YAZARLAR

Seçim testi: Tayyip’in kurbağası mı, Samed’in Küçük Kara Balığı mı?

Hiçbir öncelik, hiçbir çekince, tek adam rejiminin tasfiyesini merkeze koyan tarihi görevin önüne geçemez… Geçmemeli… Bir kez daha seçim ertesinde el elde, baş başta kaldığımıza şükretmemek için… Retorik soru: Ne yapmalı?

“Diyalogcu bir şekilde davranmayan, kendi kararlarını dayatmakta ısrar eden önderler halkı örgütleyemezler, manipüle ederler (…) manipülasyon, boyun eğdirme (fetih) ve egemenliğin vazgeçilmez bir öğesidir.”

Paulo Freire (Ezilenlerin Pedagojisi)

Önümüzdeki seçimi (sahiden) tarihi kılan ne?

Ya da: Önümüzdeki kritik seçimde biz neyi oylayacağız?

Mesela şunu: Tayyip Erdoğan’ın her konuşmasını yayınlama zorundaki teve kanalları döneminden, Erdoğan’ın yayınlanan konuşmasını izleme mecburiyetine maruz kalınabilecek evreye geçip-geçmemeyi?..

[İç not: Vizontele’de Cem Yılmaz’ın meşhur repliği idi: Zeki Müren de bizi görecek mi?... 1984, bu repliğin esin kaynağı olabilir mi? Sanmam… Ama biliyoruz; Orwel’in 1984’ünde Telebakar vaziyet alabiliyor, çift taraflı çalışabiliyordu: Büyük Birader/düşünpol, evinde zorunlu sabah egzersizinden kaytaranı, sert komutlarla uyarabiliyordu: “Kaytarma Bay Smith!.. Getirme beni oraya!.. Aldırırım merkeze!..” Bizim akılı teve’lerin de kulağı delik, gözü pek açık olabiliyormuş icabında ama burada kast edilen bu değil tabii… Bir nevi kamusal alanlardaki 10 Kasım anması, 9:05 refleksi benzeri ihtimaller ima ediliyor…]

Siz hiç Erdoğan konuşmaya başlayınca teve kapatan/kanal değiştiren kahveciye, “Cumhurbaşkanı’na hakaret davası" açıldığını işittiniz mi? (Böyle “cesur yürekler” oldu mu?... faslı da ayrı bahis ya…)  

Ya bu haberi okudunuz mu?

“Başkan Erdoğan’ın millete hitabının canlı yayını sürerken Sayın Erdoğan’ı dinlemek yerine dikkat çekici bir şekilde taşları ıstakaya haddinden fazla sert vurarak okey oynamaya devam edenler hakkında ‘Cumhurbaşkanı’na saygısızlık suretiyle hakaret’ten açılan davanın iddianamesi kabul edildi.”

Muhtemelen hayır!.. (Olmadı, değil mi böyle bir şey!)

Ama henüz…

Pekiii… Ya Erdoğan’ın -yine- kazan(dırıl)acağı bir seçim sonrasında?

Muhakeme egzersizi:

İstatistik yok elimde…

Ama görünür/’haber’ olma sıklığının azalması dikkatimi celp etti…

Cumhurbaşkanına hakaret davası sağanağı dindi… (gibi… görünüyor.)

Sebep?

Kapsamı hayli geniş iken, yetmediği hallerde, akla ziyan çıkarsamalarla pratikleri külliyat oluşturabilecekken…. “Hakaret” suçu kapsamının keyfe keder genişletilmesinin yarattığı toplumsal zayiatın raporu ortada dururken, hâldeki stabiliteyi nasıl izah edeceğiz?

Demokratik ifade özgürlüğü marjının genişlemesine mi yoracağız?..

Şaka yapmayacaksak, ne alâka!.. (değil mi?!)

O halde?

Alışmak… Alıştırılmak… olabilir mi?..

