YAZARLAR

Sanatın eleştirel kimyası: Pera’da Kristal Berraklığı

Elena Sorokina küratörlüğünde Pera Müzesi’nde 7 Mart’a dek yer alan ‘Kristal Berraklığı’ sergisi, 20 sanatçıyı buluşturuyor. Sorokina’nın Venedik Bienali özelinde dünya sanat ortamını da sakınmadan eleştirdiği etkinlik, pandemi vesilesiyle ıssızlaşmış bir sanat ortamında, bir bienal  yoğunluğu ve onun tek seferde taşınmaz, hazmı güç yükteki kavramsal kargo ve iradesiyle tecrübe ediliyor. 

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde açılan ‘Kristal Berraklığı’ sergisi, 7 Mart 2021 tarihine kadar izleyiciye sunulacak. Elena Sorokina küratörlüğünde düzenlenen sergi, alfabetik soyadı sıralaması ile, Sammy Baloji, Minia Biabiany, Katinka Bock, Bianca Bondi, Gaelle Choisne, Kıymet Daştan, Elmas Deniz, Sinem Dişli, Gluklya (Natalia Pershina-Yakimanskaya), Deniz Gül, Ilana Halperin, Gülsün Karamustafa, Yazan Khalili, Paul Maheke, Şener Özmen, İz Öztat, Hale Tenger, Güneş Terkol, Berkay Tuncay ve Adrien Vescovi’nin eserlerine yer veriyor.

Vakti (haklı olarak) değerli okurlar için, sondan başa gidelim: Sorokina’nın Venedik Bienali özelinde dünya sanat ortamını da sakınmadan eleştirdiği etkinlik, pandemi vesilesiyle ıssızlaşmış bir sanat ortamında, bir bienal  yoğunluğu ve onun tek seferde taşınmaz, hazmı güç yükteki kavramsal kargo ve iradesiyle tecrübe ediliyor. Etkinlik, haliyle binbir imza ve emekle ortaya çıkan, hazmı güç, koşulsuz odaklanma ve - bilhassa 183 sayfalık, arşivsel kitap-kataloğu ile - öncül ve ardıl bilgilenmeyi mecbur kılan bir girişim olarak kayda geçiyor. 

Bu sergiyi, geçen Perşembe günü, serin bir öğle sonrası gezme imkânım oldu. Pera Müzesi Salı’dan Cuma’ya 11.00 – 18.00 saatleri arasında gezilebiliyor. Müze Cuma günleri 16.00 – 18.00 arası tüm ziyaretçilere, Çarşamba günleri ise “Genç Çarşamba” kapsamında tüm öğrencilere ücretsiz. Hafta sonları uygulanan sokağa çıkma kısıtlamasından muaf olan yabancı ziyaretçiler ayrıca, Cumartesi 11.00 – 18.00, Pazar günleri ise 12.00 – 18.00 saatleri arasında müzeyi ziyaret edebiliyor. 

Ben de, bu koşullar altında daha güvenlik koridoruna girer girmez (yine) yaklaşık bir seneden beri yaşadığım türden bir gariplik hissettim. Zaten hayatlarımızın kimyası, tıpkı biyoloji, fizyoloji ve sosyolojisi gibi son yılda yeterince değiş(-tiril)mişti ve gelinen bu ikircikli, zoraki, gıyabî durum, kültürel pratiklerimizde kendini hissettiriyordu. Tıpkı banka ve kamu kuruluşlarının yaşadığı türde, depresif bir zaman ve sıkışık deneyimin psiko-bürokrasisi, sanki bu alanı da kapsamına almıştı ve sergi gezmek, eskisinden daha ihtiyatlı, mesafeli ve aynı zamanda bireyi - istemsizce seçkinleştiren ya da onu itekleyen - kaba bir tecrübe halini almış gibiydi. Baklayı ağzımdan çıkarayım hadi; bir garip kabahatlilik hali. Bir ‘bütünleme sınavı’ paniği. 

