Eyüp'te rüya Kariye'de uyku

Eyüp Sultan Türbesi’nin kalbindeyim. Pencerenin dışındaki demir parmaklıklardan, huşu içinde insan suretleri içeri bakıyor. Kimisi dünyanın öbür ucundan gelmiş ziyarete, kimisi mahalleli samimi olmuşlar, yoldan geçerken uğrayıveriyorlar: “Ne olur babam sağlığına kavuşsun, kızım sınavını geçsin, oğlum evlensin mutlu bir yuva kursun, eşim iş bulsun, bugün evlatlarımın karnı doysun…”

Google Haberlere Abone ol

Altı ile on iki yaşındaki iki oğlan çocuğuna.

Ve babama. Yaşasaydı bedeni 80 yaşında olacaktı.

Gönlüm heves-i zülf-i siyehkâre düşürdüm

Mürg-i dilimi âteş-i hicrâne düşürdüm

Gül şevkine bîtâb bugün nâleler ettim

Sad-pâre dili gonca-i gül-fâme düşürdüm*

Zınk diye uyandım.

Sabahın körü.

Saat beş.

Üç adam, üç yol, üç vakit.

Bir Arap, bir Fransız, bir Bizanslı.

90 yaşında! taaa Arap Yarımadası’ndan kalkıp geliyor Konstantinopolis’e.

27 yaşında bahriyeli. Fransa nere, harem nere? Çerkez kızı Aziyade’nin aşkının peşinde.

50 yaşlarında. Karun kadar zengin, varını yoğunu yatırıyor büyük aşkı Khora Kilisesi’ne.

İstanbul’da tutkularında buluşuyorlar.

Bugün Eyüp’ten başlayıp, Pierre Loti Tepesi’ne tırmanacağız, yolumuz Kariye Müzesi’nde son bulacak. Hazır mısın?

Söylenegelir ki, Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in can hocası, bilge kişi, rüyasında görmüş Eyüp Sultan’ın ebedi istirahatgahını. Tam dediği yeri kazmışlar, üzerinde Eyüp Sultan’ın adı yazılı bir mermer parçası bulmuşlar.

.

Hicret sırasında, herkesin Hz. Muhammed’i evinde ağırlamak istediği zaman, peygamberin devesi Eyüp Sultan’ın (Hz. Halid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî) evinin önünde diz çökmüş. Arkadaş dost anlamlarına gelir sahabe. Hz. Muhammed'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş ve Müslüman olarak ölmüş kimselere sahabî ya da sahabiyye denir.

Hz. Muhammed’in bütün gazalarında bulunan Eyüp Sultan, 90’lı yaşlarında olmasına rağmen at sırtında İstanbul kuşatmasına katılmış. Sefer sırasında ecelin kapıda olduğunu anlayan sahabi, şehit olmadan önce etrafındaki Müslüman askerlere vasiyette bulunarak mezarının surlara en yakın noktada kazılmasını istemiş. İstanbul fethedilemediği takdirde kendilerinden sonra gelecek Müslüman askerler için kabrinin bir sınır taşı olmasını vasiyet etmiş.

Baktım otobüsün kalkacağı yok, trafikte varmam yarım saati bulacak atladım Eminönü’nden bir taksiye, başladık sohbete.

- Ne kadar sürer Eyüp?

- On, hadi bilemedin on beş dakika.

- Amca senin adın ne?

- Eyüp.

Hoppalaaa… Bir irkildim.

.

Anneme küçüklüğümden beri onlarca kere anlattırdığım, her defasında dizinin dibinde, sanki sonunu bilmiyormuş gibi dinlediğim aile anımız geldi aklıma. Dedem, anneannem, teyzem ve annem, yıllar önce İzmir’den kalkar Nasreddin Hoca’yı ziyaret için Akşehir’e giderler. Yolda kaybolurlar. Göz alabildiğine düzlük arazi, ortadan geçen tek bir yol, iki taraf tarla. Az ileride eşeğinin üzerinde ak sakallı dede tıngır mıngır onlara doğru yaklaşıyor. Dedem zınk diye durduruyor arabasını, yaşlı adama soruyorlar Nasreddin Hoca’nın yerini. “Ahhh evladııım, çoook geçmişsiniz çoook.” diye yanıt verip, eşeğiyle devam ediyor yoluna. Bizimkiler düşünüyorlar ne yapalım geri dönelim mi diye. Beş saniye geçmiyor ki, dönüp arkalarına bakıyorlar, ortada kimse yok!

