Şehirler, aşklar, köpekler

Nora doğadır. Doğanın beşere, beşerin doğaya dahil olan yanıdır. Yani Nora kadındır. Tek bir kadın değil, tüm kadınlardır.

Google Haberlere Abone ol

Lal Laleş’in ‘Nora, İstanbul Bir Hiçtir’ adlı kitabı hakkında birkaç satır olsun yazmak için önce çalışmak gerekiyor. Kadim kentlere, sivil tarihe ve kendine çalışmak. Kadim kentlere; çünkü bir insanı tanımak, onun doğduğu kentin sokaklarını tanımakla mümkündür ancak. “Nasıl tanıyabilirsin ki sevgiliyi? Doğduğu kentin sokaklarını, insanlara çarpa çarpa dolaşmadan” diyor zaten Lal Laleş. Peki, kentler kadar sivil tarihi de çalışmanın gerekliliği, manası ne? Mardinkapı Mezarlığı’nı anlamak için sırtımızı Asur ve Bizans söylencelerine dayamak yetmez, çünkü Mardinkapı, “Dicle’nin coşkusu nazı eşliğinde / Turabdin’e açılan kapı”dır ama orada yakılan ağıtlara, “masalını yitiren devlerin” anlatılarında rastlayabiliriz ancak. Bu anlatılar, sivil tarihin bir parçasıdır işte. Resmi tarih bir algıyı anlatır; sivil tarih hayatı. Söz, her kitabi anlatıda aynı anlama gelebilir ama kim ne derse desin, bazı sözlerin ruhu vardır. Halk anlatılarındaki sözlerin mesela. Resmi tarihteki söz ise kurudur, ölüdür bir anlamda. Lal Laleş, “Söz, ahdidir beşerin,” derken sanırım ilkini, ruhu olan sözü ya da sözün ruhunu kastediyor. Öyleyse, durup dinlenmeden söze ve beşere dönmemiz gerekiyor yüzümüzü. Bu cümleyi kurdum ya, kendine çalışma ihtiyacı da kendiliğinden anlamını buldu işte! Beşer, yani ben ve diğerleri. Bir birey olarak ben ve sevgiliyi tanımak için onun doğduğu kentin sokaklarında çarpadurduğun insanların bütünü, yani diğerleri.

İstanbul’a da geleceğiz. Bir hiç olan İstanbul’a! Ama önce bir yol soluklanıp gölgemize ve gökyüzüne bakmak gerek. Çünkü “yaşam gölgedir” ve “her şehrin yıldızı başka, mavi gökyüzü aynıdır” diyor Lal Laleş. Her iki dize de kitabın konseptini belirleyen önemli birer gösterge bence.

İlkel dönemlerde, gölge bedenin uzantısı sayılırmış. Gölge bedene dahilmiş yani. Antropolog Levy-Bruhl, ilkel dönemdeki insan varlığını oluşturan unsurları şu şekilde sıralıyor: “atai, tamaniu, niniai, nunuai, nunu.” Yani; gölge, yansıma, imge, akis ve ikiz. Carl Gustav Jung, ilkelin ve gölgenin kolektif bilinçdışının iki önemli öğesi olduğunu ortaya koyduğundan beri, gölgenin yaşamın bir parçası olduğunu, yaşama dahil olduğunu biliyoruz. Bu, ilkel dönemden bugüne, kolektif bilinçdışının nasıl oluştuğunu da açıklıyor bize. Yine Jung’a başvurursak, şöyle diyebiliriz: “Gölge, insanın bastırılmış, fakat aynı zamanda sürekli belli bir formda yaşamak isteyen canlı yanıdır.”

Biz, o kentin sokaklarında insanlara çarpa çarpa yürürken, gölgemiz de o insanların gölgelerine çarpıyor. Beşer olmak böyle bir şey. Ve gökyüzüne bakmak da beşeriyetin bir parçası. Gündüzleri aynı mavi, geceleri yıldızları farklı farklı olan gökyüzüne. Bu da dahil kolektif bilinçdışına.

Nora İstanbul Bir Hiçtir, Lal Laleş, Ayrıntı Yayınları, 2021.

