derlemenin olmazsa olmazı. Redaksiyon bittikten sonra grafik süreci bir iki hafta kadar sürüyor, o sırada bir son okuma yapılıyor, bir de matbaadan gelen prova baskının son okuması var; sonra kapak seçimi, başlık seçimi ve sunuş yazısı. Dergi matbaadayken bir sonraki sayının çalışmaları başlıyor.

Türkiye gibi düşünce yayınlarının pek konuşulmadığı, okunmadığı bir ülkede yirmi beş yılı aşkın bir süredir bir düşünce dergisi üretiyor olmak nasıl bir duygu?

Ben derginin editörlüğünü 50. sayı civarında devraldım, bu ay içinde 100. sayıyı yayımladık. Büyük bir sorumluluktu benim için, başından beri takip ettiğim ve birkaç çeviriyle katkıda bulunduğum bir derginin editörlüğünü üstlenmek ve hakkını vererek devam ettirmek. Bu işi yayınevinde bir yandan da kitap editörlüğü yaparken öğrendim. cogito editörlüğü çalışmalarımı, özellikle metin seçme ve okuma mesaisini severek yapıyorum, benim diğer çalışmalarımı da besleyen ve yönlendiren, zihinsel dünyamı zenginleştiren bir uğraş. Ama nihayetinde belli bir süre içinde halledilmesi gereken, belli başlı üretim ilişkilerine ve kurallarına tabi, yetiştirme baskısının bazen dayanılmaz bir hal aldığı, çok zorlayıcı olabilen bir iş dergi editörlüğü. Bir de Türkiye için görece büyük bir kitle tarafından takip edilen ve okunan, çalışılan bir düşünce dergisinin editörü olmanın verdiği büyük sorumluluk var. Ama bunca yıldan sonra hâlâ, matbaadan yeni gelmiş dergiyi elime aldığım an hem kaygılanıyor hem heyecanlanıyorum.

Cogito 100. sayısı.

'SON YILLARDA DOSYA SEÇİMLERİNDE DÜNYADAKİ GENEL KRİZ ORTAMI BELİRLEYİCİ OLDU'

Ele aldığınız, tartıştığınız kavramları neye göre belirliyorsunuz? Ülkenin ya da dünyanın içinde bulunduğu gündem ne derece önemli?

Genelde tema kendini dayatıyor. Son yıllarda dünyadaki genel kriz ortamı belirleyici oldu dosya seçimlerinde – azınlıkların ve “ötekilerin” yaralanabilirliği, queer kuram, sivil itaatsizlik, iklim krizi, insan sonrası tartışmaları üzerine sayılar böyle ortaya çıktı. Senede bir veya iki senede bir yayımladığımız özel düşünür sayıları dışında bir yandan da dışarıdan dosya önerileri oluyor, birkaç sayımızı böyle hazırladık. Yayın kurulu üyelerimizin bizzat hazırladığı dosyalar var; Hermeneutik, Bourdieu, Derrida, İmajı Düşünmek, Kötülük, Aristoteles ve Aristotelesçilik, Laiklikten Sonra sayıları vs.

Dışarıdan gelen dosya önerilerini değerlendirirken özellikle şu kriterleri yerine getirip getirmediğine bakıyoruz çoğu zaman: Disiplinlerarası bir yaklaşım gözetiliyor mu, yazarlar ve konu başlıkları açısından geniş kapsamlılık ve çeşitlilik var mı, kısır bir bilgi aktarımından çok belli bir kaygıyla, sorumluluk hissiyle yazılmış yazılardan mı oluşuyor vs.

Bugün, gerek akademik, gerek entelektüel tartışmalarda, bir konu ya da kavram hakkında fikir sahibi olmak için, o kavram ya da konuyu ortaya atan kişinin çalışmalarından önce cogito’nun hazırladığı dosya öneriliyor. Siz, bu başarıyı nasıl yorumluyorsunuz?

Bir derginin pek çok sayısının tekrar baskı yapması hem dünyada hem Türkiye’de pek rastlanan bir şey değil. Türkiye’de düşünce ortamını zenginleştirecek, tartışmalarda kılavuz alınacak yazılar içeren sayılar hepsi. Bu başarıyı da konuyu olabildiğince etraflı, çoğulluğu gözeten bir şekilde ele alma ilkesine, nitelikli yazı ve çevirilere, disiplinlerarası yaklaşıma ve hem yayın kurulu üyelerinin hem de editörün çalışma alanlarının çeşitliliğine ve düşünce gündemini takip etmesine bağlıyorum.

'COGİTO'NUN ARAŞTIRMA PRATİĞİ VEYA İMKÂNI OLMAYAN OKURLAR İÇİN KILAVUZ İŞLEVİ GÖRMESİNİ ÖNEMSİYORUM'

Kültür ortamımızdaki kuraklığı düşündüğünüzde, dışarıdan bir gözle bakarsanız, cogito’nun temsil ettiği değeri nasıl yorumlarsınız?

cogito, akademinin, kültürel yaşamın, kurumların büyük bir yıpranma süreci içinde olduğu şu dönemde uzun süre ayakta kalmayı başarmış ve bu istikrarı veya uzun ömürlülüğü de bir parçası olduğu kurumun sunduğu imkânlara borçlu olduğunun bilincinde olan bir oluşum. Bazı sayıları 19., 20. baskıyı gören, eğitimcilerin okuma listelerine dahil ettiği, sosyal bilimler ve beşeri bilimler alanında bir kaynak yayın. Ben en çok, meraklı, çalışkan ama araştırma pratiği veya imkânı olmayan ya da işe nereden başlayacağını bilemeyen okurlar için, aynı zamanda lisans ve yüksek lisans öğrencileri için bir kılavuz işlevi görmesini önemsiyorum – hem yazıların içeriğiyle hem de kaynakçalarla.

Uzun yıllardır cogito’nun editörüsünüz. Bundan 50 yıl sonra bu derginin editörlüğünü üstlenecek kişiye, tek paragraflık bir mektup gönderecek olsanız ne yazarsınız?

50 yıl sonra yayıncılığın veya dergiciliğin nasıl bir şekil alacağını, düşünsel üretimin koşullarını tahmin etmek imkânsız – pratik bir önerim olabilir: Sunuş yazısını yazma işini en sona bırakmasın.

Aynı zamanda bir çevirmen ve yazarsınız. Günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız bir çalışma var mı?

Günlerim evde çalışarak, senelerdir vakitsizlikten ihmal ettiğim kitapları okuyarak geçiyor. Herkes gibi, hayatımızda pek yeni bir şeyin olmamasından, güzel tesadüflerin seyrekleşmesinden, sadece çok yakın çevremle temas içinde olmaktan mustaribim. Şu sıralar derginin 2021’de yayımlanacak sayılarının hazırlıkları sürüyor. Yayınevinde editörlüğünü üstlendiğim iki büyük kitap üzerine çalışıyorum. Bir yandan da Adorno ve Horkheimer’in 'Aydınlanmanın Diyalektiği' kitabını çeviriyor, onunla ilgili okumalar yapıyorum. Uzun zamandır bir kenarda bekleyen bir iki yazı var, bu kış onları tamamlamayı umuyorum.