Nevşehir'de tamam olmak

Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesine ulaşmak üzere Ankara’dan yola çıktık. Yolun kendisi başlı başına macera.

Google Haberlere Abone ol

Yalnız kaldıysan

Kalkıp pencerenden bir bak

Güneş açmış mı?

Yağmur düşmüş mü?

Dön bak dünyaya

Pinhani

Nevşehir’in şehrini değil, “Nev”ini ziyaret edeceğiz bugün. Nev yeni demek, tazelenmek demek bir nevi. Nevşehir’de nerede yenilenilir peki? Kalabalığı takip et!

Akın akın geliyor insanlar! NE-DEN?

Aramak için, bulmak için?

Bulmak için, kaybetmiş olman gerekmez mi? Hiç yoktan arayamaz, sıfırdan başlayamaz mısın? Hiç görmediğin, koklamadığın, tatmadığın, işitmediğin, dokunmadığın, hissetmediğin, bilmediğin bir şeyi nasıl arayabilirsin ki? Kim bilir belki de başından beri biliyorsundur!

Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesine ulaşmak üzere Ankara’dan yola çıktık. Yolun kendisi başlı başına macera. Gölbaşı’ndan Beynam Ormanı yönüne dönüyorsun; tabiri caizse, İç Anadolu’nun göğüs kıllarının arasından geçiyorsun. Malum, bozkır pek ağaçlık yer değil. Balâ Ankara, ardından gelen Karakeçili ise Kırıkkale sınırları içinde. Hemen ardından Köprüköy geliyor. Kızılırmak’ın en dar olduğu noktada Çeşnigir Köprüsü’nü inşa etmişler Anadolu Selçuklular on üçüncü yüzyılda. Büklükale Ören Yeri, o güzelim köprüye tepeden bakıyor. Anadolu’nun her karışı kendisini ziyaret edelim diye sana ve bana sesleniyor. Çeşnigir köprüsü evime bir saatçik mesafedeymiş de önünden geçinceye dek haberim bile yokmuş.

.

Kırşehir sınırlarına girdik, biraz sonra Kaman’a ulaşacağız. Ceviziyle ünlü bu ilçede, Japonya dışındaki dünyanın en büyük Japon Bahçesi olduğunu biliyor muydun, peki Kalehöyük’ü hiç duymuş muydun? Bahçenin içinde aynı bu höyüğün şekline özenerek yapılmış toprağın içine gömülmüş bir arkeoloji müzesi ve Japon Anadolu Arkeoloji Enstitüsü yer alıyor. Müze’de Kalehöyük, Büklükale ve Yassıhöyük’ten çıkarılan eserler sergileniyor.

Moğolların Doğu’da Japonya, Batı’da Anadolu kapılarına dayanmasının; önüne gelen bütün uygarlıkları hallaç pamuğu gibi dört bir yana fırlatmasının üzerinden tam sekiz yüzyıl geçmiş. Asya’nın en uzak iki ucundaki bu iki ülke Türkiye ve Japonya’nın İç Anadolu’nun göbeğinde Kalehöyük kazılarında tekrar buluşmaları sence de ilginç değil mi? Mukadderat…

Kızılırmak Havzası’ndayız. İlkokuldan hatırlıyor musun havza ne demek? Anlamadan ezberlediğimiz pek çok şey gibi unuttuklarımız listesinde yerini almış bile. Bir akarsuyun bütün kolları ile birlikte beslendiği alanmış havza, yoksa beslediği mi desek. Türkiye sınırları içerisindeki en uzun nehir olan Kızılırmak, yetmiş beş bin kilometre karelik havzasında; Sivas Tödürge Gölü, Kayseri Palas Gölü ile Sultansazlığı, Kırşehir Seyfe Gölü ve Hirfanlı Barajı, Ankara Beynam Ormanı ve Samsun Kızılırmak Deltası’nı barındırıyor. Birbiriyle alakasız gibi görünen bu topraklar adeta sudan bir kök ile birbirlerine bağlılar.

Gazetelerde yazılıp çiziliyor ya hep, nehirlerin havzasıyla oynamayın, en ufak bir müdahale hiç düşünmediğin bir yerde olmadık olumsuz sonuçlar doğurabiliyor diye. Suya bütüncül yaklaşmak gerek. Bu da bir yaşam felsefesini gerektiriyor elbette.

