Rusya basınında geçen hafta: 'Madrid Zirvesi NATO'nun ikinci doğuşu'

Rusya gazetelerinde NATO zirvesi değerlendirmeleri, Türkiye'nin pazarlıktan ne kazandığı ve ABD'nin örgüt üzerinden egemenliğini nasıl yeniden genişlettiği konularında yoğunlaştı.

Google Haberlere Abone ol

 Hazal Yalın

Rusya basınında geçen hafta ağırlık NATO’nun Madrid zirvesinde Türkiye’nin tutumuna yönelik haber ve yorumlardaydı. BDT Ülkeleri Enstitüsü Şanghay İşbirliği Örgütü Avrasya Entegrasyon ve Kalkınma Dairesi Müdürü V. Yevseyev’in, “Zirve, sadece Avrupa’nın değil Türkiye’nin de ABD tarafından yüksek derecede yönetilebilir olduğunu teyit etti,” yorumu dikkat çekici. Gene İzvestiya da, tarafların açıklamaları arasındaki çelişkilerin altını çiziyor. Gazeta.RU ise Madrid mutabakatının İsveç’te yarattığı siyasi gerilimi özetliyor. Nezavisimaya Gazeta’da P. Yakovlev (müstear isim olduğu anlaşılıyor) NATO zirvesinin İspanya’daki etkilerini değerlendiriyor. Son olarak Vzglyad’ın Kıbrıs’la ilgili özeti seçkimizde.

'NATO’nun ikinci doğuşu'

NATO zirvesi İspanya’nın ittifaka katılışının 40’ncı yıl dönümüyle de denk düştü. 30 Mayıs 1982’de (NATO’nun üçüncü genişlemesinde) ittifaka katılan İspanya zamanla NATO’nun güney kanadında önemli bir askeri-siyasi aktöre dönüştü. NATO’ya katılım, Madrid’in dış siyasetine de belirgin değişiklikler taşıdı, İspanya silahlı kuvvetlerinin inşasında ve askeri-sınai kompleksinin şekillenmesinde tayin edici bir rol oynadı.

Soğuk savaşın sona ermesi İspanya’ya askeri harcamalarını görece düşük bir seviyede (GSYH’nın yaklaşık yüzde 1’i) tutma ve silahlı kuvvetlerin mevcudunu 1990’da 312 bin kişiden 2020 başında 120 bine düşürme imkânı verdi. ...

İspanya’nın silah tedariki de fiilen NATO üyesi ülkeler tarafından sağlanıyor.

Ama İspanya için NATO’nun bu yük teşkil etmeme durumunun sonuna yaklaşıyoruz. Madrid zirvesi de bu devlet için yeni bir askeri-siyasi dönemin başlangıcını teşkil ediyor. ... Zirvenin başlangıcında İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile görüştü ve savunma bütçesini 2030’a kadar GSYH’nın yüzde 2’sine çıkaracaklarına söz verdi. Madrid, silahlı kuvvetlerini modernize etmek için somut adımlar atmak niyetinde olduğunu, mesela toplam 2 milyar avrodan fazla tutacak olan 20 Eurofighter avcı uçağı almayı planladığını da söyledi. ...

İspanya askeri-siyasi ve uzman çevrelerinin temsilcilerinin çok sayıda yorumuna göre Madrid zirvesi NATO tarihinde bir dönüm noktasına işaret ediyor, zira örgütü, “SSCB’nin dağılmasından sonra başlıca potansiyel rakibini kaybeden ittifakın içine düştüğü stratejik belirsizlik durumundan çıkartıyor”. Artık genel kabul gören bu tezi El Pais yorumcuları geliştiriyorlar: “İspanya başkentinde ittifakın bir tür resetlenmesi cereyan ediyor, ikinci doğuşu gerçekleşiyor, zira NATO, soğuk savaştan beri benzeri görülmeyen bir savaş senaryosuna adapte olmak zorunda.” (P. Yakovlev / Nezavisimaya Gazeta, 27 Haziran)

'Zirveden beklenen çıktı'

NATO belgesinde NATO’nun Rusya ile karşı karşıya geliş istemediği ve Moskova için tehdit teşkil etmediği de belirtilmiş, bu yüzden ittifak Rusya ile risklerin azaltılması ve günümüz krizinde yükselişin önlenmesi için kanalları korumayı öngörüyor. Bu, pratikte, Ukrayna’daki özel operasyonun tamamlanmasının ardından NATO’nun Rusya silahlı kuvvetleri ile askeri çatışmaların doğmasından kaçınacağı anlamına geliyor; ama özel operasyon yürütüldüğü dönem boyunca risk varlığı korunuyor, özellikle de Polonya’nın Galiçya diye anılan Lvov, İvano-Frankovsk ve Ternopol oblastlerini Rusya ile mutabakat dışında işgal ederse. ...

