Salınımlar
Mesut Barış Övün'ün son kitabı “Neyse Ki Günler Uzadı” İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.
"Neyse Ki Günler Uzadı", denemeleri, şiirleri ve romanıyla tanıdığımız Mesut Barış Övün’ün ilk öykü kitabı. Karakterlerin günlük sorunları kovaladığı, bu sorunların çözülmeden kaldığı, geçmişin muğlaklığının azalmadığı ve hatta karakterlere dair emarelerin de neredeyse görünmez olduğu bu kitabın çoğunlukla Çehov tarzı durum öykülerinden oluştuğunu söylemek mümkün.
Öykülerin genelinde karşılaştığımız sorunların omurgası ortak: Evlilikler ve evliliklerdeki alışılagelmiş problemler. Hemen hepsinde merkezde bir kadın ve bir erkeğin olduğu bu öykülerde bazen hikâyelere bir de -istisnasız biçimde erkek- çocuk ekleniyor. Ana karakterlerin hikâyelerinin etrafında ise diğer aile bireylerine veyahut onların hayatlarına kısa bir süreliğine dahil olan üçüncü kişilere rastlıyoruz. Bu kişilerin öykülere katkıları; bozgunun haberini vermek. Ana karakterlerimiz ise daimi olarak mutsuz. İçinde bulundukları dört duvarın yuva olduğundan emin değiller. Ancak ‘Neyse ki Günler Uzadı’da sorun çoğunlukla anlatıcımızda ya da yazarın yakın tanrısal anlatımla anlattığı ana karakterde değil. Sorun çoğunlukla diğer kişide, evliliğin karşı yüzünde. Burada Freud’un “İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir,” sözünü referans alacağım. Bu öykülerde mutluluk bir arayış değil, kaybediliş olarak karşımıza çıksa da ana karakterlerimiz bunun farkına varamamış. İçinde bulundukları hâllere berbat diyemeyiz ancak sıradan, sıkıcı ve oldukça keyifsiz göründükleri aşikar. Mevcut durumu değiştirmek gibi bir kaygıları da yok. Küreklerini bıraktıkları bir kayıkta akıntının dahi olmadığı sığ sularda yolculuktalar. Ancak Mesut Barış Övün bu yolculukları hiçbir zaman bitirmiyor. Biz öyküden çıktığımızda bile ana karakterler aynı dinginlikle salınmaya, suya batmadan veyahut sudan çıkmadan oldukları yerde kalmaya devam ediyorlar. Bir nevi ‘Salınımlar’.

GÖRÜNTÜLER
‘Neyse ki Günler Uzadı’nın ilk öyküsü “Görüntüler”de sonraki birçok öyküde karşılaşacağımız biçimde evli genç bir çift çıkıyor karşımıza. Mesut Barış Övün, Nazlı ve Adnan’ın hikâyesini anlatırken, bizi zihinlerinin dışında tutmayı, eylemselliği ön plana almayı başarıyor. Carvervari diyebileceğimiz bir düzlemde ilerleyen “Görüntüler” boyunca, ansiklopediler ve çocuklar arasında mekik dokuyoruz. Beklediğimiz şey bir patlama. Gördüğümüz şey de usul usul yanan alev. Ancak Övün, parmaklarını titreşen alevin etrafında birleştiriyor ve ateşi hızla söndürüyor. Geride kalan ise, ise bulanmış “aynılık” oluyor. Ancak öykü boyunca “Görüntüler”i Carver perspektifinden çıkaran detaylara da rastlıyoruz. Yolumuzu engebeli hâle getiren yan karakterler, öykünün bütününe sağladığı faydalarla ilgili sorgulamaya düşeceğimiz diyaloglar ve başarıyla kurulmuş atmosferleri sekteye uğratabilecek akıl oyalayıcı detaylar… Tüm bunları elekten geçirebildiğimizde, “Görüntüler” daha lezzetli bir duruma geliyor.