Cumhurbaşkanına hakaret davaları kırbacıyla toplumun otosansür hücrelerine sokularak terbiye edilmesi; zannedersem olan bu (mu?)…

KURBAĞALAŞMAK…

Nasıldı o kurbağa deneyi?..

Kaynayan su dolu tencereye atılan kurbağa can havliyle… vıraak vıraaaak… dışarı fırlar…

Ammaa… Kazandaki soğuk suya önceden bırakılan kurbağa, su usul usul ısıtıldığında, sıcak banyonun yarattığı rehavet misali gevşeyip yayılır (kese lazım mı, kese!), kaynatıldığının farkına varamaz; vaziyete intibak ederek haşlanır ve ölür- konformizm “öldürür”

AKP, İktidara yürüyüşünü nasıl tarif etmişti:

“Sessiz Devrim”

Türkiye’nin kazanının harsız ateşte kaynatılması…

“Devrim” ateşinde değil, Sessiz (Karşı) Devrim ateşinde, alıştıra alıştıra…

(Fazla) Ciyaklatmadan… Yedire yedire…

Haa… “Ne münasebet ya!!.. Biz kurbağa değiliz” mi?!

22 yıldır kaynayan kazandan ses mi geliyor?..

Fark şu:

Kurbağa naçiz bedeninden oluyor, ‘biz’ başta ‘yurttaş’ hüviyeti ile haysiyetli yaşam hakkından… diyeyim, isteyen gerisini getirsin!..

Panoramik memleket tablosu bu ise doğru soru şu olmalı:

Bu seçimde aynı zamanda neyi oylayacağız?..

İçine tıkıştırılacağımız tencereyi değiştirmeyi mi?..

Yoksa…?

Yoksa misal, Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balığı[1] olmayı mı?..

İki farklı tarz-ı siyaset, iki farklı hayat/ülke tasavvuruna tekabül eder bu şıklar...

Şayet tercih ikincisi ise malûm:

Direne direne, özgürlüğe yüzen, merak ettiği denize ulaşmak için kulaç atan Küçük Kara Balık, misal seçim ise, sandığı beklemez…

Seçim sürecinin aktif/örgütleyici öznesi olmayanın, sandık sonrasının edilgen/sürüklenen nesnesi olmaya daha yakın olduğunu bilir…

İlk şık ise tercih?

Çekirdek çitleyerek liderlerin düellosunu izleye izleye, istifleneceği yeni tencerenin sandıktan çıkmasını bekler…

Ki aslında bu tercihiyle şimdiden ‘tencere’de olduğunun farkına bile varmaz…

“Altılı Masa”nın seçmenle-toplumla kurduğu siyaset tarzı bu değil mi?!:

Dogmalaştırılan sandığa havale edilen umutlar, tribünler adına arenada kılıç sallayan cengaver gladyatör (havalarındaki) liderler…

Sahi: Kısık ateşte yanan ‘Altılı Masa’ kazanında olabilir miyiz?

Diyecektim ki…

Vırak vırak:

“İyi ama böyle konuşmalar da ne oluyor?!

Şimdi görev Tek Adam rejiminden kurtulmak iken, yarının mevzularını öne çıkarmak da ne oluyor!.. Muhalefetin arasına nifak sokmaz mı, bu muhabbetler? Saray’ın ekmeğine yağ sürmez mi?”

Iııı…

Tereddüdünüzü anlıyor ve ifrat ile tefrite azami dikkat edilmesi gerektiği hususunda hak veriyorum, telaşlı okur ama… hayır!..

Saray’ın zaaf olarak gösterdiği muhalefetin ha bire tartışıyor filan olması, ana hedeften koparmadığı/dağıtıcı olmadığı sürece, zaaf değil zenginlik sayılmalı... (konuşan muhalefet… İyidir iyi!)

Yeter ki…

Bak anlatayım…

ASGARİ MÜŞTEREK, AZAMİ HASSASİYET

Hâlâ var mı, bilmiyorum…

Vaktiyle ilk okullarda, birinci sınıflarda öğretmen, haytalara ev ödevi verirdi…

On… Elli… Endazesini kaçıracak kadar insafsızsa, “yüz kere yazacaksınız”, buyururdu:

Koş Ali Koş.

