YAZARLAR

Salyalı denizler, huzursuz ruhlar

Denizler salyalanırken, ağaçlar kesilirken, hayvanlar işkence çekerken biz hangi ruhsal iyilik halinden bahsedebiliriz bilmiyorum.

Evinizin su tesisatı bozulsa ne yaparsınız? Peki ya kanalizasyon sıkıntısı yaşasanız, sözgelimi sifon çalışmasa, borular tıkansa? Çamaşırlarınızı, bulaşıklarınızı yıkadığınız su kirli aksa mesela? Kötü hayal bu ya evdeki tüm pencereler bir anda yok olsa ve orada nefes alamaz hale gelseniz? Korkunç yaz sıcağında evinizin tüm odaları güneşi çılgınca emerken oturacak tek bir gölge yer bulamasanız orada? Ne olurdu? Sanırım bu sorunlar yaşamımızın merkezini işgal eder ve başka hiçbir şey düşünemez hale gelirdik. İnsan gönül rahatlığıyla evine güvenemezse hangi uyku yarar ki ona? Evi sürekli arıza çıkarsa, bir beden gibi hastalansa kendisi nasıl sağlıklı kalabilir? Ve kişi evinden sorumlu değil midir?

Ev, sadece barındığımız bir yer olmasının dışında ruhsallığımızın bir uzantısıdır da… Tıpkı derimiz gibi bizi kapsar, tutar. Dış dünya ile mesafemizi belirler. Duygusal, fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılar. İç dünyamızın önemli temsillerindendir. Geçmişte veya şimdide içinde yaşadığımız evler rüyalarımızda da zaman zaman kendisini gösterir, hatta bu nedenle evler bir ölçüde kendiliğimizin yansımasıdır. Evi nasıl şekillendirdiğimiz, evimizi nasıl kullandığımız, oraya ne kadar yerleştiğimiz veya yerleşemediğimiz hem kendimizle hem de çevremizle kurduğumuz ilişkiye dair önemli bilgiler sunar. Evlerimize benzeriz aslında. Ya da evlerimiz bize benzer. Evleri kendine benzemeyen insanlar, yaşadıkları yere kendini götürmeyenler, eviyle bağ kuramayanlar hep dikkatimi çekmiştir. Nasıl bir boşluk yaratır o hâl?

Uzaydan kendimize baktığımızda büyük evimiz, yuvamız bu gezegen. Şimdilik dünyadan başka gidecek evimiz yok. Peki biz bu eve nasıl davranıyoruz?

Yunanca “ev” anlamına gelen oikos ve “bilgi” anlamına gelen logos sözcükleri “ekoloji” terimini türetmiştir. Yani ekoloji, bize evimizde nasıl yaşayacağımızın bilgisini sunar. İnsan bu yeryüzünden, doğadan ayrı bir varlık değil, onun bir parçası. Fakat ne oluyor da biz ait olduğumuz gerçek evimize bu denli hoyrat davranıyoruz? Nasıl ki yaşadığımız evle, yakın çevremizle ilgili bir problem yaşadığımızda ruhsallığımız bundan etkileniyorsa yeryüzüyle kurduğumuz ilişkiden de birinci derecede etkileniyoruz; yangınlar, depremler, kuraklık, şehirlerin sular altında kalması, baraj yapımları vs.. Denizler salyalanırken, ağaçlar kesilirken, hayvanlar işkence çekerken biz hangi ruhsal iyilik halinden bahsedebiliriz bilmiyorum.

İnsan doğa denen bütünlüğün bir parçası fakat kendisini ondan ayrı görüp her yeri fethedeceğine, her yere hükmedeceğine dair ahmakça bir inanç, eril bir tahakküm geliştirmiş. Ölümlülüğüyle barışamayıp dünyaya kazık çakma arzusu taşıyor.

Geçtiğimiz aylarda pandemiyle ilgili okuduğum bir makalede Doğal Yaşam Tarihi Müzesi (MNHN) laboratuvarı müdürü ve ekolog Philippe Grandcolas şöyle diyordu: “Bugün yaşananların sadece tıbbi bir sorun olmadığını biliyoruz. Bulaşıcı hastalıklar doğal ortamlara gittikçe artan müdahalemizden dolayı ortaya çıkıyor. Ormanları yok ediyoruz, doğal yaşam alanlarını yitiren yabani hayvanların kentsel bölgelere yakın, dengesizleşmiş ekosistemlerde evcil hayvanlarla temas etmelerine yol açıyoruz. Bulaşıcı etkenler böylece yeni bulaşma zincirleri ve yolları buluyor. Dumandan boğulan ağaçlar meyve üretemiyor, meyveyle beslenen yarasalara yiyecek bulmak için göç etmekten, giderken ölümcül hastalıklarını da taşımaktan başka seçenek kalmıyor.”