İLİŞKİLER VE MESELELER
Kitapta, “Her Yeri Sarmışlar”, “Bir Şey Anlatırsan Zaman Geçer”, “Yaşa Yaşa Gör Temaşa” dışındaki tüm öyküler ikili ilişkilerin sarmalı. “Görüntüler”de karşılaştığımız çifte benzer başka çiftler görüyoruz her birinde. Kimi zaman sessiz ilişkilerine oturmayacakları bir sandalyenin satın alımı eşlik ediyor kimi zaman bitmeyen yollarda geçen saatler boyunca susmakla konuşmak arasında deviniliyor kimi zaman ihaneti görmezden gelmek veyahut ihanetten sonra yoluna devam etmek anlatılıyor kimi zaman da ölen eşin ardında kalmak iki farklı yüzden okunuyor. Ancak yazarın kimi zaman sakin ve kimi zaman tumturaklı anlatımı bize eşlik ediyor. Bu kısımda kitapta en beğendiğim öykülerden biri olan “Boşluk”a değineceğim. Boşluk, ailenin oğlu Utku’nun çizdiği resme hep beraber dahil olduğumuz bir öykü. Utku’yu okulu için resim çizerken yönlendiren kişi anne. Kâğıdın her bir hattının dolu olması ve geriye hiçbir boşluk bırakılmaması, annenin içinde bulunduğu mental durumu da açıkça gösteriyor bize. Hikâyesinde hiçbir boşluk yok. Hiçbirimizin göremediklerini görmüş, bizim ancak sezebildiklerimizi yaşamış, deyim yerindeyse aşk acısının dibini sıyırmış. Öyküde sıra, baba ve Utku’nun şiir konuşmasına geldiğinde şiir kıtaları arasındaki boşluk gündeme geliyor. Bu kez Mesut Barış Övün, babanın annenin hikâyesinde bildiği kadarını gösteriyor bize. Söz konusu bir ihanet var ancak boşluklar oldukça belirgin. Görebildiklerimiz sınırlı. Zaman büyük bir gelgitin içinde.
“Boşluk”ta astroloji de yan kavramımız. Burada yeniden öykülerin geneline bakmak istiyorum. Öykülerde rüyalar, değişen hava koşulları, astroloji gibi imgeler var. Bir bakıma gökyüzü, yeryüzünde. Ancak hiçbiri metafiziksel formda değil. Her biri gerçek hayatın içinde, alışık olduğumuz şekilde, hayatla kaynaşmış ve ayakları yere basar düzeyde. Örneğin kitaba adını veren “Neyse ki Günler Uzadı” öyküsü de ismiyle müsemma. Gün dönümünün yaşandığı öyküde, alt metinde “kötü günler bitti, iyiler geliyor” biçemi seziliyor. Neyse ki günler uzuyor ve karanlık anlar kısalıyor. Bazı hikâyeler bitiyor bazıları aynı kalmaya devam ediyor. Beklenen bir ölüm yerine, hikâyeden ayrılan bir başkası oluyor.
“Neyse ki Günler Uzadı”da yazar yine diğer öykülerde yaptığı gibi katman aralamamayı tercih etmiş. Ancak bu kez çift anlatıcı tekniğiyle, geçmiş ve bugünü ayrı perdelerde aktararak şimdiyi anlamamızı sağlamış. Başak ve eşi arasındaki ihanetin izleri belirgin. Geri kalan her şeyin aynı olması ise devinimin aynı düzeyde devam ettiğinin habercisi.
Bu öykünün genelinde sevdiğim imgelere rastlasam da çerçeveyi aşan ve beni öykünün dışına atan cümleler de vardı. Mesela ünlü tenisçiye benzeyen ve öykü boyunca görmediğimiz garsondan bahsedilmesinin hikâyeye katkısı bence muamma. Tüm bunların dışında yazar, “Boşluk” ve “Neyse ki Günler Uzadı”da benzer evliliklerde, yakın yaşlarda iki çifti anlatırken, karşıt bir düzlem de yakalamış. “Boşluk”ta başka birine aşık olan anne karakterinin karşısında “Neyse ki Günler Uzadı”daki eşini aldatan erkek duruyor. Birinde evlilik her şey susularak veyahut üstü kapatılarak “rağmen” devam ederken, diğerinde tüm kartlar açılıyor ve noksanlık günyüzüne çıkıyor.