Eh, gelin görün ki, insan, günde birçok insanın yaşam ve ölüm, özgürlük ve esaret, açlık ve tokluk, adalet ve ceza arasında istemsiz yere bırakıldığı bir ülke ve küresel gündemde, bir de ‘Kristal Berraklık’ arayışında olmasın... ‘Sanatın yapıcı kudretiyle’ telkin edilmek üzere uğrayabileceği en uygar ve bütünleştirici adreslerden biri de burası olurdu, değil mi? 

Yine diyeceğim, bu basın bülteni bilgisinden bütünlemeye kalan bir öğrenci telaşı ile,  - o hepimize çok kısıtlı, kıymetli ve emsalsiz - ‘kişisel zaman’da (!) müzeye sakince girip, yüzümde maske, kafamda bere, üzerimde kat be kat kışlıkla, kendimi tanıttım. 

Yapıtlarla mümkün mertebe bire bir zeminde, telaşsız irtibat kurmak, şu koşullarda akıl ve ruh iklimi adına her iki yakaya da en iyi gelebilecek seçenek olsa gerekti. Yoksa niye bunca gösterge, metin kendini herşeye rağmen teşhir etsindi? 

Günün hayhuyundan kaynaklandığından, girişte, elimdeki irice paket sebebiyle bir kargo görevlisi sanılmış da olabilirim. Neticede, eşyalarımı dedektörden geçirmeden, büyük bir nezaketle direkt içeri alınarak, müzeye girdim.

 Ardından, danışmadaki hanımefendinin yardımı ile, Müze yetkilisi, sergi koordinatörü Sn. Zeynep Ögel’e kendimi danışmadaki telefonda yeniden bildirdim, müze biletimi edinip, o gün elimde, avucumda biriken tüm eşyalarımı, sakince emanet alanına bıraktım. 

Müzenin kafe ve özel etkinlik alanı, bomboştu. Bu bana, önceki kibar telaşlı nice açılış ve yemek davetlerine, basın toplantılarına kıyasla, dramatik ama aynı zamanda da hayli gerçekçi göründü. Yine, güvenlik adına görevli kimseler, sergiye aynı anda belli sayıda ziyaretçiyi pandemi sebebiyle almamak üzere, itinalı bir gözetim içinde idi. 

Sadede gelelim: Sergi, asansörle çıkıldığında izleyiciyi üçüncü katta, soldan başlayan düzenli bir karmaşaya buyur ediyordu. Serginin, ajandamızdaki pek çoğu gibi izleyici üzerine yığdığı önemli şey, yine üst üste birçok metin, hüküm ve cisimleşen delil muamelesi gören, iri künyeli yapıtları oldu. 

Hal böyle iken, Fransız Kültür Merkezi destekli etkinliğin kataloğuna yazdıkları metinde, merhum Sn. Suna Kıraç ardından düzenlenen bu sergi vesilesiyle, İnan ve İpek Kıraç’ın şu sözleri de epey dikkatimi çekti: 

“Sergi, küçük bir ekosistem içinde, yapıtların - ağırlıklı olarak - küçük yerel gruplarla çalışılarak üretilmesi ve nakliyeden olabildiğince kaçınılması, geri kazanılmış malzemeler ve yerleştirme öğelerinin akılcı şekilde geri dönüştürülmesi gibi hususlara özen gösterilerek ve projenin çevreye olumsuz etkilerini de olabildiğince azaltacak bir yaklaşımla hazırlandı.”

Bana kalırsa - bu titiz olmaya iyi niyetli - sergi, yarattığı kendi küçük ekosisteminin güvencesiyle, adeta Büyük Londra Oteli’nin önünden geçtiğim o melankolik boşluğu gibi, keşfedilmeyi bekleyen büyük ve kolektif  bir anlam ve suret konağı olarak işlevlenmiş gibi. 

Bu pek çoğu kadar geçici, ölümlü, güncel ve tam da bu sebepten hakiki sergiyi gezerken, teşhirdeki işlere odaklanarak, dünyayı tüm hayatta kalabilme telâşıyla dışarıda mı bırakmalı, yapıtlarla müze saatleri ve izleyici sınırının tanıdığı sosyal  özgürlük mesafesi içinde baş başa kalmalı mıydım? 

