YAZARLAR

Selefilik mi geliyor ateizm mi?

Bugün bu cemaatlerin seslerinin fazla çıkıyor olması, bir bakıma pervasızlaşmaları Türkiye’deki siyasi ortam ve bu ortamın yarattığı ideolojik iklimle alakalı. Bu radikalleşme İslam’a, bilinçli, varoluşsal bir duyguyla radikal İslam algısına bürünme durumu değil siyasi iklimin yarattığı bir durum. Dindar kitlenin duruma, siyasi iktidar havasına en çabuk uyum sağlayan kitle olduğu kanaatindeyim.

Türkiye’de “bir tarafta Selefilik geliyor, radikalizm yükselişte” diyenler, diğer tarafta deizm, ateizm gibi eğilimlerin arttığını söyleyenler…

İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile Arap Baharı’ndan IŞİD gibi örgütlerin yükselişine, Türkiye’de cemaatlerin-tarikatların daha bir görünür olmasına ve Selefilik tartışmalarına kadar birçok konuyu konuştuk.

Prof.Dr.Mustafa Öztürk 

Türkiye’de Arap Ayaklanması’nın başından beri Müslüman Kardeşler ve Selefilik gibi akımların Türkiye içinde de etkili olmaya başladığına dair yorumlar var. Siz ne düşünüyorsunuz bu yorumlar konusunda?

Ben bu durumu Arap Ayaklanması’nın bizim ülkemize yansımaları olarak değerlendirmiyorum. Türkiye’de dini hareketlerin yani konvansiyonel cemaatlerin daha fazla görünür ve daha fazla ses çıkarır olmasından tutun Selefi hareketlerin Türkiye’de adlarının daha fazla duyulmasına varıncaya kadar bütün bu gelişmelerin arka planında Türkiye’deki siyasi ortamın özellikle Mısır’daki İhvan-ı Müslimin hareketine destek politikasının etkili olduğunu düşünenlerdenim.

Yoksa Arap Ayaklanması’nın kendi iç dinamikleri ile Türkiye’ye sirayet ettiği ve Türk toplumunda kendiliğinden karşılık bulduğu kanaatinde değilim.

Biz bu konuları tartışırken kavramları yanlış mı kullanıyoruz? Dindarlıkla Selefilik, Selefilikle cihatçılık arasında sınır nerede başlar, nerede biter?

Selefilik, dini anlama açısından bir perspektif, bir bakış açısı tarzıdır yani “İslam’ı sahih, otantik şekliyle nasıl anlarız?” sorusuna verilmiş bir cevap olarak okumak gerekir.

Bunun pratiklerine ilişkin kulağımıza gelen Vahhabilik, cihatçılık gibi şeyler bence İslam düşünce tarihinde ‘Selefilik veya Selefiyye’ diye isimlendirilen ve çok geniş muhtevalı derin içeriklere sahip olan bir zihniyeti tarif etmekten ziyade bir kriz ideolojisi olarak ve biraz da öfke yüklü olarak kendini dışa vurmuş bir söylem biçimidir. Bunlar tarihteki Selefilik düşünce biçimini temsil eden yapılar değil.

Selefilik nedir?

Selefilik, Peygamber’den yaklaşık 100 yıl sonra ortaya çıkan “İslam’ı aklın ışığında mı yorumlayalım?”, “İslam’ın temel metinlerini içinde bulunduğumuz çağın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlayalım mı?” diye akılcı paradigmanın karşısında “Hiç yorumlamadan Kuran’da açıkça ne yazıyorsa, Peygamber’den bize hangi sözler gelmişse, sahabeler neler yapmışlarsa sadece onları okuyalım, onların yaptıklarını tekrar edelim” diyen bir zihniyettir.

İşte bu akılcı yorumlamanın, İslam’ı güncellemeye çalışmanın karşısında yer alan muhafazakâr, gelenekçi dini anlama biçiminin adı önce Selefiyyeydi.