Kızılırmak, Erzincan il sınırına beş kilometre uzaklıktaki, Sivas’ın İmranlı ilçesi Kuz köyünde doğuyor. Tam dokuz ilden geçen, üzerinde sekiz baraj bulunan nehrin, Samsun’un Bafra ilçesinde Karadeniz ile buluşması için bir hilal ya da orak çizerek neredeyse tüm İç Anadolu’yu fethetmesi gerekiyor. Geçtiği her dönemeçte kendisine yeni dere ve ırmakların katılmasıyla besleniyor, besliyor, hayat buluyor ve hayat veriyor.

Adını suyunun renginden alan, Hititlerin Marassantiya dedikleri, antik çağda ise tuzlu akarsu anlamına gelen Halys adıyla anılan Kızılırmak’ın kâh yanından, kâh üstünden geçerek; zaman zaman gözden uzak, ancak görmesek de yakınımızda olduğunu hissederek Hacıbektaş’a varıyoruz. Eski adıyla Sulucakarahöyük’e ulaşmamız iki buçuk saat sürdü, oysa Horasan’dan yola çıkan Hacı Bektaş’ı Veli’nin buraya varması aylarını belki yıllarını almıştı.

Önce Mekke’ye giderek hac görevini ifa eden Bektaş “hacı” unvanını alır. Dönüşte Necef’i ve Kerbelâ’yı ziyaret edip Anadolu’ya geçer… Hacı Bektâş-ı Velî, Çepni oymağına mensup konar göçer birkaç evin kışlığı durumundaki Sulucakarahöyük’e gelir ve Kadıncık Ana’nın evine misafir olur. Bu arada kerametleriyle dikkat çeker. Geçimini sağlamak için köyün sığırlarını güder. Bir müddet sonra bugünkü dergâhın yerinde ilk inziva mahalli olan Kızılca Halvet’i yapar.*

.

1964 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yapılan restorasyondan sonra müze olarak açılan Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi’nde, kendi zamanından geriye kalan en eski yapı Kızılca Halvet. Kızılca Halvet’in hemen yanı başındaki türbe yolumuzun son noktası. Öyleyse gel en başa dönelim, suyun başını tutalım.

Bektaşilikte birçok simge var, bunlara külliye boyunca geçeceğimiz üç avlunun değişik yapılarındaki taşlara kazınmış halde rastlayacağız. Meydandayız, karşımızdaki devasa kapının dış yüzünde onarım öncesinde bulunan kitabede "Burası aşıkların kabesidir. Eksik gelen tamam olur" sözleri yazılıymış.** Dalıyoruz kapıdan, Nadar isimli birinci avludayız. Zamanında burada yer alan Ataevi, Ekmekevi, Hamam, Tuvalet, Mihmanevi ve Çamaşırhanenin yerinde yeller esiyor.

1826 yılında Yeniçeri Ocağını kapatıp, Bektaşiliği yasaklayan Sultan II. Mahmut, çıkardığı 11 Ocak 1827 tarihli fermanla, "Anadolu'daki bütün Bektaşi tekkelerinin türbe mahalleri hariç bütün binalarının yıktırılmasını; eşya, emlak ve diğer gelirlerine el konulmasını" emretmiştir. Birçok Bektaşi tekkesi camiye dönüştürülmüş ve daha çok Nakşibendi tarikatına mensup şeyhlerin idaresine bırakılmıştır. 1839'da tahta çıkan I. Abdülmecid (1823-1861) döneminde Bektaşi tekkeleri yeniden canlanmıştır. Sultan Abdülaziz, 1862 yılında İstanbul'dan gönderdiği mimarlar ile yapı topluluğunu ve türbeleri onartmıştır. Sultan II. Abdülhamit de 1895'te dergâhı onartmış, genişletmiş ve bugünkü durumuna gelmesini sağlamıştır.**

Hemen sağda yer alan Üçler Çeşmesi 1902 yılında inşa edilmiş.

.