NATO’nun Madrid zirvesinin sonuçları bekleniyordu. Zirve, sadece Avrupa’nın değil Türkiye’nin de ABD tarafından yüksek derecede yönetilebilir olduğunu teyit etti. Kabul edilen belgeler, hatta örgütün genişlemesi bile güçlenmesi anlamına gelmiyor, zira pek çok eylemi, mesela Ukrayna istikametindeki eylemleri imitasyon niteliği taşıyor. Ama Rusya’ya yönelik askeri tehditler büyürse bizim de simetrik tehditler yaratarak cevap vermemiz gerekecek. Bunun, ittifakın güvenliğinin bütün olarak güçlenmesine yardımcı olacağı çok kuşkulu. (V. Yevseyev / İzvestiya, 30 Haziran)

'Zirveyle ilgili çelişkili açıklamalar'

28 Haziran’da Türkiyeli yetkililer, istedikleri her şeyi aldıklarını açıkladılar. Ama yaklaşık bir buçuk aylık müzakerelerin sonucunda imzalanan belgede ABD yaptırımlarını ilgilendiren hiçbir şey yok; iadeyle ilgili ifadeler de epeyce bulanık. Finlandiya ve İsveç sadece Türkiye’nin terörizm zanlılarının sınırdışı veya iadesiyle ilgili başvurularını “derhal ve özenle” incelemeye söz vermişler. Bu konunun etrafında fırtınalar kopması boşuna değil. Finlandiya Devlet Başkanı Sauli Niinistö daha salı günü Helsinki’nin muhtelif kimselerin yabancı devletlerin başvurusuyla iadesi konusunda eski tutumunu koruyacağını açıklamıştı. Benzer bir açıklamayı çarşamba günü İsveç Başbakanı Magdalena Andersson da yaptı ve krallığın kendi uyruklarını asla vermeyeceğini, geri kalan durumların da olağan müktesebata göre inceleneceğini belirtti. Oysa Türkiye Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, Ankara’nın 33 PKK ve FETÖ üyesinin iadesini beklediğini, keza İsveç ve Finlandiya’nın katılım sürecini takip edeceklerini söylemişti.

Bir başka dolap da Türkiye ile iki kuzey ülkesi arasındaki mutabakatta ABD’nin rolüyle ilgili. Amerikan yönetiminin temsilcileri şunu vurguluyorlar: Washington Türkiye’ye tutumunu yumuşatması için hiçbir şey sunmadı. Ayrıca, Reuters’in Beyaz Saray’daki kaynaklara dayanarak bildirdiğine göre Türkiye uzun süredir dile getirdiği ABD F-16 savaş uçakları talebini de NATO pazarlığıyla garantiye almış değil. (V. Solovyov, M. Belenkaya / İzvestiya, 29 Haziran)

'İsveç Yeşiller, hükümeti mutabakatın bütün noktalarını açıklamaya çağırıyor'

Erdoğan, Madrid’deki NATO zirvesinin sonundaki basın toplantısında İsveç yetkililerinin 73 PKK üyesini Türkiye’ye iade etmeye söz verdiklerini söyledi. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da daha önce NTV’ye, Türkiye’nin 21’i İsveç ve 12’si Finlandiya’dan olmak üzere 33 kişinin iadesini talep ettiğini duyurmuştu. Erdoğan’ın sözleri üzerine yorumda bulunan İsveç Dışişleri ve Adalet Bakanı Morgan Johansson ise İsveç radyosuna yaptığı açıklamada ülkesinin vatandaşlarını “sınırdışı etmeyeceğini” açıkladı. Johansson, Erdoğan’la görüşmede iadelerde Avrupa Konvansiyonu’na bağlı kalacaklarını “net şekilde gösterdiklerini” de söyledi. İsveç Yeşiller Genel Başkanı Märta Stenevi, hükümeti Türkiye ile mutabakatın bütün noktalarını açıklamaya çağırdı ve “hükümetin hangi tavizleri verdiğini” sordu. İsveç Başbakanı Magdalena Andersson ise daha önce, Türkiye’nin iade istediğini, ancak kendisinin “İsveç vatandaşlarını asla iade etmeyeceklerini çok net bir şekilde söylediğini” ileri sürmüş şöyle demişti: “Eğer terörist faaliyetlere bulaşmadıysanız endişelenmenize gerek yok.” (L. Tsetayev / Gazeta.RU, 30 Haziran)

