Sekülerlik ve laisizm: Tarihsel bağlam

Sekülerlik ve laisizm arasındaki radikal fark kavrandığında bunların birbirini tamamlamak şöyle dursun, bireyin hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi yolunda iki rakip yaklaşım olduğu görülecektir.

Google Haberlere Abone ol

Faruk Birtek*

SUNUŞ

Boğaziçi Üniversitesi’nde 11 aydır sürmekte olan direniş, yüzüncü yılını idrak etmeye hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti’nde akademik özerkliğin, bilimsel etik değerlerin ve ifade özgürlüğünün toplumsal mutabakatın vazgeçilmez unsurları olarak korunması için verilen bir mücadeleye dönüşmüş bulunuyor. Gerilimin müsebbibi, itirazın doğrudan muhatabı ve toplumun bir kesimine karşı taraf olmak iştahını sürdüren mevcut hükümet ise, serbest seçimler yoluyla millete vekâlet etme görevine talip olmuşken toplumsal mutabakatın şartlarını tek taraflı feshetme gayretine girişmiş bulunuyor. Lağvedilmek istenen toplumsal mutabakat yerine tatbik edilecek olan dayatmanın muhtevası mevcut hükümetin Taliban’la gönül birliği içinde bulunduğuna yönelik açıklamalarından ve Boğaziçili öğrencileri mahkum ettirme azmindeki Adalet Bakanlığı’nın gerekçelerini Şeriat hükümlerine dayandırmasından anlaşılıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Emeritus profesörü Faruk Birtek’in “sekülerlik” ve “laiklik” arasındaki farkı tarihsel bağlamı içinde özetleyen aşağıdaki yazısı, Boğaziçi Üniversitesi’nde verilmekte olan anayasal mücadelenin önemli bir veçhesini, gündelik siyasi tartışmaların ötesinde bir kavrayışla ele almakta, bu tartışmalarda süregiden kavram karmaşasını gidermeye çalışmaktadır.

---

Özel alan ile kamusal alan ayrımının temelinde “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” prensibi yatmaktadır. Museviliğe nazaran Hristiyanlığın büyük bir sıçrama yapmasını sağlayan bu ayrım olmuştur** ki daha sonra İslam, siyasi insiyakı yüzünden böyle bir sıçrama yapma şansını kaçırmıştır. Sekülerlik toplumda dinin işlevinin azalmasını öngörürken, laisizm devletten tüm dini ögelerin kategorik olarak arındırılmasında ısrar eder. İsa’nın önerisi bu ikincisine işaret etmektedir.

Kilise tarihi boyunca Sezar’ın Tanrı’dan ayrılması Hristiyan teolojisinde öylesine vazgeçilmezdir ki söz konusu ayrım, önce kamusal alanda, ardından özel alanda yeniden tesis edilmiştir. Protestan isyanının temelinde yatan vicdanın kamusallaştırılmasıdır. Ne var ki mevcut kilisenin, yani Katolikliğin kamusal kurumları öylesine kuvvetlidir ki, ona alternatif olarak Lüterci kurumsallaşma, özel alanda bu ayrımın devamlı altını oymuştur. Ayrım kamusal alandan dışlandığı nispette ise dinsel hukuk özelleştirilmiştir.

Laisizm, kilisenin bu şekilde kendi sınırları dışına taşarak Sezar’ın ve kamunun alanlarına sarkmasına karşı direnmenin bir yolu oldu. Kanımca birçok bakımdan laisizmin zorunlu bir önceli olan Pascalcı Jansenizm, Luther’den farklı olarak ayrımı, kamusaldan tamamen çekilmek suretiyle çözme yoluna gitmiştir. Halbuki Protestanlıkta tesis edilen özele görece bir “kamusallık” yüklenir. Laisizm ise, Protestan mantığından tevarüs edilen sekülerizm ideolojisinden farklı olarak, kilisenin özel vicdan meselesini bir kamusal sergileme meselesine doğru genişletme refleksine verilen kesin bir yanıttı. Laisizmin aksine, Lüterci çözüm kamusal erdemi özel vicdana taşımak yoluna gitmiştir.

Marx’ın çarpıcı pasajlarından birinde, Weber’den çok önce bu tarihsel gerilim ortaya konmuştur: "Sofuluğa dayanan köleliği Luther, kuşkusuz onun yerine inanç köleliğini geçirerek yenmiş bulunuyor. İnancın sultasını canlandırarak, inançta iktidarı kurmuş bulunuyor. Sıradan insanları papaz çömezlerine dönüştürerek, papaz çömezlerini sıradan insanlara dönüştürmüş bulunuyor. İnsanı dışsal dindarlıktan kurtarmanın yolunu insanın özünü dindarlığa gömmekte bulmuştur."***

Protestanlık, müesses kilise ile rekabet ederek ortaya çıktığında özeli yeniden ele geçirme yeteneğiyle kamusalı yeniden ele geçirebilmişti. Dolayısıyla sekülerlik, bu bağlamda, özgürlükleri genişletmenin en uygun biçimiydi. Halbuki laisizmde Sezar ve Tanrı ayrılığı yeniden temellendirilmiştir.