Bu çeşmenin etrafı renkli taşlarla bezenmiş; çeşmenin tepesine 12 dilimli Hüseyni Tacı, çeşme üzerine ise Mühr-ü Süleyman olarak adlandırılan altı köşeli yıldız motifi eklenmiştir. Bir çember içinde, altı adet uç oluşturan birbirine geçmeli iki üçgen ve ortalarındaki altı dilimli gülden oluşan bu motifte, “Gülün evrenin şifresi olan sevgiyi, yukarı bakan ucun ateşi yani yanlışı, aşağı bakan ucun suyu yani doğruyu temsil ettiği; hayatın doğru ve yanlışların çatışmasından ibaret olduğu” anlatılmaktadır.

Başka söze ne hacet. Hayatın en temel sorusunun yanıtı bir simgede anlatılmış. Sabah uyandın, hatta daha uyanmadın, rüyanda bile aynı mesele. En basitinden en karmaşığına, sürekli verilmesi gereken kararların evreninde bu insancık ne yapacak? Onu mu giysem, karnımı nasıl doyursam, o yoldan mı geçsem, hangi kelimeyi seçsem, bu konuyu mu açsam… Felsefenin en temel sorusu: “Onda bunda şundadır, mavi boncuk kimdedir?”

İkilemin daimî çözümü demek ki güldeymiş, sevgideymiş. Ne menem şey bu sevgi? Olmamışız daha biz! Öyleyse gezmeye, öyleyse pişmeye devam. Suyu takip edelim, ateşe ulaşalım hadi gel. Birinden birini seçmek zorunda değiliz ki, her ikisine de yerinde, zamanında ve kararında kucak açtıkça…

.

Nerede kalmıştık, bizi en sondaki türbeye götürecek hayatın başındaydık, suyu takip ediyorduk. Üçler çeşmesi zemindeki oluktan ikinci avluya geçerken Üçler Kapısı’ndan yani ikinci kapıdan ikinci avluya, Dergâh Avlusu’na dalıyoruz. Hemen sağımızda Aslanlı Çeşme. Yine üç musluktan yalağına kavuşan su, aynı oluğu takip ederek tam karşımızdaki havuza boşalıyor?

Dergâh Avlusu’nun sağında Aşevi. Bektaşilikte yemek pişirmek, insanın pişmesi yani olgunlaşması anlamına da geldiği için Aşevi dergâhta önemli bir yer tutuyor. Aşevi Babası da rütbe olarak en üst sırada yer alan Dedebaba’dan hemen sonra geliyor. Buzdolabının olmadığı bir dönemde soğuk havanın özel yöntemlerle korunduğu müthiş bir mimari yapının koridorlarında geziniyoruz. Zeminde, aradaki odalarda, her yerde bir mezar ve sahibine ilişkin hikayeler etrafımızı sarıp sarmalıyor. Hayat ve ölüm, ateş ve su, koyun koyuna deneyimleniyor Hacıbektaş’ta.

.

Avlunun solunda, Meydanevi yer alıyor, tekkenin en önemli bölümlerinden biri. Tarikata intisap edilen mekandayız. Kendim anlamıyorum ki, nasıl anlatayım uçsuz bucaksız bu hayat felsefesini sana. O derinliklerden gökyüzüne açılan muhteşem çatının altındayız. Bingi tekniği ile inşa edilen güzelim tavanın benzerini daha önce ilk defa Erzurum’da görmüştüm. Koca koca ağaçlardan adeta sepet örmüşler, basamak basamak göklere yükselesin diye. On iki makamı simgeleyen postlar, levhalar, Bektaşi tahtı, müzik aletleri, tablolar, eski siyah beyaz fotoğraflar, mühürler ve diğer etnografik eserlerin sergilendiği iç içe odalardan geçiyoruz. Tek yapabileceğim ağzına bal çalmak, ana yemeği yemek, bir nebze olsun pişirmek istiyorsan kendin gelip gezmelisin.

.

Su -her yerde candır amma Doğu’da bir de canandır- oluğunda akmaya devam etsin, üçüncü kapıdan, üçüncü avluya yani Hazret Avlusu’na geçiyoruz. Tam karşımızda Pirevi. Tekke’ye hizmet etmiş Dede ve Babaların mezarlarının da bulunduğu en geniş mekandayız. Hemen sağda külliyenin en eski yapısı olan Kızılca Halvet, Hacı Bektaş-ı Veli’nin çilesini çektiği minicik hücre yer alıyor. Veee Kırklar Meydanı, yüksek tavanı işlemeli ahşap, duvarları kalem işi bezemelerle süslü. Ejderha başlarının fışkırdığı Kırkbudak Şamdanı, Hz. Ali’nin el yazısı Kur’an-ı Kerim’den bir sure, İran Şahı’nın adağı ipek halı, sancaklar, fincan takımları ve Bektaşiliğe dair anlam yüklü birçok simgesel ve işlevsel nesne… Yüzyıllardır göbeğinde yaşadığımız kültürümüzün can damarlarından birinden ne kadar uzak kalmışız diye içimden geçirmeden edemiyorum. Yasakla, savaşla, ibadetle, aşkla, dolu dolu yaşanmış yüz yıllar, Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesinde huzura eriyor.