Doğaya karşı takındığımız tavır daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte sağlık felaketleri doğuruyor. Yaşadığımız bu küresel sağlık krizi, ekosisteme yönelik yıkıcı tavrımızın sonuçlarına dikkat etmemize yol açmayacaksa başka nasıl bir bela bulabiliriz bilmiyorum.
Çevreci yazar Paul Shepard, 1982 yılında yayımlanan Nature and Madness (Doğa ve Delilik) kitabını şu soruyu yanıtlamak üzere yazmıştı: “İnsanlar neden doğal çevrelerini yok etmekte ısrarcı?” Onun verdiği yanıt psikopatolojiydi. Ya da kendi sözleriyle, “insan varoluşunun temel boyutuna ilişkin bir arıza, hata yapmanın ötesinde bir akıl dışılık, bir çeşit delilik.”

Bazı insanlar bu deliliğe nasıl tutuldu peki? Shepard bu deliliği açıklamak için ontojeni adı verilen bir biyoloji kavramına başvuruyor. Ontojeni tekil bir organizmanın en erken safhadan olgunluğa dek gelişimidir. Ona göre insan davranışını anlamak için insan gelişimini anlamamız gerekir.

Shepard, uygarlık tarafından geliştirilen bilgi ve insan örgütlenmesini, “insan doğumlarını sınırlandıran kadim toplumsal işleyişi çarpıttığı” ve “yeni bir insan hakimiyeti algısını ve insan dışı yaşamın kökünün kazınmasını teşvik ettiği”ni iddia ederek suçluyor. Bu da ona göre yalnızca psikopat bireylerin değil psikopat kültürlerin de ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Psikopat kültürler, Shepard’ın sözleriyle, “tüm yeryüzü habitatlarını” pervasızca işgal eden, “toprağı, havayı ve suyu” fiziksel ve kimyasal anlamda “istismar eden”, “yabani bitki ve hayvanların yok oluşu ve yerinden edilmesine” neden olan ve “orman ve otlakları gereğinden fazla kesip hayvanları gereğinden fazla otlatan” psikopat bireyler üretir.

Biz bu psikopatlığa ülkece alışkınız elbette. Cengiz İnşaat’ın taş ocağı için iş makinelerini soktuğu İkizdere’nin çığlığını duymazsak, 2014 yılında Soma’nın Yırca köyünde bir gece yarısı Kolin şirketi tarafından 6 bin zeytin ağacının katledilmesinin acısını hissetmezsek, Kaz Dağları’nı kucaklamazsak, Datça’da, Bodrum’da hatta ülkenin her yerinde özelleştirmelerle doğanın talan edilmesine ses çıkamazsak buralardaki mücadelenin bir parçası olmazsak, destek vermezsek gerçekten evimiz diye bir şey kalmayacağının farkında mıyız?

Kanal İstanbul, havalimanı, köprü yapımları, HES’ler, barajlar, Gezi süreci malumunuz hangi birini sayayım bilmiyorum. Bu denli ağaca düşmanlık bu ülkenin tarihinde daha önce görülmüş müdür onu da bilmiyorum. 'Birkaç ağaç meselesi', ölüm kalım meselemiz bunu ne zaman anlayacağız? Bildiğim tek şey daha fazla huzursuz hissetmemiz ve ağacın, denizin, kurdun, kuşun, gezegenin sesi olmamız. Doğayı bir yabancı gibi gören ve doğaya hükmetmeye çalışan politik gücün ve endüstri kültürünün yıkıcılığını sorgulamamız.

Hem bireysel hem toplumsal olarak doğa ile birlikte iyileşmenin yolunu bulmamız şart. Özümüzde yalnız olmadığımızı ve tüm gezegen içerisinde varlığımızın bütünün bir parçası olarak anlam bulduğunu hatırlamamız gerekiyor. Tez vakitte doğayla güvene dayalı bir uyum yolu bulup, ekolojik bir benlik geliştirmeli ve ekolojik hassasiyetlere sahip olmalıyız.

Bir süredir Covid-19 gibi yayılan salyalı bir denizle karşı karşıyayız. Bu durum denizdeki oksijen seviyesini düşürmesinin yanı sıra canlıların solungaçlarının tıkanmasına ve ölümüne neden oluyor. Ölen balıkların, hastalanan denizlerin, kesilen ağaçların, sular altında kalan kentlerin laneti peşimizi bırakmayacak farkında mıyız? Dünya hastalanırken bizlerin fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı kalması mümkün değil.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.