YAZARLAR

Putin, Erdoğan, Dostoyevski, Marx…

Çanakkale İstanbul’u korudu… Sovyet Devrimi’ni de kolaylaştırdı. Lenin, Troçki ve diğerleri ise, dünya savaşı yerine iç savaşa koyulurken, Mustafa Kemal’in “Anadolu İhtilali”ne de ciddi destek sağladı. Dostoyevski’nin arzusu, Sovyet Devrimi’yle Karadeniz’e gömülmüş… Marx’ın öngörüsü ise, Çanakkale-Sovyet Devrimi-Milli Mücadele zincirinde büyük ölçüde haklı çıkmıştı.

“İstanbul bizim olmalıdır, sadece bize ait olmalıdır.”
Bu sözün “yerel seçimler” üzerine söylenmiş benzerlerini Cumhurbaşkanı’nın partisine hitaplarında da görmüşsünüzdür.
Fakat bu söz ona ait değil.

Bu söz kime ait?
Cumhurbaşkanı’nın Batı’daki “Rus boykotu histerisi”nde vardığı yere dair sözlerinde andığı büyük yazara!
Gerçekten de, ekonomik boykotun, ambargonun, yaptırımların ötesinde; asırlar önceki yazara, yaşayan orkestra şefine, kitaplara, filmlere uzanan “cezalandırma, ayıklama, yasaklama” çılgınlığı var Batı’da.

Erdoğan’ın, İtalya’da bir üniversitenin “Dostoyevski semineri”ni iptal etme
girişimi (sonra İtalya’daki tepkilerle geri alındı) üzerine, “Dostoyevski gibi bir yazarı yasaklamanın Avrupa’da Nazi anlayışı olduğu”na dair sözlerini okumuşsunuzdur.
(Bir Rusya ziyareti sırasında da, gençken Dostoyevski okuduğunu söylemişti.)

Tabii bu “Gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla” gibi tersine çevrilmiş bir durum değil. Yani buradan Türkiye’deki yasaklar, cezalar, hapisler için çıkaracağımız bir mana yok. Boşuna şey etmeyin!
Avrupa’da artık kafayı yemiş “temizlik” dalgası konusunda ise, doğru mu doğru.

Dostoyevski’nin (ve diğer Rusların) eserlerinin yasaklanmasına karşı durmak elbette doğru tavır.
Ama bu, Putin’in yayılmacı, savaşçı, hegemonyacı kültürünün Dostoyevski’den de beslendiği gerçeğini değiştirmiyor.
Putin henüz Kiev’i (belki sonra Tiflis, ne bileyim Helsinki) almakla ilgilenip “İstanbul’u almaya” dair bir şey söylememiş olsa da.

Dostoyevski, 1870’lerde, Osmanlı’ya karşı Balkan-Slav ayaklanmaları sırasında döktürdüğü İstanbul aşkı sırasında, Rusya’nın tüm gücüyle müdahale etmesini, yani büyük bir savaşı istiyordu:
“Rusya İstanbul’u fethedecek. Sadece bizim olacak. Sahip olduktan sonra Slavları veya kimi istiyorsak yerleştireceğiz. İstanbul, Rus kültürü ve tarihinin beslendiği yer. Rusya İstanbul ve çevresini alacak; Boğazları, ordu, donanma ve kalelerle kontrol edecek.”

Ütopik sosyalizmden liberalliğe, oradan keskin milliyetçiliğe, Slavizme, Batı ve Yahudi düşmanlığına, Osmanlı nefretine geçen Dostoyevski, Çar’ı da etkiliyordu.
Ve o sırada en kızdığı kişilerden biri, Anna Karenina’da dahi “pasifizm”i savunan, askeri müdahaleye, büyük bir savaşa karşı çıkmış Tolstoy’du.
Şimdi zor bir tercih tabii, ikisini ayırıp sevmek veya nefret etmek!

Dostoyevski’nin “Poçvenniçestvo” ideolojisi, Protestan, Katolik, Yahudi ve tabii Müslüman düşmanıydı.
Kısmen de Aydınlanma, evrensel eşitlik düşmanı, antisemit Alman din adamı ve filozof Herder’den etkilenmişti. Yaşça büyük olduğu için, Hitler’den de önce!

