YAZARLAR

Reform dedikleri üçtür: Üç, siyasetsizleştirme

İktidar, kendi bloku içinde yer almayan herkese siyaseti yasaklamakla meşgulken muhalefet iktidarla nutuk yarışından öteye gidemiyor. İktidar nutukları ferman iken muhalefet nutukları en fazla retorik olarak kalıyor. Siyasetsizleştirme, vatandaşlıktan azil, mülk müsaderesi ve hakaret davalarının asıl içeriği olan sus emriyle devam ediyor.

Seferihisar Orhanlı köyünden bir kadın, jeotermal şirketinin müdahalesine karşı zeytinliklerinin çevresini çitlemeye uğraşıyor.

 

Bir köylü niye çitleme teli taşır? Bağını, bahçesini, bostanını çevirmek için. İşte, sınır belli olsun, zararlı canlılar yani insan hayvan filan kolayca girmesin, ağaç, dal, yaprak, fide filan zarar görmesin diye. Fotoğraftaki kadın da benzer bir amaçla omuzlamış dikenli tel yumağını ama onun engellemeye çalıştığı ne yoldan geçen insan, ne hayvan, onun engellemeye çalıştığı iti kopuğu (özel güvenlik) bol olan şirketler güç kullanma tekeline sahip (yani polisi ve askeriyle) devlet. Bağına bostanına dadanmışlar.

KİMLER KİMLERLE?

Devlet-şirket el eleyse, köylünün yanında kimlerin olması beklenir? Başka köylüler, varlık sebepleri bakımından devlet-patron işbirliğine karşı olacağı sanılan sendikalar, adaletsizlikten rahatsız diğer vatandaşlar, “haber alma hakkı”ndan dem vuran medya, adaletin tecelligahı iddiasındaki yargı ve devletin yönetimine talip muhalefet partileri…

Sendikalar, 12 Eylül’le başlayan, mevcut iktidar partisinin 18 yıl boyunca kararlılıkla sürdürdüğü zayıflatma-yozlaştırma saldırılarından pek canlı çıkamadı. Köylülerin köylü olarak yaygın ve etkili hiçbir örgütlenmesine zaten oldum olası geçit verilmemişti; “milletin efendisi” olarak efendi efendi bir köşede oturması öngörülmüştü. Adaletsizlikten mustarip olanların çok azı ağlamak, beddua etmek ve küfür etmek dışında işlere yöneliyor. Medya, eski plütokratik formundan yeni devlet partisi propaganda bürosuna dönüştürüldü, beterin beteri var dedikleri gibi.

Yargı HES, jeotermal, altın arama filan bahislerinde zaman zaman iyi kararlar verse bile kararlarının uygulanmasını takip ve talep etme güç ve ahlakına belki de hiç sahip olmadı.

Peki muhalefet partileri? Onlardan nutuk mesafesinde durmak ve bilinmeyen bir geleceğe dair vaatte bulunmak dışında pek bir ses duymak mümkün değil.

SİYASETSİZLEŞTİRME NE ZAMAN TAMAM OLUR?

Muhalefet köylünün yanında niye yok? Orada durmak siyaseten yasak edildiği için. Fakat siyasetsizleştirme, iktidarın hamlesi ile olup bitmez, o elindeki bütün güce rağmen (direniş sürdükçe) bir arzu ve iradedir en fazla; siyasetsizleştirmeyi tamamlayan şey muhalefetin ya da siyasal iddiası olan bütün kişi ve grupların, en önemlisi de muhalefetin bu arzu ve iradeye uyması ya da engel olma yoluna girmemesidir, hatta kritik bazı zamanlarda doğrudan iktidarın dümen suyuna girmesidir. Bunun en iyi örneği, TBMM’deki dokunulmazlıkların kaldırılması sırasında görülmüştü: HDP’nin siyaseten yasak hale getirilmesine yönelik en temel siyasi iradenin parlamento kararı haline getirilmesiydi mesele ve CHP bunu, “Anayasa’ya aykırı olduğunu bile bile” onaylamıştı. Ki esasen siyasetsizleştirme bununla da tamam olmaz, direnç sürdüğü sürece siyasetsizleştirme bir girişim olarak orada durur, ne var ki girişimle mücadele sadece saldırıya uğrayana kalırsa elbette iktidarın başarı şansı artar.

HER BELEDİYE O KADAR DA BELEDİYE DEĞİLDİR

HDP’ye yönelik meseleye sonraki yazıda döneceğim, önce CHP’li belediyelere yönelik siyasetsizleştirme hamlelerine göz atmakta yarar var.

Pandemi ve ona dair kısıtlamalar başladığında CHP’li belediyeler, yardım ve dayanışma kampanyalarına giriştiler. İdare anında yasak getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle hükmetti: “Devlet içinde devlet olmanın anlamı yoktur. Bu bakımdan, şu anda bu kampanyalar sadece devletimizin açıkladığı birimler tarafından yürütülmektedir. Belediyeler böyle kampanyalar açacak olursa, devlet içinde devlet olur. Yasalar da buna müsaade etmiyor."

DEVLET DEMEK NE DEMEK?