Weber’in eserlerinde dağınık hâlde bulunan parlak yorumlarını dikkatli bir şekilde tekrar okursak, Lütercilik hakkındaki düşüncelerini yeniden inşa edebiliriz: Mevcut kiliseye karşı mihrabı yeniden ele geçirme mücadelesinde Lüterci kurumsallaşma garip bir yola sapmıştır. Ayrımı zayıflatırken Katolikliğin yaptığı gibi Sezar’ın hâkimiyet alanına Tanrı’yı zerk etmek yerine aksi istikamette yol almış, kamusala ait meseleleri özelleştirmiştir. Sezar’ın hâkimiyet alanını kontrol etmek yerine Sezar için vicdanı kontrol eden Lüterci dönüşüm, Tanrı’nın hâkimiyet alanı ile Sezar’ın hâkimiyet alanı arasındaki ayrımın, kamu hukuku ile vicdan arasındaki ayrımın etrafından dolanmıştır. Kamu düzeni böylece özelleştirilmiş, dolayısıyla bütün bireylerin kamusal eylemleri kendi özel düzeylerinde onaylanmak gibi bir sorumluluğun altına sokulmuştur. Franz Neumann’ın "The Democratic and the Authoritarian State" eserinde ve daha sonra Arendt’in Totalitarianism and Democracy çalışmasında kamusal alanın bu şekilde özelleştirilmesine yönelik tedirginliği görmek mümkündür.

Lüterci yola bir kez girildiğinde, sekülerlik ifade özgürlüğü siyasasına uygun tek çözüm hâline gelir. Sekülerlik çeşitli kamusallıkların ortaya çıkmasını sağlar ve kamusal–özel ayrımını ortadan kaldırıp kamusal düzen meselesini bir tür özel ahlaki karakter meselesi hâline getirerek düzen sorununu çözer. Halbuki laisizm kamusal ile özeli birbirinden ayırmış, böylece düzen sorunu, kamusala birlik empoze etme çabasına indirgenmiştir. Sekülerlikte kamusalın özelden ayrılması yalnızca göreceli kavramlarla ifade edilebildiğinden Tanrı’nın mı, yoksa Sezar’ın mı “daha çok” ya da “daha az” müdahale ettiğini konuşuruz. Oysa laisizmde açık olan tek yol kategoriler bağlamında normatif bir ayrımdır. Sekülerlikte birey için yaratılan alan, örtük biçimde yan yana getirilmiş kamusal ve özel çeşitliliğine yaslanmaktadır; laisizmde ise bu ikisi birbirinden radikal biçimde ayrılır. Sekülerlik özgürlüğü seçeneklerin çeşitliliği olarak tanımlar ve hakikate müsademe yoluyla varılacağını varsayar; laisizmde ise özgürlük öz-genişlemede bulunur ve hakikat ya kendiliğinden açığa çıkar ya da mantık yoluyla çıkarsanır. Sekülerlikte özgürlüğün kaynağı seçeneklerin mümkün olduğunca çoğaltılmasıdır; laisizmde ise özgürlük, özelin muhafaza edilmesine dayanır. Sekülerliğin kökenlerinde Protestanlığın kilise ile mücadelesini, laisizmde Katoliklikle olan mücadeleyi irdelemek mümkündür.

Sekülerlik ve laisizm aslında, ifade özgürlüğünü genişletmeye yönelik taban tabana zıt iki strateji olup birbirinden radikal biçimde farklı iki paradigmaya aittirler. Sekülerlik eşyanın göreceli olduğu bir hâle işaret eder ve en iyi ihtimalle dereceler biçiminde kavramsallaştırılır; laisizm ise normatif, kategorik bir ayrım gerektirir. Sekülerlik–laisizm tartışmalarında göz ardı edilen bu temel unsurdur.

“Sekülerlik” ve “laisizm” arasındaki radikal fark bir kez kavrandığında bunların birbirini tamamlamak şöyle dursun, bireyin hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi yolunda iki rakip yaklaşım olduğu görülecektir. Böylece günümüzde “insan hak ve özgürlükleri” meselelerine dair sürmekte olan uluslararası anlaşmazlıkların temelden uzlaştırılamaz olduğu ve bununla bağlantılı olarak zaman zaman gündeme gelen vicdan özgürlüğü meselesinin asıl mahiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

İngilizce aslından çeviren Aytaç Demirci

* Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Emeritus Profesörü
** Durkheim.
*** K. Marx, “Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right: Introduction,” Readings, ed. R. Tucker (New York, 1972), 18 [Türkçesi, ufak değişikliklerle: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, (Ankara: Sol Yayınları, 2009), 201-202.]