NESNELERİN UZUN TARİHİ

“Konstantiniye’nin mülhakatı senin aşk fısıltılarınmış…” dizesiyle başlıyor “Nora, İstanbul Bir Hiçtir…” adlı şiir. Ve Nora, (bana kalırsa çağdaş bir destan bu) böyle böyle yayılıyor kitabın kalan kısmına. İstanbul’un neden ve hangi koşullarda hiçleştiğini de şiir öznesinin Nora’ya seslenmelerinden anlıyoruz. Karanlığa çekilip bir müddet yıldızlara bakarlar Nora’yla ve “Boğazın iki kıyısı en çok yüzünü çizdiğim yerde birbirine yaklaşır” diyor şair. Ve “zaman köpekleri çekilirse İstanbul bir hiç” haline dönüşür ve o vakit isyana teşvik olur Şişhane Karakolu’nun feneri… ‘Zaman köpekleri’ önemli bir imge. Onlar çekildiğinde hiç’leşiyor İstanbul. Kentin zamanla imtihanı bu. Ve söz konusu İstanbul olduğunda, hepimiz biliyoruz ki, tarihin bu en önemli, en kadim kentlerinden biri hızla ve sistemli olarak zamansızlaştırılıyor. Zaman köpekleri özgürce dolaşamıyor artık, ya yok ediliyor ya sürgün ediyorlar onları kentten.

İstanbul’un hiçleşmesini Nora’ya anlatıyor şiir öznesi ama bana kalırsa, Nora da İstanbul gibi, gittikçe silikleşiyor. Bilemiyorum; Nora ya geçmişteki, uzak geçmişteki biridir ya da bugün yaşayan ama silikleştikçe geçmişe eklemlenen biri. Ama şu kesin ki, “Cinnet geçiren ruhunun kendini gövdenden kurtarma istenci var…” diye seslenilen Nora’nın, ruhunu gövdesinden kurtarma istenci, hepimize İstanbul’u hatırlatıyor. İstanbul’u ve cinneti!

Bence, kitaptaki ‘Kusur Provaları’ adlı bölüme ayrı bir parantez açmak gerek. Sisler ardındaki Nora’yı, bu bölümde biraz daha yakından tanıyoruz, mısralarıyla karşılaşıyoruz çünkü. Şair mi yoksa şiiri içinde gezdiren biri mi Nora, yine de bilmiyoruz. O bölümdeki ‘İç Etek’ adlı şiirde, “Nora’nın ‘kırlar, gölgenin eteklerini aşıkların yoluna serdiği kırlar…’ mısrâındaki ‘kırlar’ olsam şu güz vakti” diyor şiir öznesi, ya da ‘Yılan Alfabesi adlı şiirde, “Nora’nın ‘yılan alfabesinden sözcükler diziyorum boynuna’ mısrâındaki ‘yılan’ olsam soksam aşkı kuyruk sokumundan” diyor. Bölümdeki diğer şiirler de Nora’nın mısraları ve şiir öznesinin o mısralar karşısındaki ‘keşke’leriyle sürüyor. Sonunda bir soruyla karşılaşıyoruz: Nesnelerin uzun tarihini yazar mısın?

Nora nesnelerin uzun tarihini yazabilir mi, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Her kim ki nesnelerin uzun tarihini yazar, o kişi artık Nora’dır.

Derken anlıyoruz ki Nora, bir kişidir, bir sevgilidir, aşkın ta kendisidir, sadece İstanbul’un değil, hayatın hiç'leşmesinin hem tanıdığı hem öznesidir. Ama Nora, sadece bunlar değildir; Nora toplumsal bilinçdışının dışavurumu, tarihin tersten okunuşudur. Kadim kentlerin ve sivil tarihin öznesidir bir anlamda. Bir simgedir. Çünkü “Su saatlerine göre aşık güneş saatlerine göre/ sevişenlerin kaybolduğu çıplak orman bilir ki gül/ Muhammed’in terinden değil Nora’nın teninden peyda/ olmuştur.”

Sevişenler değil, onlar zaten/ ne yazık ki kaybolmuştur. Ama çıplak kalan orman bilir gerçeği. Doğa, biz yıksak da, yok etsek de, çıplak bıraksak da, aslolandır. Bu yüzden çıplak kalan orman bilir en çok; gülün ne’liğini. Gülün kimin terinden değil, kimin teninden peyda olduğunu. Ve Nora, tam da burada, doğanın ta kendisi oluverir.

Nora doğadır. Doğanın beşere, beşerin doğaya dahil olan yanıdır. Yani Nora kadındır. Tek bir kadın değil, tüm kadınlardır. Çünkü yalınayak geçilen denizler de, Cezayir Sokağı’na seslerini bırakıp kendi denizlerine dönen martılar da, köknar yapraklarına emanet edilen kalpler de, karanfilli hakikatler de, râyiha ormanlarından taşan şarkılar da, bizim kendimizle, denizimizle, avuç içi kadar kara parçalarımızla, kabuk bağlayan kalplerimizle çarpışmamızın dışa vurumu olan da, sessiz sedasız göçtüğümüz, ‘dünyanın yazısız öbüryüzü’ de, hepsi Nora’dır.