Şimdilerde tarih bilinci hocası, cem-i cümlemize ezber ettiriyor ki koordinatları bittamam belleyelim:    

Erdoğan gidecek...

Tek adam rejiminin tahtı yıkılacak…

Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilecek…

Teşbihte hata olabilir, endişesi taşımasam, bizim “Kartaca yıkılacak” diskurumuz da bu derdim...

Ama öyle:

Erdoğan gidecek ve…

Tereddütsüz asgari müştereğimiz bu!. Kapiş!..

Nitekim muhalefetin bir nevi laytmotifi de oldu bu...

Eleştiri Deyimleri Sözlüğü’ne göre “Laytmotif (leitmotiv), bir edebî eserin içerisinde eserin temasına işaret edecek veya bu temayı güçlendirecek ve eserin bütünlüğünü sağlayacak şekilde sıklıkla tekrarlanan bir ifade kalıbı, imaj, sembol veya durum demektir.” [2]

Almanca’da esasen “yol gösterici kılavuz motif” demek(miş), Laytmotiv…

“… ilk olarak müzik eleştirisinde kullanılmış ve buradan edebiyat eleştirisine geçmiştir.”

Ama burada da kalmamış… “… filmlerde ve diğer sanat eserlerinde de kullanılır” olmuş…

Lügat yazarımız, belki yakıştırmadığından, sanat dışı kullanımlarını anmamış…

Lakin siz de rastlamış ya da zaten kullanıyorsunuzdur; tarih yazınında da politik metinlerde filan da meramın anlatımında işe koşulur, halbuki bu terim…

Nitekim Nişanyan Sözlük etimolojisine (de) değinirken, “öncü, önder”e vurgu yapıyor:

“Almanca Leit ‘öncü, önder’… leiten, ‘öncülük etmek, önden gitmek’ kökünden türetilmiştir.” 

Tamam, sündürmeyeceğim daha fazla; buradan yürüyelim…

Burjuva muhalefet (“Altılı”) ‘Masa’sının leitmotivi; ‘öncü’, “öncülük eden” ana argümanı:

Erdoğan gidecek...

Tek adam rejiminin tahtı yıkılacak…

Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilecek…

Amenna!..

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!

Kürtler dahil düzen karşıtı sol-sosyalist kuvvetler de -kendi meşrebince- katılıyor bu tespite… (denilebilir… değil mi?)
Velhasıl… Tüm muhalefetin kesiştiği asgari politik müşterek aşikâr:

Tek Adam rejimini tasfiye etmek

Hoş, Rejim kuvvetleri de muhalefet imecesini tam buradan vurmaya çalışıyor:

“Tek dertleri Erdoğan, başka bir şey bilmiyorlar” …

Misal… Saray medyası yazar çizeri, ekranlara tüneyen değnekçileri, “Bunların Erdoğan’ı iktidardan indirmek dışında ortak ne noktaları var Allasen” diyerek, muhalefetin asgari müştereğini (güya) küçümseyerek değersizleştirme mesaisi yapıyor…

‘Güya’, esasında parantez sıkıştırılmayacak kadar mühim:

Cehaletten değilse, retoriğe boğarak, Erdoğan’a/tek adam rejimine odaklanılmasının hikmetini, gerçeği saklama gayreti olabilir mi, tam da bu hassas noktaya yüklenme sebepleri…

Zira onların perdelemeye çalıştıkları şu:

'ERDOĞAN GİDECEK/GİTMELİ' DEMEK, SIRADAN, ALIŞILMIŞ BİR İKTİDAR KARŞITI TALEP DEĞİL

Erdoğan’ı sıra dışı rakip/“hedef” kılan rejimi değiştirmesi…

Rejim, kabaca, devletin/iktidarın toplumla kurduğu ilişkiyi belirler…

Yönetenlerin nasıl yöneteceğini, iktidar etmenin araç ve kurallarını; yöneten ve yönetilenlerin birbirine karşı hak ve yükümlülüklerinin/hukuklarının çerçevesidir, rejim…