Yoksa, sergilenen yapıtlarla zihnim ve gönlümce şöyle bir selâmlaşıp, vazifemi yerine getirmişliğin o bencil iç huzuru içinde çıkmalı mıydım? Ya da, müzedeki bu tek katlı gibi görünen, ancak katman katman derinleşen, günümüz sanatının kimyasını dışa vuran sergiden - canım söylenen söylenmiş, gösterilen gösterilmiş, nasılsa benim bunlara tanık / sanık / arabulucu olmama ihtiyaç yok diye hissedip - usulca ayrılmalı mıydım? 

Sorokina, serginin kavramsal çerçevesini çizerken, Bruno Latour (Ayağımız Yeryüzüne Bassın kitabı) ile, filozof Byung-Chul Han’ın ‘Şeffaflık Toplumu’ (Metis Kitap) isimli çalışmasına da şöyle gönderme yapmış: “Yeryüzünü ‘etkin, yerel, sınırlı, duyarlı, kırılgan, titreyen ve kolayca rahatsız edilebilen bir kılıf’ olarak görmeliyiz. Bugün herkes her şey hakkında bilgi edinebilir. Her şey -ve herkes- şeffaf, örtüsüz ve ifşa edilmiş durumdadır. Ne var ki şeffaflığın karanlık bir tarafı da vardır ve biz farkına bile varmadan matlığa dönüşebilir.”

Doğrusu, sergide beni de yoran, arada bırakan, bu türden bir aşırı ifşanın, nitelikte değilse bile nicelikteki fazlalığın verdiği, dahası, eserlere de bulaşan, onları ‘kuru gürültüye’ sevk eden baş döndürücü matlık oldu. Tıpkı hiç tüketemeyeceğiniz, ancak bedelini daha en başında ödediğiniz bir hizmetin, sözgelimi devasa bir açık büfenin ziyan oluşundan ötürü kendinizi sorumlu ve pişman hissetmek gibi. 

Peki,  kendinden başı dönmüş / başa dönmüş - sektörün o ambalajı, ritüelleri, kronometresi, paylaşım pratiği ve öncelikleri, zaten ne vaziyette idi ki ? Pandemi sonrası, artık fiziksel manâda dahi mumla aranan izleyici - bireyin, kendi rızasıyla deneyimlediği her tür kültür ürününü seçme, düşünme, tecrübe etme ve yargılama hakkı karşısında, sanat da geçen seneye kıyasla, çok daha da acil, ölümlü, yüzeysel, göz boyayıcı ve kristalize değil miydi? 

Altına her türlü kusur ve riyakârlığın süpürüldüğü bu karantina maskesi içinde, yerel ve ulusaşırı birçok kurum, çoktan kepenk indirmiş, ya da gerekse yığınla kristalize CV, sınır ötesi vize sahibi küresel zihin emekçisi ile yollarını ‘üzülerek ayırmamış mıydı?’ 2019’da hayat, sanat dünyasına artık ne diyordu? Zaten herkes birbirine yeterince uzaktı ve bunun için yegâne deva, tüm dijital korunaklılığımızla birbirimizin aslı ve suretine 7/24 yapay meşguliyetimizde, o da şarjımız madden ve manen birbirimize yettiğince, sırıtıp, alabildiğince olay yerinde kendimizi ötekine ‘zum’lamaktı. Yeter ki, kamusal ve özel çıkarlar çatışmasın(-dı). Sanat ortamında zaten aktif bir pasiflik içinde yıllardır tecrübe edilen o bilinçli asosyal mesafe, tam da bu mağduriyetin çıkarcı maskesini takmak suretiyle, üstelik yine kendi lehine hiç bu kadar apaçık biçimde meşrulaşmamıştı. 

