Şener Şükrü Yiğitler: Türkiye’deki asıl sorun nitelik ve eşitsizlik sorunudur

Şener Şükrü Yiğitler'in öykü kitabı 'Çok Uzak Bir Deniz' Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. Yiğitler ile kitabını konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Oğuzcan Çağan

DUVAR -  Şener Şükrü Yiğitler'in Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan öykü kitabı 'Çok Uzak Bir Deniz', bir vapurun bilmediği sulara yaptığı yolculuğun hikâyesi.

Bir vapur uygun olduğu koşullardan, bildiğinden, alıştığından ne kadar uzaklaşabilir? Geride kimleri, daha önce yolcusu olmuş kaç insanı bırakır? Defterdar’ın hikâyesi umutlu, umutlu olduğu kadar bir sürgünün kırgınlığını da saklıyor içinde. Mayasını 2007 yılında yaşanan olaylardan alan hikâye o vapurların yaşadığı ‘talihsizliğin’ karşılığını edebiyatta veriyor.

Yiğitler ile vapurların hikâyesini ve kitabını konuştuk. 

Defterdar’ın ve Sütlüce’nin gerçek öyküsü 2007 yılında en kırılgan zamanlarını yaşıyordu. Aradan geçen 13 yılda, sizin için vapurların hikâyesi yazılmayı mı bekliyordu? Sizi bu vapurların hikâyesini yazmak için heyecanlandıran neydi?

2005’te Van Gölü’ne getirilen vapurlardan Sütlüce 2007’de batıyor. Benim Tatvan’a gelişim 2013’ü, vapurlardan haberdar oluşum 2017’yi buluyor. Bir bakıma, on yıllık bir gecikmenin özrüdür bu kitap. Hikâyenin başına dönmem gerekirse, tıpkı kitapta anlatılan Kaptan gibi denizle, vapurlarla tanışmam İstanbul’da öğrencilik yıllarıma dayanır. Üniversite yıllarımda, kitapta da selam verdiğim Kadir Has Üniversitesi’nin arka tarafında, Orhan Kemal’in de kısa bir süre yaşadığı evin olduğu sokağın başında bir apartmanın en üst katındaki dairede bir yıl süreyle yaşadım. Balkonunu kırmızı-yeşil renklere boyadığım bu şirin ev benim yedi yıl yaşadığım kentle en yoğun bağlarımı kurduğum, dolayısıyla Haliç Hattı’nı da keşfettiğim döneme denk gelir.

'BU ÜLKENİN ÇOCUKLARI, KUŞLARI KENDİ SOKAKLARINDAN ÇIKTIKLARI ANDA TEHLİKE BAŞLAR'

Vapurlar için Türkiye’nin iki yakasını birbirine teyelleyen araçlardır diyebilir miyiz? Türkiye’nin batısından doğusuna giden, yolculuk boyunca başlarına gelmedik kalmayan bu iki vapur bir anlamda bu toprakların insanlarının kaderine benzer bir kaderi mi yaşıyor?

'Türkiye’nin iki yakasını teyelleyecek güçleri olsa bu vapurlar bugün bu halde olurlar mıydı?' diye sorunuza soruyla karşılık vermek istiyorum. Sorunun devamı bir parça siyaset ve kültür tarihimizi de içine alıyor. Batıdan doğuya, doğudan batıya hikâye değişmez. Bu ülkenin çocukları, kuşları (Lütfen hatırlayın: Yakın zamanda, yedi yıl aradan sonra ilk kez görülen yakalı toy öldürüldü bu ülkede!) kendi sokaklarından, vapurları kendi sularından çıktıkları anda tehlike başlar. Güncel bir örnekle, herkesin “Bir başkadır benim memleketim” diyerek memleket övdüğü, kendisini “öteki”nden özel, farklı gördüğü toplumlarda “yabancılar” kolay hazmedilmez. Bu yüzden herkes kendi mahallesinde güvendedir. İtekleye kötekleye oluşturulmuş tarihler, abideler de bunu önlemeye yetmez. Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini tekrar hatırlamanın tam yeri ve zamanı.