Sonra İbn Teymiyye, asırlar sonra yani hicri 700’lü, miladi 1300’lü yıllarda geldi. İslam dünyasında o zamanlar Moğol istilaları, Haçlı seferleri gibi sebeplerle bir yıkım var, bir kaos var. “Bu kaos ortamında Müslümanları nasıl tekrar toparlarız ve arı duru rafine bir İslamla onları nasıl buluştururuz?” konusunda bu Selefiyye dediğimiz düşünce yapısını ‘ana kaynaklara geri dönelim’ ekseninde sistematik hale getirdi. Burada anlatılan Selefilik ile, ilmi Selefilik ile bugünkü cihatçılık dediğimiz hareketlerin bir alâkası yok.

Herhalde bu cihatçı hareketlerin Selefilikle alâkasının kurulması genellikle Suudi Arabistan merkezli olarak, oralarla iltisaklı ve irtibatlı faaliyetler sergilemeleri ve bir de geleneksel halk dindarlığı diyebileceğimiz Müslümanlığa yönelik tepkili olmaları ve bunu gösterirken de halkın bir takım dini inanç ve ritüellerine karşı dışlayıcı, reddedici bir tutum sergilemeleri sebebiyle oldu. Bu yönleri ile baktığımızda Vahhabiliğin din paradigması ile benzeşiyor. Vahhabilik de aslında bir dini hareket olmaktan ziyade ortaya çıkış tarihi itibariyle daha çok siyaset ve biraz da diyanet işbirliği ile bir kabile şefinin Arap ırkçılığı üzerinden Osmanlı’ya karşı geliştirdiği başkaldırı ideolojisini oradaki bir dini hareket ile buluşturarak çıkardığı sentezle oluşturulan harekettir.

Vahhabiliğin din anlayışında peygamber döneminde karşılığı olmayan her şey bidat sayılır ve bunların tamamen ortadan kaldırılması gerekir.

İslam geleneğinde türedi olarak ortaya çıkarsanız tutunamazsınız. Mutlaka sırtınızı bir referansa yaslamak zorundasınız. Vahhabilik de dini düşünce olarak kendini Ahmet İbn Hanbel’e yani Selefiliğin ilk kurucu babalarından birine ve daha sonra Selefiyyeyi sistematize eden İbn Teymiye’ye refere ederler ki, ‘böyle bir kökten geliyoruz’ diyebilsinler.

Bu cihatçı hareketler onların bidat kavramına uygun pratikler sergiledikleri için Selefilikle ilişkisi kuruluyor. Ancak Selefilik bu kadar sığ, bu kadar kırıp döken, bu kadar barbar, bu kadar vahşi bir kavram içeriğine sahip değil.

Bu arada dini anlama ve açıklama konusunda Selefiyye dediğimiz şeyi de kabul ediyor değilim, o perspektife karşıyım. Ama bugünkü cihatçı hareketleri Selefi olarak adlandırmak bana doğru gelmiyor, bunlar bildiğiniz terör örgütü.

Biraz önce öfke patlamasından bahsettiniz. En azından Orta Doğu açısından bakacak olursak bu öfke patlamalarının ortaya çıkmasını sağlayan dini söylemlere dayalı bir zemin de söz konusu. Öfkeden kastınız ne?

Aslında öfke patlaması İslam dünyasının Osmanlı’nın ortadan kalktığı günden beri müstemleke, koloni haline gelmesi, Batılı devletlerin hakimiyeti altında, daha çok totaliter-otoriter yönetimler altında, halkların sürekli ezilmesi karşısında ‘fırsat bu fırsat’ diyerek yılların birikmiş ezilmişliğinin bir yansıması olarak ortaya çıktı.

Öfke kontrol edilemediği zaman şiddet şeklinde de kendini gösterebilir. Ben bu öfkeyi 100-150 yıllık bir öfke olarak görüyorum. Peki bu öfkenin dini referanslarla meşrulaştırılmasına dair dini altyapı var mı? Elbette ki var.

2016 yılında Cihat Sempozyumu yaptık, kitap olarak basıldı, piyasada var. O kitapta cihat kavramının geçmişte, gelenekte nasıl algılandığına dair 50 sayfaya yakın bir tebliğim var. Tebliğ açıkça şunu gösteriyor; İslam fıkıh ekollerinin istisnasız hiçbiri ‘ötekilerle aslolan barıştır, savaş kaçınılmazsa yapılabilir’ demiyor.