Annemden başkası anlatsa asla inanmam. Bugün bile bu satırları yazarken tüylerim diken diken oluyor. “Bir şeyi hayatta çok iste, olmayacak şey yoktur.” derler, inanırım. Ya sen?

Oflu çıktı şoförüm Eyüp Amca, dedesi vermiş adını, zaman nasıl geçti anlamadan vardık Eyüp’e. Ana yolda inince meydan hemen ileride. Yaşlılar yürümesin diye belediye küçük arabalar tahsis etmiş, caminin dibine kadar bırakıyorlar. İki gün süren sulu kardan eser yok. Devasa çınarların yapraksız dallarına teslim olmayan güneş ışınları her yeri kucaklıyor. Güvercinler, meydandaki havuz fıskiyelerinin altında yıkanıyor, sanki bahar. Caminin iki yanı el emeği göz nuru dantel mezar taşları ile çevrelenmiş. Tarih, topraktan kelimenin gerçek anlamıyla fışkırıyor. Önce camiyi ziyaret ediyorum. Herkes ibadet halinde. Ne için dua ediyor bu insanlar, ne için yakarıyorlar?

Nur yüzlü, beyaz sakallı amcalardan kısmetim açıldı bugün. Koskoca camide gelip dibime oturuverdi. Otuz iki dişi tekmil ortada.

- “Gud mosk, foto, foto”**

- Selamünaleyküm amca, ben var Türk olmak.

Mahcup bir tebessüm. Güneş gülüyor, insanlar gülüyor, gün gülüyor. Öylece, huzur içinde, hiç konuşmadan dakikalarca oturduk kıpırdamadan, sadece ileriye, geleceğe baktık. Sanki yıllar öncesinden tanışıyormuş gibi. Belki bir daha hayatta hiç karşılaşmayacağız, asla tekrar görmeyeceğiz birbirimizi, aynen sokakta her an yanından geçip gittiğimiz, adına İstanbul denen milyonluk insan yığını ile hep olduğu gibi.

Eyüp Sultan Türbesi’nin kalbindeyim. Pencerenin dışındaki demir parmaklıklardan, huşu içinde insan suretleri içeri bakıyor. Kimisi dünyanın öbür ucundan gelmiş ziyarete, kimisi mahalleli samimi olmuşlar, yoldan geçerken uğrayıveriyorlar: “Ne olur babam sağlığına kavuşsun, kızım sınavını geçsin, oğlum evlensin mutlu bir yuva kursun, eşim iş bulsun, bugün evlatlarımın karnı doysun…”

.

Var mı bir farkı birbirlerinden; Eyüp’te, Efes’teki Meryem Ana’da ya da Hindistan’da, Meksika’da, Japonya’da yakaran insanların.

Ne güzel yer burası. Louvre’da, British Museum’da camekanlar içinde sergilenen İznik çinileri, dört bir yandan el sallıyor, çekinmeden dokunuyorsun. Yer gök lale, karanfillerin asla solmadığı renk cennetindesin.

Sabahın körü, saat beş. Zınk diye uyandım yine. Önemli bir toplantım var, ondan mı acaba, heyecandan mı?

Açmaza düştüğümde “Bu benim oğullarımın başına gelseydi onlara ne nasihat ederdim?” diye düşünürüm. İşte o zaman zihnim açılır, yanıtlar kendiliğinden boca olur. İki döndüm, üç, dört, beş. Amma darmış bu yatak. İçim içime sığmıyor ki ben şilteye sığayım. Geldi yanıtım.

Baba eğildi kulağına, elini omzuna koydu: “Yüreğini geniş tut oğlum. Hepsi geçecek.”