Bir şehrin, sayısı gittikçe artan insanlarına ve ‘değişmek zorunda kalan’ taşımacılık sistemlerine bakarsak, bunların şehrin yapısına etkisinden bahsedebilir miyiz? Bir şehirde artan insan sayısı şehrin canlı veya cansız bütün varlıklarını geri dönülmez biçimde yaralıyor mu?

Büyük kentlerin kalabalıklarının kendine özgü bir güzelliği olduğuna inanıyorum. Kalabalık kentler bu bakımdan dev mabetlere benziyor; ayrı bir estetiği, şiiri var. Londra’nın çift katlı otobüsleri, siyah taksileri, Japonya’nın rikşaları kalabiliyorsa bugüne benim kitapta anlattığım vapurlar da hayli hayli kalabilmeliydi. Ben burada birbirine halka halka eklemlenmiş bir ihmaller ve art niyetler zinciri görüyorum. Kentlere dönelim… Kitapta bir anda Tatvan’ın nüfusunu yirmi katına çıkarıyorum. Çünkü kalabalığın kendine özgü bir ruhu, estetiği var. Hep “çılgın”, hep “yabancılaştıran” değil kalabalık. Bunun bir de yapıcı, yaratıcı gücü var; son yıllarda artan “occupy” hareketlerini hatırlayalım. Kitapta da anlatmaya çalıştığım gibi taşrayı taşra yapan, kendi içine kapatan, -kitabın da asıl canavarları- insansızlık ve iletişimsizlik. Kuru kalabalıktan söz etmiyorum. Türkiye’nin ve bütün dünyanın ciddi bir nüfus sorunu içinde olduğu doğrudur. Ancak elinden her iş gelen, üreten, paylaşan, demokratik ve eşitlikçi bir topluluğun da kolay kolay arıza vermeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’deki asıl sorun nitelik ve eşitsizlik sorunudur. İstanbul gibi metropollerdeki insan yığılması bunun en belirgin sonucudur.

'TÜRKİYE, ÖZEL VE KAMUSAL KAYNAKLARIN İSRAF VE PLANSIZLIĞA KURBAN GİTTİĞİ BİR HURDALIK CEHENNEMİ'

'Çok Uzak Bir Deniz' ve gerçekte yaşananlar üzerinden insanın ve kurumların eşyayla ilişkisini de değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Kullanılabilir bir eşya, bir cihaz veya araç nasıl olur da gözden çıkarılır ve kullanılamaz hale getirilir?

Bunun nedeni kültürel devamsızlık, görgüsüzlük, daha açık söylemek gerekirse sonradan görmeliktir. Uyar’ın dediği gibi, “Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan / Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi / Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı” Bu ucube bizim eserimiz sonuçta. Bugün kendine özgü modern bir mimarisi olmayan, baştan sona çirkin bir “hafriyat dökme alanına” dönüşmüşse ülke, bunun nedeni Tanpınar’ın şiirsellikle ifade ettiği “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek” yetimiz olmayışındandır. Bu yetenekten yoksun tüketim bağımlısı insanların, makam aracı/odası kurumların eşyayla kurduğu ilişki de sorunludur. Ülkeyi baştan sona o gözle gezerseniz bir ölü eşya cennetiyle karşılaşırsınız. Özel ve kamusal kaynakların israf ve plansızlığa kurban gittiği bir hurdalık cehennemi daha doğrusu. Hatta bu geziyi son yıllarda çok ünlenen Van Gölü Ekspresi’yle yapmanızı özellikle tavsiye ederim. Şehir giriş ve çıkışlarındaki mezbelelikler, yarım bırakılmış inşaat iskeletleri, ıssızlığın ortasında kalakalmış kamyonetler, su tankerleri, silolar… Bunları boş verelim. Tatvan’dan başlayarak kaç metruk tren istasyonu sayacaksınız ona bakalım?

Çok Uzak Bir Deniz, Şener Şükrü Yiğitler, 108 syf., Günışığı Kitaplığı, 2020.

Aynı eksende vapurların hikâyesi üzerinden bakımsızlığı, ertelemeyi, görmezden gelmeyi de konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Sistem ve insanlar, yok etmek istediğini önce görmezden gelmeyi ve bakımsızlığa terk etmeyi mi tercih ediyor?