“Kuran’ı Kerim’in Bakara Suresi’ndeki, Enfal Suresi’ndeki bazı ayetler vardır; bu ayetler, yeryüzünde fitne ortadan kalkıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar o kafirlerle savaşın” diyor. Burada fitne kavramını istisnasız bütün fakihlerimiz kafirlik olarak kodlamış. O zaman şöyle tercüme ediyoruz; yeryüzünde kafirlik yani İslam dışı inançlar topyekûn ortadan kalkıp bütün yeryüzü sathı İslam dinini kabulleninceye kadar savaşınız. Bu İslam inancını bütün dünyaya yayma ilkesine de î'lâ-yi kelimetullah demişlerdir.

Bu, bizim geleneğimizde hiçbir zaman es geçilmemiş, sürekli ön planda tutulmuş ve savaşın dini gerekçesini oluşturmuştur.

Bugün bu öfkeli örgütlerin İslam adına ürettikleri terörü dini kaynaklarla temellendirmek ihtiyacı hissettiklerinde istedikleri kadar delil bulabilirler.

IŞİD adlı örgütün Türkiye’ye propaganda olarak yayınladığı Konstantiniye dergisinde “biz gayrimüslimlerle niye savaşıyoruz, niye onları öldürüyoruz?” veya “biz içimizdeki hain Müslümanları niye Müslüman saymıyoruz?” gibi kendilerine yöneltilen eleştirilere ve sorulara cevap olarak yazdıkları makalelerin tamamını klasik ehl-i Sünnet kaynaklarından tedarik etmişlerdir.

Arap dünyasında da Türkiye’de özetle “gerçek İslam bu değil” söylemi ile sınırlı kalan radikal örgütlerin propagandalarını çürütecek argüman geliştirememe sorununa dair az da olsa sert eleştiri yapanlar var.

“Gerçek din bu değil, İslam sevgi dini, hoşgörü dini” filan diyorsunuz, değil mi? Çok güzel. Birileri önce Kuran’ı Kerim’in ilgili ayetlerini önünüze koyar; fitne yeryüzünden kalkıncaya din Allahın oluncaya kadar… Yetmedi, Peygamber’in “Ben bütün insanlar la ilahe illallah diyene kadar savaşmakla emrolundum” şeklindeki meşhur hadisini önünüze koyar… Yetmedi, cihat ve ilahi kelimatullah kavramlarını, bu ayetlerin bu hadislerin Hanifilerin, Şafilerin kitaplarında nasıl yorumlandığını getirip önünüze koyar. Başka kitap (Kur’an), başka sünnet, başka fakih, başka fıkıh olmadığına göre ne cevap vereceksiniz?

İki seçenek var;

“Bu ayetler kendi tarihsel koşullarında kalmıştır. Bu ulema da o tarihsel koşulları dikkate alarak, Orta Çağın devletler hukukunun gerçeklerine göre yorum yapmıştır” deyip bunları tarihin tozlu raflarına kaldıracaksınız. Ama bunu diyanet, ilahiyat olarak yaptığınızda kendi ayağınızın altındaki halıyı da çekmiş olacaksınız.

Ya da ikiyüzlü bir tavırla her kritik soruyla karşılaştığınızda kem küm etmekten başka bir şey yapamayacaksınız.

Orta Doğu’da IŞİD gibi örgütlerin en çok zarar verdikleri kitleler Aleviler, Şiiler oldu. Bu radikal örgütlerin yükselişinin Türkiye’ye yansımasına gelecek olursak, zaten Aleviler dahil ‘ötekilerle’ sorunlarını çözmüş bir ülke değildik, son yıllarda Sünni-Müslüman dışındakilere bakış daha mı sertleşti?

Bence Türkiye’ye yansıması değil, zaten algı böyleydi ve örtüştü. Türkiye’deki halk dindarlığını domine eden İslam anlayışı Nakşi-Halidi tasavvuf geleneğidir.

Yani?

Nakşi-Halidi tasavvuf geleneği Türkiye topraklarına 2.inci Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşiliğin de ortadan kaldırılması üzerine devlet politikası olarak taşınmıştır. Mantık, çivi çiviyi söker mantığıdır.