Yüreğimde hissettim desteğini, içim ısındı. Huzur içinde uykuya daldım. Amma velakin, o haberi aldığımdan beri her gün sabaha karşı uyanıyorum yine. Acaba onlar da hayallerinde hissedebilecekler mi babalarının elini omuzlarında? Biri altı, diğeri on iki yaşında pırıl pırıl iki oğlan çocuğu.

Eyüp Camisi’nin arka tarafında, külliyenin bağrında küçük küçük yollar beliriyor. Her yer mezarlık. Denizden tarafa Haliç’in içlerine doğru bir iki dakika yürüyünce Pierre Loti’ye çıkan teleferiğe geliyorsun. Farklı bir ülkede gibisin. Sırada beklerken tur rehberlerine soruyorum hangi ülkeden bu insanlar diye. “Abi turist azalınca hac şirketleri İstanbul üzerinden umreye gidenlere promosyon geziler ayarladı, işte, bir iki günlerini İstanbul’da geçiriyorlar.”

Pek güzel, bilet sırasına girmeye gerek yok, İstanbul Kart ile binebiliyorsun teleferiğe. Benim aracıma düşen ve belki ortamda bulunan yegâne yerliler aralarında konuşuyorlar turistlerin nasıl koktuklarına ilişkin. Konuşulmazdı böyle şeyler ulu orta eskiden. Eleştirmek kokmaktan daha ayıptı. Görürdün kör, duyardın sağır olurdun. Yargılamak öyle bir koku ki, burnunu tıkayamıyorsun.

Ölüler diyarının üzerinden yavaş yavaş yükseliyoruz. Tepeye vardığımızda masalarca insan, Haliç’ten tarihi yarımadaya doğru çaylarını yudumluyor, tost yiyor, gözlemeleri löpürdetedururken ayran içiyorlar. Kabristana nazır! Sürrealist bir manzara. Uzun ince yoldan yavaş yavaş aşağıya sallanıyorum. Kimler yok ki sakinleri arasında, Ahmet Haşim, Mareşal Fevzi Çakmak, Lala Mustafa Paşa, Necip Fazıl Kısakürek, Sokullu Mehmet Paşa, Zekai Dede Efendi. Bir zamanın meşhurlarının çıtları çıkmıyor. Oysa kim bilir neler neler yaşadılar, kimlere neler neler yaşattılar acısıyla, tatlısıyla. Bir tek Zekai Dede Efendi’nin sesi duyuluyor besteleriyle. Zeki Müren öyle derin söylemiş ki, kulakta pasın zerresi kalmıyor: Gönlüm heves-i zülf-i siyehkâre düşürdüm. Hadi gir hemen internete, hem dinle hem de okumaya devam et.*** Aramışken bir de Sabite Tur Gülerman’dan dinleyiver. Ahhh babacığım, bir zamanlar duymadığımız, bize çok uzak gelen bu makamlar, şimdi ne kadar tanıdık oluverdiler…

Kariye Müzesi, orijinal adıyla Khora Manastırı; iki, hadi bilemedin üç kere üst üste dinleme mesafesinde bu parçayı. Pierre ile gezeceğiz, o bana anlatacak Aziyade’ye nasıl âşık olmuş ilk görüşte; nasıl çıkarmamış parmağından ölünceye dek içinde adı yazılı yüzüğünü. Sade âşık ya da yazar değil; aynı zamanda seyyah, gezmediği yer kalmamış Pierre’in. Anlattıkça anlatıyor. Fas, Cezayir, sonra güney denizlerine açılmış Haiti’yi görmüş, Senegal, Vietnam ve Çin; ama hiçbiri yerini tutmamış İstanbul’un.

Derken varıyoruz Kariye’ye. Kapıdan girdik mi sesimiz soluğumuz kesiliyor. Zank diye çivileniyoruz olduğumuz yere. Tam karşımızda: Pantokrator İsa. Duruşu ve bakışıyla atmosfere hükmediyor.

Kâinatın Efendisi, başının bir yanında “Yaşamın Mekânı” diğer yanında “Khora” yazılı. Tarih tekerrür mü ediyor? Gözlerinin tam içine bakan Zeus olmasın sakın, Khora da Olympos. Yok yok, kır demek khora. Bizans surlarının hemen dışında yer aldığı için bu adı vermişler. Aynı zamanda da rahim demek. Meryem Ana’yı simgeliyor.