'Çözümsüz Kıbrıs'

Kıbrıs II’nci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra İngiltere’nin nüfuz alanında kaldı; 1949’da onunla birlikte NATO’nun “sorumluluk alanına” girdi. 1960’da biçimsel olarak bağımsızlığını kazandı, ama gerçekte ittifakın nüfus alanında kaldı ve kaderini bağımsız bir şekilde tayin etme şansı da yoktu. 1950’lerden beri adada Rum ve Türk toplulukları arasında çatışmalar devam ediyordu. Adanın bu krizden nasıl çıkacağını NATO, esas itibariyle de ABD kararlaştırdı; ama bu karar Kıbrıs halkının yararına değildi.

1960’da NATO’nun liderleri ABD ve İngiltere Atina’yı Kıbrıs’ı da Yunan devleti bünyesine alma idealinden vazgeçmek zorunda bıraktılar ve Londra ve Zürih’te imzalanan mutabakatlar sonucu Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi. Mutabakatlar, bu sırada adada yaşayan Rum ve Türklerin eşit haklara sahip olduğunu öngörüyordu...

Washington bu çatışmada Türkiye’nin tarafını tuttu ve Kıbrıslı Türklerin haklarının savunulmasında ve genişletilmesinde onun yanında yer aldı. Türkiye’ye NATO’nun güney kanadında Yunanistan’dan daha güçlü bir müttefik gözüyle bakıyorlardı. ...

1963’e kadar ada topraklarında ittifakın askeri üslerinden başka SSCB’nin güneyini hedefleyen Amerikan nükleer başlıklı füzeleri de konuşlandırıldı. Türkiye, ABD ve NATO’nun Yakın ve Orta Doğu’daki menfaatlerinin korunmasında daha sadıktı.

1974’te ülkenin fiili yöneticisi durumundaki, polis ve gizli servis şefi Dimitrios İoannidis ABD’nin kontrolünden çıktı ve Kıbrıs’ta iktidarı zorla ele geçirme kararı aldı. Askeri operasyonların doğrudan yöneticiliği de Kıbrıs Ulusal Muhafız subaylarına verildi. 15 Temmuz sabahın erken saatlerinde bunlar isyana giriştiler; başkanlık sarayını ele geçirmeye ve Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı Başpiskopos Makarios’u öldürmeye çalıştılar.

19 Temmuz’da Kıbrıs meselesiyle ilgili BM GK toplantısı yapıldı. Ama 20 Temmuz’da Türk birlikleri adaya girdiler; böylece devlet içi çatışma Türk-Yunan cepheleşmesi şeklinde yeni bir aşamaya vardı. ...

Bu günlerde ABD, Kıbrıs’ın kaderini halkın menfaatlerini düşünmeden tayin ediyordu. En önemlisi, NATO’nun stratejik mevzilerinin korunmasıydı. Washington niyetlerini gizlemiyordu; ... bu, ittifak üyeleri arasında barış ve mutabakat gerektiriyordu. İkinci niyeti de Sovyet nüfuzunu bastırmaktı. Halkın çaresizliği kimseyi heyecanlandırmıyordu.

Neticede ABD, Kıbrıs’ta büyük çaplı askeri harekâtları engellemeyi başardı, ama çatışmanın kendisi hâlâ çözülmüş değil. “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni bağımsız bir devlet olarak Türkiye’den başka hiç kimse tanımasa da Ada, Rum ve Türk kesimleri arasında bölünmüş durumda. (Vzglyad, 1 Temmuz)