ÖLÜM KALIM
Yukarıda bahsettiğime benzer bir karşıtlık başka iki öyküde yine çıkıyor karşımıza. Bu kez odağımız ölüm ve ölümden sonrasına kalan eş. Yazar bu ikisinde de evliliğin dışındaki başka birinin perspektifinden dahil etmiş bizi öykülere. Her ikisinde de cenazedeyiz. Öykülerden ilki “Şimdi Ne Yapmalı?”da anlatıcıyla birlikte Altan Abi’yi son yolculuğuna uğurlarken geride kalan acılı eş Yasemin Abla’ya kulak kesiliyoruz. Bir diğer öykü “Yer Mühim, Bak!”ta ise bu kez geride kalan eş Mürsel. Bizse cenazeye Halit Fehmi’yle geliyor, olan biteni ona yakın tanrısal anlatımla okuyoruz. Bu iki öyküde keskin farklar var. Kadının ve erkeğin toplumsal rolleri ve karakterlerin siyasi tercihleri üstü kapalı şekilde aktarılıyor ama geride kalanın cinsiyeti, hayatını nasıl devam ettireceğine dair asıl belirleyici unsur. Yaşam yeni haliyle sürmeye veyahut olduğu yerde durmaya mahkum. Ancak kim için hangisi olacak, bunların cevabı öykülerde saklı. “Yer Mühim, Bak!” diliyle, anlatım tarzıyla, karakterlerinin belirleyici leitmotivleriyle öne çıkan bir öykü olsa da yazar -benim pek tercih etmediğim biçimde- öyküye oldukça fazla karakter sığdırmış. Bu da her birini kovalamamızı ve nihayetinde yakalamamızı zorlaştırıyor.
UZUN GÜNLER, KISA ÖYKÜLER
“Ayrılma Anları” bana kalırsa kitaptaki en iyi öykülerden biri. Kaybedilen bir ilişkinin yasının mevcut bir aşkı gölgelediği ve yeniden kaybedişin kademe kademe görüldüğü bu öyküde yazar, dilin olanaklarını başarıyla kullanıyor. Çerçevelerin belirgin, yolculuğun kesin, rüyaların karanlık, hatların keskin olduğu “Ayrılma Anları”ndan bir pasaj bırakmak istiyorum buraya:
“Seni bir yatağın üstünde görmüştüm. Fakat bedenin ikiye bölünmüştü, iki ayrı varlıktın. Gövdenin alt bölümü, karanlık, derin bir çukura açılan kısmı yerdeydi, yerdeki halının üstünde, bacakların öylece yayılmış duruyordu. Sen, yani geri kalan sen, gövdenin üst kısmı ve başınsa yataktaydınız, yüzün çirkinleşmişti, net bir şekilde görüyordum, tanınmayacak kadar çirkindin sen ve kıs kıs gülüyordun.”
“Ayrılma Anları” gibi ‘Neyse ki Günler Uzadı’daki öykülerin birçoğu kısa, kısacık yaşam parçaları. Kurgularda sıçramalar yok. Tıpkı yukarıdaki pasaj gibi ikiye bölünmüş anlar, ikiye bölünmüş hayatlar ve çiftler var. Freud’un “İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir,” sözünü yeniden anmak istiyorum burada. Kendimizi mutluluğa mahkum etmezsek, berbatlıktan kurtulabilir miyiz? Kim bilir belki de mümkündür bu. Çünkü Freud’a da pek güvenmemek gerekir. Nihayetinde şu az bilinen tabirle, “Freud’u yalnızca Fransızlar ve edebiyatçılar dikkate alır.”