Tabiat boşluk kaldırmadığı için Bektaşiliği lağvetmek için onun üzerine bir anti-tezle tuz ruhu dökmek zorundasınız. Ve bunlar da o günden itibaren devlet bürokrasisinde de önemli bir güç ve nüfuz kazandılar. O gün bugündür bu yapının en karakteristik özelliği katı şeriatçı olmaları, şekilci-formalist bir dindarlık anlayışına sahip olmaları ama bir diğer kritik özelliği de aşırı derecede Şii ve Alevi karşıtı olmalarıdır.

Bu karşıtlığın kökenlerine yani tekrar dönemin siyasi şartlarına dönüyoruz.

Evet. Bu Şii-Alevi karşıtlığına Yavuz’dan-Şah İsmail’den gelen bir kan davasını da eklediğinizde bu Nakşi-Halidi geleneğin Osmanlı Devleti ile dirsek temasında buluştukları en kritik nokta devletin parçalanmasına yönelik bütün hareketlere, eylemlere karşı devletin yanında yer alacaklarını taahhüt etmeleridir. Bugün bu yapının kolları durumunda olan Menzil, İsmail Ağa, İskender Paşa; hepsi dikkat ederseniz devlet nezdinde de muteberdirler.

Buradaki kurgu Sünniliğin çok sevilmesi Aleviliğin tukaka görülmesinden dolayı değil.

(Cumhuriyet dönemi) Kurucu ideoloji ulus devleti önemsediği için, küçük inanç gruplarını tehdit olarak algıladığı için mümkün mertebe dini inancı homojen bir bünye içinde tutmaya çalışmıştır. Bu homojenliği de hazır bulduğu toplum kitlesinin kahir ekseriyeti Sünni olduğu için Sünnilik üzerinden sağlamıştır ve diyanet de Sünnilik üzerine kurulmuştur.

Türkiye’de Selefilik tutar mı?

Ben halk tabanında Selefiliğin fazlaca bir yekûn tutacağına inanmıyorum. Kitleleri endoktrine edip kendi cemaatinin üyesi yapma konusunda en başarılısı FETÖ’ydü ve dönemin siyasi iktidarına bir tür meydan okuma olarak bağımsız adaylar çıkardığında oy oranlarını gördük.

Bu bakımdan halkın cemaatlere intisaplarının gerçekten dini, ahlaki yaşantılarını bir kıvama erdirmek amacıyla değil daha çok cemaatlerin bugünkü kazandıkları hüviyetten dolayı birtakım menfaatler sağlama odaklı olarak gerçekleştiğini düşünüyorum. Ben şunu söyleyeyim; halkın, Türk halkının İslam ile olan bağı aslında Orta Asya kökenli Yesevilik dediğimiz, bugün Sünni perspektife göre heterodoks Alevi, Bektaşi, Kalenderi, Mevlevi gibi yapılarla daha çok uyum arzediyor.

Ancak toplumda Alevilere ve ‘öteki’ sayılanlara karşı ciddi bir hoşgörüsüzlük de var.

Tam onu diyecektim. Bugün bu cemaatlerin seslerinin fazla çıkıyor olması, bir bakıma pervasızlaşmaları Türkiye’deki siyasi ortam ve bu ortamın yarattığı ideolojik iklimle alakalı.

Bir cemaatin şeyhi vefat ettiğinde cenazeye o dönemdeki iktidarın en üst düzeyindeki kişinin katılması ne demektir? Topluma nasıl bir mesaj verilir? Bu cemaat devlet tarafından onaylanmıştır.

Ne demiştim? Nakşi-Halidi İslam anlayışının en tipik özelliklerinden biri neydi? Özellikle Şii-Alevi çevrelere karşı aşırı bir alerji ve antipati sergilemeleridir.

60’lardan sonra olduğu gibi militanlaşmış bir Sünnilik, bir Alevilik yoksa halk katında kimsenin kimseye burnundan soluduğunu, düşman olarak algıladığını söylemek mümkün değil.

Ben 80 öncesi Maraş, Çorum katliamlarının proje olarak üretildiğini, halka rağmen provokasyon olarak üretildiğini, Sivas’takinin (Madımak) de aynı şekilde olduğunu düşünenlerdenim.