Değişti:

Burjuva sistem içinde iktidarın demokratik meşruiyet kaynağı olan “ulusal egemenliğin” kullanımını, “tek adam” olarak Tayyip Erdoğan’ın kendisinin ukdesinde topladı

Devletin kadim resmî ideolojisini, İslamcı yeni Türkiye doğrultusunda revize etti…

Hayır; ne eski resmî ideolojiye ne de eski rejime ağıt yakmayacağız…

İşçi sınıfı dahil farklı sınıf ve katmanlar için ağırlaşan şartların ortak muhalefet zemin ve dinamiği yarattığına işaret edip bırakacağız… 

Zira çokça yazıldı çizildi; biliniyor bunlar… Sonuçları yaşanıyor; sayıp dökmeye hacet yok…

Eleştirel duruşlar Saray’ın ekmeğine yağ sürmez mi? endişesine kapılabilecek okuru ikna faslını bağlayalım:

Hiçbir öncelik, hiçbir çekince, tek adam rejiminin tasfiyesini merkeze koyan tarihi görevin önüne geçemez… Geçmemeli…

Burada anlaştıysak, kurcalamaya devam edelim…

Yok, türban yasası çıkışından Erdoğan’ın adaylığının YSK’ya taşınmasına… Kılıçdaroğlu’nun zekice… hadi öyle demeyelim, tuhaf politik hamlelerine girmeyeceğim…

Daha ‘yapısal’ denilebilecek problemlerden söz etmek istiyorum…

Başlıklar halinde:

  • Muhalefetin fiilen merkez/öncüsü pozisyonunda olan Altılı Masa, tek adam rejiminden kurtulma önceliğini, Kürt ve sosyalist/emekçi muhalefetine hiza vermeye dönük terbiye kırbacına dönüştürebiliyor…
  • Burjuva muhalefetin (“Altılı”) “Masa”sı, yukarıda işarete edilen basıncı, muhalif kalabalıklar üzerinde kurduğu hegemonyayı toplumsallaştırarak derinleştirmede kullanıyor…
  • Bir tür ideolojik-politik transformasyon yaşanıyor: ‘Sınıf’ın esamesi zaten okunmuyor, sağ-sol zaten bitti filan, emek-sermaye çatışmasından azade (iktidar’la aynı frekanstan) “Hepimiz Türkiye’yiz” diskuru …
  • Sosyalist solun dili; itiraz ve (olduğu kadarıyla) çözüm önerileri, ‘Altılı Masa’nın hegemonya helezonunda yok oluyor… Muhalif toplumun dil ve hedefleri burjuva muhalefetince belirleniyor… O kadar ki kendisini solda sayan kimi yurttaş dahi, “Altılı”nın “Bağımsız Merkez Bankası” goygoyuna katılabiliyor.. Merkez Bankası’nın “siyasetten bağımsızlığı” dolmasının bir
    neoliberal saplantı olduğunu fark edemiyor… Ama iktisat’ın “bilim” olduğunu, ekonomik kararların emek-sermaye uzlaşmazlığıyla alakasız teknik analizlere dayandığını düşünebiliyor.. Eh hâliyle çözüm de “Ehil ellerde iyi yönetilecek ekonomi”den beklenir oluyor… “Liyakat… Liyakat”; bununla yatıp kalkıyoruz ya!..

Hemen akla gelenler bunlar…

Elbette pek çok ilave yapılabilir… Her birinin üstünde ayrı tartışma başlıları açmak şart…

Bilinmeli ki, kazanılacak muhtemel seçim zaferine, kıymetinin ötesinde anlam ve misyonlar yüklenmesin…

Aksi halde 1950’lerdeki o Bursa köylülerinin hayal kırıklığı tekerrür edebilir...

ALTILI MASA’NIN MAZİDEKİ RUHU

Neden bahsediyorum?