Yanılmıyorsam, yani yazdıklarını yanlış anlamadıysam Sorokina da, modern ve güncel dünya sanat tarihinin bilinen en kıdemli teşhir projelerinden Venedik Bienali’ni de temel aldığı sergi ana metninde, sergideki Paul Maheke imzalı devasa dört dijital baskı yarı saydam dijital perde yerleştirmesi üzerinden, bu ‘yüzeysel hengâme’yi eleştiriyor ve bizi bir rüyadan çalarcasına şunu çimdikliyordu: 

“Akışkan ve duyusal bu eserler, önce ‘küreselleşmenin’ ünlü şatafatlı kurbanı, köhne ve modası geçmiş mega bienallerin daimi sahnesi olan Venedik’teki bir sergi için tasarlanıp, üretilmiştir. Burada şehir, batmakta olan bu müze,’sömürü olarak’ serginin en mükemmel örneği olarak karşımıza çıkar. Onun dramatik çevrimiçi varoluşu ayrıcalıklıların, ekolojik olarak sorumsuz turizm korkunçluklarının ve Maheke’nin eserinin gösterdiği gibi, başka tür ‘seyahatlerin’  - göç ve yerinden edilme - şiddetle görmezden gelinişini sergileyen bir anıt niteliğini taşır.

The River Asked for a Kiss (To Pateh Sabally) /  (Nehir Öpücük İstedi, Pateh Sabally’e - 2017) başlıklı çalışma, Rialto Köprüsü’nden atlayarak boğulan 22 yaşındaki Gambiyalı mülteci Pateh Sabally’e ithaf edilmiştir. Bu olayı izleyenlerin bazıları, ırkçı ifadelerle Sabally’i taciz etmiş ve cep telefonlarıyla ölümünü kaydetmişler, bazıları da ona can simitleri fırlatmış fakat hiç kimse Sabally’i kurtarmak için suya atlamamıştır.

Bu trajik olaydan etkilenen Maheke, şiire ve 1920’lerde Amerika’daki siyahların entelektüel, edebî ve sanatsal üretimlerinin çarpıcı biçimde arttığı Harlem Rönesansı’nın en önemli figürlerinden biri olan şair ve romancı Langston Hughes’un yazılarına bakar. Hughes’un şiir dizeleri aynı anda hem sanat eseri, hem de sergi mimarisi işlevi gören perdelerin üzerine basılmıştır.”

Yazıyı - bu haftalık - bağlarken, konuyu şuraya ‘zum’lamak istiyorum: 

Sergi küratörü Sorokina, Venedik Bienali’ni eleştiriyor ve ‘köhne ve modası geçmiş bienaller’ arasına koyuyor. (Bu tür bienaller arasında - Koç Holding’in uzun süreli destekçisi bulunduğu - İstanbul Bienali’nin olup olmazlığı ise, bambaşka, uygar bir münazaraya gebe;) Ancak Sorokina, müze kitabında cisimleşen bu ağır eleştiriyi, vakti zamanında küratörler Beral Madra, Vasıf Kortun, Emre Baykal ve Başak Şenova, Defne Ayas ve Fulya Erdemci’nin katkıda bulundukları, Venedik Bienali’nin Türkiye Pavyonu destekçileri arasında bulunan - merhum Sn. Suna Kıraç Hanım’ın babası -  Vehbi Koç’un adını taşıyan vakfın sorumluluk ve mevcudiyetinin farkında olarak mı yapıyor, bundan emin olamadım... 

Keza, andığım küratörler nezdinde bugüne dek merhum Hüseyin Bahri Alptekin başta olmak üzere, Cevdet Erek, Ali Kazma, Sarkis, İnci Eviner, Banu Cennetoğlu, Ahmet Öğüt ve yakında Füsun Onur gibi sanatçılar ile anacağımız ilgili bienalin danışma kurulunda -vaktiyle- Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü Sn. Özalp Birol’un da olduğu, malûmumuz. 

Bu yönüyle bana ‘tüm kristal berraklığı’ ile bunları düşündüren Pera Müzesi’nin - sergi küratörü dahil - tüm çalışanlarına, verdikleri emek için tekrar teker teker teşekkürlerimi sunuyorum. Güncel sanatın ‘değişen kimyası’ üzerine düşünmeme fırsat veren bu yazıyı, Gambiyalı mülteci Pateh Sabally’nin insanlığı ile temsil ettiği her değer ve mücadele babında sergideki tek bir iş üzerinden kurduğum ve kendi yaratıcılıklarına yeteri kadar yer veremediğim için de, sergiye katılmış diğer sanatçılardan, bizzat özür diliyorum.