YAZARLAR

Sanki eksik öğrenmiş gibi!

Belgesel kategorisinde Oscar adayı “Ahtapottan Öğrendiklerim” geleneksel belgesel anlatısını tersten kuruyor. Doğaya dair bilgi edindiğimiz değil, ona bakarken kendimize dair bir şeyleri fark ettiğimiz bir ilişki bu. Ancak filmin ve karakterin finalde geldiği yer, “mevzuyu hiç anlamamışsın birader” dedirtecek türden.

Hazır Oscar’a aday belgesellere dalmışken oradan devam edelim. Şubat ayında aday filmlerden “Colectiv” hakkında yazmıştık, geçen hafta da “Crip Camp”a dair birkaç kelam ettik. Bu hafta ise yine bir Netflix filmi olan “Ahtapottan Öğrendiklerim” (My Octopus Teacher) filmine kısaca değinelim…

Pippa Ehrlich ve James Reed ikilisinin yönettiği belgesel, Dünya’nın ucundan, Güney Afrika’dan çarpıcı bir hikâye anlatıyor. İnsan ile hiç akıllara gelmeyen bir hayvanın, ahtapotun olağan dışı hikayesi hem doğa ile kurduğumuz ilişkiyi gözden geçirmemiz hem de evrendeki yerimizi bir kez daha hatırlamamız için kapılar açıyor.

Güney Afrikalı belgesel sinemacı Craig Foster, varoluş krizi yaşadığı bir dönemde Atlantik Okyanusu'nun azgın dalgaları gelgitle çekildiğinde ortaya çıkan ‘kayalık havuzları’na dalarak kendisini toparlamaya çalışır. O güne kadar yapıp ettiklerini, hayatının amacını sorguladığı zorlu bir süreç aynı zamanda yaşadığı. Yine vahşi bir atmosfer sunan ‘yosun ormanları’ arasında denizin dibini taradığı günün birinde, hayatını değiştirecek varlıkla karşılaşıyor. Bir ahtapotun, deniz kabuklarıyla kendisini kamufle edişine hayretle tanık olan Craig, biraz da obsesif bir şekilde bu canlıya odaklanıyor. Hemen her gün elinde kamerasıyla ahtapotun izini süren ve onun yapıp ettiklerini kaydeden Craig’in hayata bakışı da değişiyor adım adım. İşin tuhafı, ahtapot da türünden beklenmeyecek bir biçimde Craig’e yakınlık gösteriyor. Bir süre sonra kendisini görüntüleyen bu adama yaklaşmakta, onunla fiziksel temas kurmakta sakınca görmüyor.

“Ahtapottan Öğrendiklerim”, her şeyden önce çok özel bir yaşam alanına dair çarpıcı gözlemler içeriyor. Tropikal ve vahşi bitki örtüsüyle kaplı alanları andıran yosun ormanlarının içindeki hayat, bu hayatın içindeki canlıların birbirleriyle ilişkileri, yaşama tutunmak için yaptıkları, hayranlık uyandırıcı gerçekten. Bir kısmı Craig ve oğlu Tom tarafından çekilen, bir kısmı da yeniden üretilen görüntülerle inşa edilen bu belgeselin dramatik bir yapısı olduğu su götürmez. Bu da onu bildiğimiz doğa belgesellerinden ayıran temel özelliği. Bir süre sonra filmdeki ahtapotla empati kurmak zorunda kalıyorsunuz. Çünkü ana karakterin onunla yaşadıkları bunu kaçınılmaz kılıyor. Haliyle, ahtapotun tehdit altında olduğu her an bir gerilime dönüşüyor seyirciler için de. Köpekbalıklarının ortaya çıkıp, ahtapotun yaşamını tehdit ettiği anlarda fona yerleştirilen müzik ile bu daha da güçlü kılınıyor. Craig her ne kadar bu durumlara müdahale etmemeye çalışsa da (aklından geçiriyor ama) onun varlığı zaten oradaki doğal ortamı bozan bir durum. Ama onun ahtapota karşı hislerinin, kurduğu empati duygusunun seyirciye de başarıyla geçtiğini söylemek gerek. Kanımca bu durum hem sinematografik açıdan güç katıyor hem de anlatıyı zayıflatıyor.

Şöyle ki, “Ahtapottan Öğrendiklerim”i, mesela bir National Geographic belgeselinden ayıran şeylerden birisi dramatik yapı inşa etmesiyken, ikincisi; öznesine yaklaşımındaki farklılık. Bildiğimiz anlamda bir doğa belgeseli seyirciye odakta olan ahtapot ve yosun ormanlarındaki yaşam hakkında bilgiler verir. Yani temel bilgi akışı doğal hayatın nasıl işlediğine dairdir. Oysa “Ahtapottan Öğrendiklerim” başka bir şey yapıyor. Merkezindeki canlıya ve onun habitatına dair değil, insan dünyasına dair bir yorum içeriyor. Oradaki işleyişin, Craig’in kimliğinde modern insanın zaafları ve bundan kurtulma yolları hakkında sunduğu olanaklara dair bir film “Ahtapottan Öğrendiklerim”. Yani aslında ahtapotun hayatına değil, kendi hayatımıza dair bir şeyler öğreniyoruz o hayata bakarak.

Bu insan ve doğa arasında var olduğu söylenen ‘çelişki’ye de iyi bir cevap öte yandan. İnsanın doğaya karşı/rağmen var olamayacağının, ancak onunla uyum içerisinde huzuru bulabileceğinin bir kanıtı gibi duruyor belgesel. Craig’in yaklaşık bir yılı bulan bu yolculuğu, ahtapotun hayatına bakıp kendi hayatına dair sonuçlar çıkarabildiği verimli bir yolculuğa dönüşüyor böylece.

Ama bence filmin ve Craig’in gelip dayandığı yer, bütün bu süreçten hiçbir şey anlaşılmamış ya da yanlış anlaşılmış sonucunu çıkarıyor ortaya. Finalde Craig’in “hayatın anlamını” daha iyi kavramaya dair anlattıkları bütün bu süreci bir terapi gibi ele aldığını gösteriyor. Yaşadıklarınızı bir tedavi süreci gibi kavrarsanız, iyileştikten sonra eski hayatınıza dönersiniz haliyle. Gariptir filmin sonunda iyi bir şeymiş gibi sunulan, aslında tam da en baştaki sorunun kendisine işaret ediyor. Craig, tedavisi bitip de kendisini iyi hissedince bir grup kuruyor ve daha kalabalık ekiplerle dalıyorlar yosun ormanlarına…

Bir kez daha insanlık kendini iyi hissetsin, hayatına anlamlar katsın diye, canlıların yaşam alanı turistik, uhrevî, mistik bir mekan olarak tanımlanıyor. Finalde kamera deniz yüzeyinden yükselip de kadraja yosun ormanlarına doğru dalışa geçen bir sürü insan girince, ister istemez akla şu soru geliyor: Bütün bu süreçten çıkardığınız sonuç bu mu?