Kıssa niyetine anlatayım...

Daha doğrusu Cem Eroğul Hocamızın vaktiyle yazdıklarından okuyalım…

Hem muhtemel yeni ‘14 Mayıs’ seçimine de nazire yapmış oluruz...

Zira Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi kitabında[3], bugünkü atmosferle ‘ruhen' benzer diyebileceğimiz bir atmosferde yaşananları anlatır…

Yine böyle… Bu kez 27 yıllık CHP iktidarına karşı sağlı sollu (neredeyse) tüm toplumsal muhalefetin umudu olur, Menderes-Bayar ikilisinin Demokrat Parti’si:

“Demokrat Parti’nin bütün muhalefet döneminde kullandığı başlıca ideolojik araç, ‘demokrasi’ kelimesi olmuştur. O kadar ki, o yıllarda bu kelimeye âdeta tılsımlı bir anlam yüklenmişti. [Hoca burada, Nadir Nadi’nin 12 Ocak 1947’de, Cumhuriyet’te, CHP pozisyonundan bu algıyı yererken, 'Demokrasi, sanki cennetin tılsımlı anahtarıdır' diye yazdığını hatırlatır.]”(s. 76)

Cem Hoca’nın “tılsımlı bir anlam” yüklendiğini işaret etmesi mübalağa değil.

Zira “Vergi adaletsizliğinden jandarma baskısına, şeker sıkıntısından dış güvenliğimize kadar her sorunun çözülmesi demokrasinin kurulmasına bağlı görünüyordu.” (s.76)

Bu algılayışın ete kemiğe bürünmüş hâllerinden bir misal verir:

'DEMOKRASİ GELDİ, HAYDİ TOPRAK İŞGALİNE'

“1950 seçimlerinden hemen sonra, Bursa civarında köylüler büyük toprakları bölüşmeye başlamışlar, kendilerine ne yaptıkları sorulunca, 'Artık demokrasi var' diye cevap vermişlerdi.” (s.76) Cem Hocanın kaynağı Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu kitabının İngilizce edisyonu (s. 312)

Biz Lewis’in aynı kitabın Türkçe baskısından[4] devam edelim…

Bursa’da yoksul köylülerin DP iktidarını ‘kendilerinden’ sayması, yılların beklentisine nihayete sandıktan cevap ürettiklerine dair algı lokal, tekil bir örnek miydi?

“1950’deki Demokrat Parti zaferi iktidar değişiminden çok fazlasıydı” değerlendirmesi yapar ve hemen adını koyar, Lewis:

“Bu bir referandum idi. Halk Partisi’nden memnun olmayan herkes, ki yirmi yedi yılın ardından epey kişi vardı, şikayetlerini böyle kayda geçirme fırsatı bulmuş ve bunu kullanmıştı.” (s. 422, Vurgular benden-era)

Lewis’in yazdıklarının kulağı çınlasın…

Bu kez Tek Adam rejiminden memnun olmayan herkes, 22 yıllık iktidarı “götürmek” için referanduma (seçim) gideceğiz…

Sonu benzemesin zaferimizin…

Zira malûm…

“Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımlarının tarihidir.” (Komünist Manifesto)[5]

İlavesini de biz yapalım:

Sınıflar mücadelesi tarihi, ezilen sınıfların ezen sınıflar arasındaki mücadelede kullanılmasının ve uğradığı ihanetlerin de tarihi sayılır…

Tarihin tekerrür etmemesi için…

Bir kez daha seçim ertesinde el elde, baş başta kaldığımıza şükretmemek için…

Retorik soru:

Ne yapmalı?

NOTLAR: 

[1] Samet Behrengi, Küçük Kara Balık, Can Çocuk Yayınları

[2] Eleştiri Terimleri Sözlüğü, Ö. Faruk Huyugüzel, Dergâh Yayınları, Eylül 2018, s. 285

[3] Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Yordam Kitap, Ocak 2014

[4] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, 2. Baskı, 2009

[5] Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, s. 9