O yüzden de, muhalefetin Osmanlı’ya karşı müdahale isteğini reddeden ve soldan Yeşilköy’e, sağdan Erzurum’a kadar gelen Çarlık Ordusu’na gözdağı olarak, Boğazları korumak üzere deniz kuvveti gönderen İngiltere Başbakanı Disraeli’nin de “Yahudi kimliği”ni keşfedivermişti Dostoyevski.

İngiliz müzik adamları Hunt ve MacDermott’un yazıp söylediği, İngiltere’yi Osmanlı’yı (ve Boğazları) yemek isteyen “Rus saldırganlığı”na karşı çıkmaya davet eden şarkısı “Ruslar İstanbul’a sahip olmamalı” diyordu.
İngiltere barlarında yayılan şarkı, “Saldırganlık”a dair “Jingoizm” terimini bu vesileyle doğuruverdi.

Ondan 20-25 yıl kadar önce, Karl Marx, Osmanlı’yı dize çöktürmek üzere olan ve İstanbul’a “Çarigrad” adını vermekte olan Rusya’ya karşı, Kırım Savaşı ve “Doğu Sorunu” üstüne yazıp duruyordu. Özellikle de New York Daily Tribune gazetesinde.
Ve “Türkiye’yi ne yapmalı?” diye soruyordu.

Ayrıntılı Türkiye tasvir ve tahlillerinden sonra Marx’ın vardığı bir sonuç kabaca şuydu:
Çarlık Rusya’sının sonu Türkiye (Osmanlı) yüzünden olacaktı!
(O dönem ABD’lilere Türkiye’yi en ayrıntılı anlatanlardan birinin Marx olması, hoştu tabii!)
Diyordu ki…
“Doğu Sorunun temeli, Rusya’nın Türkiye’ye karşı emperyalist emelleridir. Oysa Türkiye, Avrupa’yı koruyan bir engeldir Rusya önünde. O yüzden de İngiltere’nin çıkarı, Kırım Savaşı’nda Osmanlı’ya destek olmuştur.
Çatışma, Avrupa’nın 1789’da doğmuş demokratik idealleri ile Rus mutlakçılığı arasındadır.”

Sonrasında, Marx’ın tahmini bir bakıma tutmuştu; Dostoyevski’nin büyük tutkusuna ve korkusuna inat.
1.Dünya Savaşı başında Çarlık Rusya’sını Alman-Avusturya-Osmanlı-Bulgar ittifakına karşı müttefik alan İngiltere ve Fransa, Rusya’nın İstanbul emellerini biliyordu. Çarigrad histerisi canlanmıştı.

1915 Martında saldırgan Donanma Çanakkale’yi geçebilseydi, muhtemelen Rusya’nın İstanbul’u tek başına işgaline karşı da tedbir alacaktı ama esas yapamadığı şu oldu:
Rusya’da savaşla birlikte alevlenen ve orduya da yayılan kızıl ateşe, yani devrim fırtınasına karşı Çar’a yardım edebilmek.
Çanakkale İstanbul’u korudu… Sovyet Devrimi’ni de kolaylaştırdı.
Lenin, Troçki ve diğerleri ise, dünya savaşı yerine iç savaşa koyulurken, Mustafa Kemal’in “Anadolu İhtilali”ne de ciddi destek sağladı.

Dostoyevski’nin arzusu, Sovyet Devrimi’yle Karadeniz’e gömülmüş…
Marx’ın öngörüsü ise, Çanakkale-Sovyet Devrimi-Milli Mücadele zincirinde büyük ölçüde haklı çıkmıştı.

Bugünün saldırganı Putin’i besleyen kaynaklardan biri olsa da, Dostoyevski yasaklamak, Irak ambargosunda 500 bin çocuğun gıdasız, ilaçsız ölümüne “Olur böyle şeyler” diyebilen “bir tür Batılı” için normal!
Bizim için, asla normal olmamalı.
Burada da fikri, eleştirisi, yazdığı, ifade ettiği, kökeni yüzünden insanlara yapılanların normal olmaması gibi!

O zaman, “Fikrimizin ince gülü”nü yerli yerine koyabiliriz:
Putin, eski KGB’ci olduğu için Marx’ı temsil ediyor değil; o, aşırı milliyetçi, yayılmacı, öteki din ve mezheplere düşman, savaş isteyen Dostoyevski’nin müridi!


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.