Su, oluğunun içinde yoluna devam edip türbenin dışında bir yerlerde, kim bilir nerede toprağa ve elbette ve kesinlikle bir gün Kızılırmak’a karışıyor.

Ateş ve su gönlümüzde, dönüş yoluna giriyoruz. Son durağımız hayat ve ölümün kaynağı Tuzköyü. Köyün içinden geçip ak bir genişliğe ulaşıyoruz. Çocukluğunu, tuzun kaynağı denizin kıyısında geçirmiş biri olarak, daha önce hiç kaya tuzu sahasında bulunmamıştım. Siyah ve beyaz damarlı mermer gibi, ancak daha kristalli, parlak ve keskin bir yapısı var kaya tuzu bloklarının. İçimde bir ses yolculuk daha bitmedi diyor.

Bir çuval tuz alıp evimize döneceğiz. Ortalıkta kimsecikler yok. Bembeyaz bir sessizlik. “Bir çuvalı kapsak, parasını bıraksak hırsızlığa girer mi?” ne de olsa her yer çuval çuval tuz. İnsanız işte düşündüğüme bak, o ruhani andan sonra geldiğimiz nokta bir çuval bir de kefen.

Adam, orta boylu, canhıraş küçücük motosikletiyle teatral girişini yapıyor tuz deryasına. “Yasak!” diyor Yaşar Abi “Buraya girmek yasak.” Hafif kızgın, sorumluluk hissiyle kızışmış. Meğerse her yerde kamera varmış üretim alanında, bizi görür görmez koşup gelmiş. Biz ne bilelim, ortada yok ki bir kapı, her yer giriş, her yer çıkış. Hararetli bir sohbet başlıyor, tuzlar buzlar eriyor. O kadar çok görmek istiyorum ki tuz madenini. “Hadi” diyor “Gelin götüreyim sizi madem.” İçtenlikli merak tüm kapıları açıyor.

Turkuazdan nefti yeşile uzanan su çukuruna doğru inmeye başlıyoruz. Güneş iyice alçalmış, bulutların arasından ışıklarını salmaya çalışıyor. Mutlak bir sessizlik. Tuz aynı kar gibi fısıltıları bile emiyor. Çukur’un en dibinde gölet, tam karşısında karanlık mağara ve tepesinden şıp şıp akan damlalar. Biraz önce gördüğümüz tuz kayalarının çıkarıldığı tuz dağının bağrındayız.

Hayata hayat katan tuzun acıması yok, ifrata kaçılırsa öldürüyor. Tuz göletine ne şekilde geldiği muamma su kaplumbağasının cesedi son yolculuğuna sükûnet içinde yüzüyor. Yusufçuğun kanatları tuz kristallerinin içine hapsolmuş. Ortada ne can var ne de canan, ölüm kol geziyor.

.

Akın akın geliyor insanlar, hayvanlar! NE-DEN?

O buzdan, gri beyaz mezarın içinde bir ses yükseliyor, billur gibi. Gökten inen disko topunun mozaik camlarından yansıyan ışıklar ortamı yumuşatıyor. Buyurun konser alanımıza. Pinhani söylüyor:

Asla vazgeçme!

Kalkıp da pencerenden bir bak

Güneş açmış mı?

Yağmur düşmüş mü?

Dön bak dünyaya****

NE-DEN gelecekler? Aradıkları NE ise O’NU bulmak için.

* https://islamansiklopedisi.org.tr/haci-bektas-i-veli

** https://www.hacibektas.net/index.php?id=hacibektas_veli_muze

*** Pinhani’nin şarkısını dinlemek için  https://www.youtube.com/watch?v=p2zNzsPXcHs

Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]

Etiketler Kırklar Meydanı