Selefilik gibi radikalleşme yoluna girmiş olanların fikrini değiştirip yön değiştirmesi çok kolay olmuyor. Siyasi ortamın müsait olduğu dönemlerde verdikleri eğitimler, yaptıkları çalışmalar uzun vadede sorun olmayacak mı?

Bu bizim ülkemizin genel cehalet sorunu ile ilgili. Cahil insan kitlesinin en kolay manipüle edileceği alanlardan bir tanesi de FETÖ örneğinde gördüğümüz gibi din alanıdır.

Bunu kabul ediyorum, çok kolay endoktrine ediliyorlar. Ben bu dönüşümün varoluşsal bir dönüşüm olduğu kanaatinde değilim. Bu radikalleşme İslam’a, bilinçli, varoluşsal bir duyguyla radikal İslam algısına bürünme durumu değil siyasi iklimin yarattığı bir durum.

Dindar kitlenin duruma, siyasi iktidar havasına en çabuk uyum sağlayan kitle olduğu kanaatindeyim.

Türkiye’de Köy Enstitüleri kalsaydı biz bugün İsviçre gibi olurduk ve bugün konuştuğumuz cehaletle ilgili birçok konu olmazdı.

Türkiye’de bir kez daha Selefiler, Selefileşme tartışmaları başladı? Cüppeli Ahmet neden böyle bir söylemle öne çıktı?

Kendine karşı yaratılan gündemi kompanse etti, bastırdı böylece, gündemin istikametini değiştirdi. İkincisi, muhtemel yeni siyasi iktidar dönemine göz kırpıyor.

“Türkiye’de şöyle şöyle hareketler var” diyerek hem kendisini meşrulaştırıyor hem de “dikkatinizi bize değil o tarafa çevirin” diye istikamet gösteriyor.

Türkiye’de hatırı sayılır bir mülteci/göçmen kitlesi var. Bunların hepsi de süper zengin değil. Irkçılık gettolaşmayı, gettolaşma radikalleşmeyi getirir mi?

7-8 milyonluk bir kitle az bir kitle değil, kışkırtıldıklarında, ötekileştirildiklerini hissettiklerinde, gettolaştıklarında, içe kapandıklarında her zaman patlamaya hazır barut fıçısı gibi bir durum arz eder.

Göçmen kitlesinin hukuki ve insani şartları yerine getirmek kaydıyla, belli bir proje kapsamında kendi memleketlerine dönmelerinin sağlanmasının yolunun bulunması gerekir diye düşünüyorum.

Bir taraftan Selefizm geliyor tartışmaları var. Diğer taraftan da özellikle gençler arasında agnostisizm, deizm, ateizm yayılıyor şeklinde tartışmalar sürüyor.

Ben gelecek dönem seküler dünya görüşünün baharı olacaktır diye çok söyledim.

Burada genç kuşakların oturup İslam teolojisini, Hristiyan teolojisini ya da genel olarak teistik teolojileri adam akıllı inceleyip ‘yok bunlar beni kesmedi arkadaş’ deyip bilinçli ve kararlı olarak ‘ben deist olacağım, ben agnostik olacağım’ diye bir karar verme süreci işlemedi.

Burada da özel hayata yönelik kısıtlayıcı politikaların, her türlü haksızlığın, hukuksuzluğun üstünü örtmek için ha babam din-Allah-kitap retoriği üretilmesi; keza güncel hayatta, hatta muhafazakâr ailelerin özel hayatlarında çocukların babalarının söylemleri ile eylemleri arasındaki makas farkını görmelerinden dolayı biriken tepkiselliğin kendiliğinden oluşturduğu bir doğal süreç, uzaklaşma hali olarak görüyorum.

Bu uzaklaşma hali “deizme, ateizme yöneldiler” diye yorumlandı.


Hediye Levent Kimdir?

Gazeteciliğe 2003 yılında başlayan Hediye Levent, 2008’den itibaren 13 yıl Suriye, Lübnan ve Irak’ta yaşadı. Bu süre boyunca çeşitli yerli-yabancı medya kuruluşlarında ve köşe yazarı olarak Evrensel Gazetesi’nde Ortadoğu’da olan biteni yerinden, sahadan aktardı; yazdığı analizlerle bölgedeki gelişmelerin aydınlatılmasına büyük katkı yaptı.