Hem bunu yapıyor hem de bundan büyük bir rant sağlıyor. Deniz taşımacılığının hangi özel şirketlere hangi şartlarda devredildiği bu kitabın da ucundan kıyısından dokunarak geçtiği konular arasında. Büyük şehirlerde daha kurumsal düzeyde yürütülen ilişkiler, taşrada eskilerin “mütegallibe” veya “eşraf” dedikleri kişiler tarafından bugün de itinayla uygulanıyor. İlginçtir, edebiyatın eskiden yakından ilgilendiği bu konular artık pek işlenmiyor.

Makine mühendisi genç, kitabın ikinci bölümünde “…dönecek bir ev yok artık!” diyor. Her ne kadar hemen ardından Defterdar tarafından her yerin ev olduğu söylense de 'Çok Uzak Bir Deniz' bir sürgün hikâyesi olarak da okunabilir. Evinden uzaklaşan, bütün dünyayı evi olarak benimsediğinde mi iyileşmeye başlıyor sizce?

Bu iki yargı ne kadar karşıt görünseler de tam olarak birbirinin tamamlayıcısı… Hiçbir yeri eviniz görmemeye başladığınızda bütün dünya eviniz olmaya başlar. Adorno, “Bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur,” diyor. Edward Said’in “sürgün”le eş anlamlı “entelektüel” tanımı da bize bunu söylüyor. Kendi evimizi “yuva” olarak görmemek, orada kendimizi “yuvada” hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. “Dünyada kendini yuvada hissetmek” ile “tek bir yerde kendini yuvada hissetmek” arasında yazarlık durumu bakımından da büyük farklar vardır. İkisine de saygı duymakla birlikte ben ilkinin evrensel değerlere ulaşmada önemli bir başlangıç olduğu düşüncesindeyim.

Salgın, ekonomik süreç ve eş zamanlı birçok zorluk sebebiyle herkesin biraz umutsuzluğa kapıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle kitapta geçen bir soruyu biraz dönüştürerek size yöneltmek isterim: “Bu zor dönemde sizce mutluluk ne, umut ne?”

Kitabın son bölümünde anlatılan türden coşkulu kalabalıklar, festivaller, panayırlar epeydir yok ve bir süre daha olmayacağa benziyor. İnsan sosyal bir varlık; sevmek, sevilmek, öğrenmek, öğretmek doğasında var. Fiziksel paylaşım ortamlarının kalktığı bir dünyada kişiler, bence, kendi festivallerini ilan etmek durumundadırlar. Tek kişilik festivaller! İspanyol Gribi salgını veya ondan önceki veba salgınlarına göre oldukça avantajlı olduğumuz bir gerçek. Esas olan, zihin ve beden sağılığımızı koruyarak, ilgi alanlarımıza ve ruh akrabalıklarımıza göre, ekran başından bile olsa, insanlarla etkileşim içinde olmaya, iletişim kurmaya, yeni şeyler öğrenmeye, bildiklerimizi öğretmeye ve en önemlisi paylaşmaya gayret etmemiz. Ben burada ruh akrabalığım olduğuna inandığım kitapseverler için birkaç tavsiyede bulunabilirim. Bu zor dönem, “tsundoku” etkisi altında aldığımız kitapları okumak için bulunmaz bir fırsat mesela! Ya da o hep yazılmayı bekleyen öyküyü, romanı yazmak için! Yeni bir dil öğrenebiliriz. Çevrimiçi kurslara katılabiliriz. Sosyal sorumluluk projeleri içinde olabiliriz. Bu zor dönemde, para daha da azalacak, işsizlik artacak. Tam da bugünlerde Kara Cuma, Efsane Cuma adlarıyla insanları harcamaya özendiren çılgınlıktan uzak durabiliriz. Bugünleri “Dünya Hiçbir Şey Almama Günü” olarak kutlayabiliriz. İnsanlara maddi destek olmaya gücümüz yetmiyorsa da elde olanı değerlendirebiliriz. İnsanları mutlu etmek çok zor değil. En basiti, “Birinin çöpü diğerinin hazinesidir” türünden paylaşımlar. Bu kadarını olsun yapabilelim. Kitaplığımızda tutmak istemediğimiz kitapları değiş tokuş edebiliriz. Umudu böyle böyle büyütebiliriz. Geride kimseyi bırakmadan, bu zor günleri atlatabiliriz.