Yasalar, müsaade etmek ne kelime, bunu emrediyordu aslında: Belediyeler, kanun gereği hemşerilerinin sıkıntılarını çözmeyle görevli ve elbette yetkiliydiler. Mesele basitti: Siyasal birer organizasyon olan partilere bağlı belediyelerin başarıları, doğrudan iktidarın başarısızlığı olarak görünecekti. Yani siyasal rekabet iktidara yarar değildi. İktidar, kendisine bağladığı medya ve yargı eliyle bu ihtimali bertaraf etmeye, konuyu siyaset dışına taşıyıp “devlet meselesi” olarak göstermeye girişiyordu. Cümledeki birinci devlet mevcut iktidarı gösteriyor, ikinci devlet ise siyaset anlamına geliyordu aslında. Yargı, akıl almaz kararlardan birini vererek siyaseti yasaklayan genelgenin iptali talebini reddetti.

Çok önemli bir örnek de yine yakınlarda geldi: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na Kanal İstanbul karşıtı çalışmaları nedeniyle İçişleri Bakanı S. Soylu tarafından açılan soruşturma. “Devlet projesi” olan Kanal İstanbul’a karşı İBB’nin ve onun başkanının çalışması yasaktı; çünkü siyaset yapma hakkı iktidar dışında kimseye tanınmamıştı.

HDP’li belediyelere yönelik kayyım siyaseti, CHP’li belediyelere yönelik iş gördürmemeyle birlikte yürüyor; aslında ikincideki belediyeler, kendi kendilerinin kayyımı haline getiriliyor böylelikle.

ŞEHİR ÜNİVERSİTESİ’NİN YIKIMI

Siyasetin bu şekilde biçimlendirilmesi, Osmanlı döneminin “milleti hakime” mantığını andırıyor: Osmanlı’da siyasette yer alabilmenin yolu “milleti hakime”ye dahil olmaktan geçiyordu öncelikle, “gayrimüslim tebaa” çeşitli yerlerde idari-mülki görevler alabilse bile esasen siyaseten yasaklı idi. Siyasete yeltenmemesi, günlük hayatını güven içinde sürdürmenin, ticaretini ama daha önemlisi hayatını güvenle yürütebilmenin koşuluydu. Siyasete yönelmesi, “siyaset edilmesi”ne yani öldürülmesine yol açabilirdi. Köylülerin, işçilerin ve muhalefet partilerinin siyaset sahasından uzaklaştırılması, siyasetin “devletleştirilmesi” ve geri kalanın “zımmileştirilmesi” mantığının modern bir versiyonunu oluşturuyor. Bunun en önemli örneği, Şehir Üniversitesi’nin başına getirilenlerdi: Banisi Ahmet Davutoğlu’nun iktidar heyetinin kudretli ve adanmış ismi olduğu dönemlerde her tür imkân sağlanan, yolu açılan, güçlendirilen üniversite, Davutoğlu “muhalefet” figürü haline gelince kısa sürede, anti-hukuk usulleriyle yok edildi. Tard edilmiş ulema ilmi işlerle mi uğraşırmış? Tard edilmiş başbakan siyaset mi yaparmış?

Bir ara toplam: Siyasetsizleştirme, siyasi sahayı iktidar dışı kişi ve grupların tamamından temizleme anlamına gelir. Fakat mesele sadece Kürtler ya da işçiler ve köylüler gibi büyük nüfus bloklarının arzu ve taleplerinin manipülasyonu ya da dışlanmasından ibaret değildir, tek tek bireylerin arzu ve taleplerinin de sahanın dışına sürülmesinin sağlanması gerekir. Sütten ağızları yanmalı ki yoğurdu üflesinler.

TEOLOJİK ARGÜMANLARIN HUKUKİLEŞTİRİLMESİ

Hakaret davaları sınıflar, tabakalar ve gruplardan çok tek tek bireyleri siyasetsizleştirmenin aracı. Esasen, argüman mantığı açısından modern ceza hukukunun hakaret davalarında görebileceğimiz şeylerden çok, İslami ilahiyatın küfür kategorisine hukuki görünüm verilerek kullanılmasına şahit oluyoruz: Dinsel inançların çoğunun basit temel formu olan “inanmayan kafirdir” kalıbı, siyaset alanına taşınıp “eleştiren, küfür ediyordur” halinde iş başında tutuluyor.

Partiler düzleminde şiddet ve polisiye-adli saldırılar nasıl yapıları felç etmeyi hedefliyorsa, mikro düzlemde de bu davalar yurttaşları dilsiz hale getirmeyi hedefliyor: İnanmıyorsan, konuşma!

Erdoğan adı etrafında mutlak bir dokunulmazlık-söz söylenemezlik ağı ören bu davaların yayılma eğilimi çok açık. İktidar televizyonlarının kültürel tarihin koç başı olacağına inandığı tarih dizileriyle matrak geçen bir kişinin gözaltına alınması, hakaret davalarının iktidara ait ya da iktidardan yana herkesi (Çakıcı dahil) ve her şeyi koruma altına alacak şekilde genişletileceğinin en görünür habercisiydi.

Devam edeceğim: HDP kilit mi anahtar mı? Kriz iktidarı götürür mü? Daha ahlaklı, daha dürüst görünmek yeterli bir siyaset mi? Dahası, siyaset mi?