.

Kariye, Ayasofya’nın boyutuyla karşılaştırılınca mini minnacık, yine de kimse su dökemez eline. Yer yüzünde başka bir şehir var mıdır çirkinlikte ve güzellikte boy ölçüşebilecek İstanbul ile. Kariye, beton bir tabutun içinde saklı kalmış küçük bir mücevher kutusu.

Theodoros Metokhites, 1270 yılında, Konstantinopolis’te doğmuş, aristokrat bir ailenin oğlu onlarca defa yıkılmış, onlarca defa yeniden inşa edilmiş olan Kariye’nin son hamisi, son mimarı. Neredeyse yeni baştan yaratmış kilise ve manastırı. Bugün ayakta olan o caaanım mermerler, mozaikler, freskler hep onun döneminden. Çok zengin, çok çalkantılı bir hayat sürüyor. Sıralamada imparatordan sonra gelen Metokhites’in hayatı sürgünde son bulacakken; imdadına yetişen af, sonsuz uykusuna aşkının koynunda dalmasına izin veriyor. Khora ona öteki diyarda yaşam oluyor.

Dönemin en önemli kitaplığını yaptırıyor Metokhites Khora Manastırı’nda, Khora ise kitaplığın bizzat en önemli kitabı, İncil’in ta kendisi. O zamanlar okuryazar sayısı çok az, kiliseler İncil’in hikayelerini mozaikler, freskler üzerinden fasıl fasıl anlatıyor.

Bugün de Kariye’nin girişindeki küçük dükkânda enfes baskılı kitaplar satılıyor, en ucuzu yüz liradan başlıyor. Satıcı arkadaşa soruyorum.

- Yok mu vatandaşın alabileceği bir kitap, her şey mi turistler için.

- Var abi.

- Ciddi misin?

- Ciddiyim.

- Kaç lira?

- On dokuz lira, müze kartın varsa indirim de yapıyoruz.

- Şaka.

- Ciddiyim abi.

Kitabı aldım getirdim eve. Kapağındaki resim hemen Çınar’ın ilgisini çekti. “Koimesis” yani Meryem’in Uykusu.**** Ortodoks Hıristiyan inancı üzerine temellenen Bizans İmparatorluğu’nda, İsa’nın bedenlenmesine aracı olması nedeniyle büyük hürmet gören ve şefaatçi kabul edilen Meryem’in bu dünyadan göçmesini anlatıyor. Meryem Ana boylu boyunca uzanmış yatıyor. İsa ise ayakta, kucağında bir bebek tutuyor, anasının ruhunu. Çınar hayli şaşkın, daha çok üzgün.

- Ama, ama… hani Meryem Ana Hazreti İsa’dan sonra ölüyordu?

Ahhh, ne karışık işler bunlar, sen daha kendin anlamazken gel de altı yaşında çocuğa anlat. Merak bir lav, dur durak bilir mi? Yaşlar gözünün kenarında hazır olda. İsa’nın annesinden önce ölmüş olması, geride kalan olmamak nasıl da rahatlatıcı gelirmiş ona meğerse. Halbuki biz “Allah kimseye evlat acısı göstermesin.” diye öğrenmemiş miydik?

Saat beş.

Zınk diye uyandım yine.

Sabahın köründe.

Aldığımdan beri o haberi. Biri altı, diğeri on iki yaşında pırıl pırıl iki oğlan çocuğu. Önce babaları, şimdi anneleri. Meğerse “Allah hiçbir çocuğa ebeveyn acısı göstermesin.”miş doğrusu. Omzum sürekli o eli arıyor sabahın beşinde.

Baba eğildi kulaklarına, elini koydu omuzlarına: “Yüreğinizi geniş tutun oğullarım. Hepsi geçecek.”

*Zekai Dede Efendi

**Good mosque, photo, photo / Güzel cami, fotoğraf, fotoğraf.

***https://youtu.be/poV36m11yD4

****http://dergipark.gov.tr/download/article-file/152430

Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilirsin.