'Post Mortem' ya da formalin kokulu hüsranlar

Netflix'te yayınlanan Norveç yapımı dizi "Post Mortem", dramın içine işlemiş bir mizahı, "hayatta gülüverdiğimiz o anlar"ı kullanıyor ve ölçülü bir mizah devşiriyor.

Google Haberlere Abone ol

"Post Mortem: No One Dies In Skarnes" Netflix'te yayınlandı. Netflix'in "Home For Christmast" ve "Ragnarok"un ardından üçüncü Norveç yapımı olan dizisi, oldukça başarılı bir gerilim. Skarnes adlı bir kasabada otopsi sırasında dirilen Live'nin vampir yaşamını işleyen dizi, gerilimin ve alt türün hakkını verirken aynı zamanda dokunaklı bir öykü anlatıyor.

OTOPSİ MASASINDA DÖNEN BAHT

Dizinin konusuna kısaca değinmek istiyorum. Kendi halinde, suç işlenmez kervan geçmez ve hatta doğal ölüm dahi yaşanmayan, hepi topu üç polis memurunun istihdam edildiği bir İskandinav diyarında bir ceset bulunmasıyla her şey alt üst olur. Kasabanın yerlilerinden Live (Kathrine Thorborg Johansen) ıssız bir arazide bulunmuş, saldırı şüphesi duyularak otopsiye getirilmiştir. Adli hekimler biçmeye hazırlandıkları bedenin başında sohbet ederken, genç kadın göğsüne saplanan o ilk neşterin acısıyla haykırarak uyanır ve Skarnes için ilginç günler başlar. Live, beş kuşaktır cenaze işleriyle uğraşan Hallangen Ailesi'nin tek kızıdır ve ağabeyi Odd (Elias Holmen Sorensen), babası Arvid (Terje Stromdahl) ile birlikte yaşamaktadır. Ağabeyi Odd'un eşi Rose (Sara Khorami) gibi kasabanın huzurevinde çalışan Live zamanla kana susadığını hisseder. Artık bir vampire dönüşmüştür ve bu dönüşüm kasabaya dair bir nüfus planlama hamlesi eşliğinde batmak üzere olan cenaze şirketini kalkındıracak bir noktaya evrilir.

ROMANTİK VAMPİRLERİN DÜŞÜŞÜ, 'HAKİKİ' VAMPİRLERİN YÜKSELİŞİ

Diziyi incelemeye girişmeden şunu belirtmekten yanayım. "Post Mortem", popülerliğini hiç yitirmeyen bir alt türe dayansa ve öyküsünde kimi aksaklıklara rastlansa bile platformda keyifle izleyebileceğiniz yapımlar arasında yer alıyor. Son dönemde çevrimiçi platformların yaygınlaşmasıyla öne çıkan "zaman kaybı" deyişine uzak bir yapım. Bu anlamda tek dakikası dahi boşa harcanmamış, dolgu niyetine kullanılmamış diyebiliriz. Zaten bir korku türüne ait, sınırları az çok belirlenmiş bir öyküyü hayli yalın ve özgün aktarmasının ilk önemli başarısı olduğunu not düşelim.

"Post Mortem", çıkışı itibariyle romantik akımın/anlatının en önemli öğelerinden olan vampir öykülerine yeni bir soluk getirildiğini hatırlatıyor. Soluk demişken ucuz bulunma riskini göze alıp şu benzetmeyi yapayım: Kont Dracula'nın tarihsel ve sınıfsal bir katılığa denk düşen soluk benizi canlanırken, hayatın içinden seçilmiş yeni vampirlerimizin kana ihtiyacı realize ediliyor. Bir bakıma "ekmek ve su denli" ihtiyaç duyuyor kana, çağdaş vampirler. Belki şu yoruma da yönelebiliriz: Romantik dönem vampiri, siyasal bir çelişkinin tarafı olduğundan ve ortaya çıkışını büyük ölçüde bu çelişkiye borçlu olduğundan kana susamışlığını bir varoluş savaşı biçiminde verse dahi esasen itibarını sürdürme niyetiyle, belki ölü bir soyu sürdürme endişesiyle değerlendiriyordu. Onları vampir yapan yalnızca gündüzleri tabutlarından yatmaları değil, mahzenleri ve şatolarıydı. Mahzen aile geçmişlerini; kuleleri, taş mimarisi, gri heybetiyle şatoları ise kudretlerini ve feodal sınırlarını ifade ediyordu.

Bugün ise "Post Mortem"de köklü aile söyleminin beş kuşak cenazecilikte parodileştirildiğini görüyoruz. Tabii levazımatçılığın sinemada gotik korku türün revaçta olduğu 60'larda da ilgi gördüğünü söylemek lazım. Bu meseleye döneceğim ancak "Post Mortem" için söylersek cenazecilik mesleği ölmeye yatmış feodalizmi ve bir çeşit diri diri mezara konma halini çağrıştırıyor. Aslında tam da buradan dizinin elini güçlendiren meseleye uzanabiliriz.

SKARNES'TE KİMSE ÖLMÜYOR, EH ÖYLEYSE KESKİN BIÇAKLAR CEBE!

Harald Zwart ile Petter Holmsen'in birlikte yönettikleri "Post Mortem" klişeye sapmasına rağmen güçlü bir çıkış noktasına sahip. Eğilip bükülebilir, uyarlanabilir, türler arası geçişlere müsait bir çıkış noktası... Batmak üzere olan cenaze işleri firmasına işletmeci ailenin çiçeği burnuna vampir kızlarının yardım etmesi, iş paslaması pek yaratıcı sayılmasa bile son derece hoş bir kara mizah malzemesi sunuyor. Yukarıda andığım cenaze levazımatçısı-gotik ilişkisine Jacques Tourneur'un "The Comedy of Terrors" filmini örnek verebiliriz. Korkunun Vincent Price, Boris Karloff ve Peter Lorre gibi üç ustasını bir araya getiren film, adından da anlaşıldığı gibi komediye göz kırpıyor. Kara komediye yaklaşan fakat daha ziyade parodi diyebileceğimiz filmde yine işleri kötü giden bir şirketin kendi müşterisini yaratma çabası işleniyor.

"Post Mortem" ise şüphesiz andığım filmden farklı bir konumda... Ne onun gibi doğrudan mizah yapma kaygısı var ne de gotiğin kara sularında geziniyor. "Post Mortem", dramın içine işlemiş bir mizahı, "hayatta gülüverdiğimiz o anlar"ı kullanıyor ve ölçülü bir mizah devşiriyor. Zaten komik olan durumdan Odd vesilesiyle daha komik anlar çıkarıyor. Odd'un sinirlenip plastik sandalyeleri yosun tutmuş havuza fırlattığı sahne basit görünmesine karşın hayli çarpıcı... Şirketini yükseltmeye çalışırken bir kariyer koçunun eline düşmesi ve bu koçun olayların seyriyle gerçek kariyerin ancak suç işleyerek yapılabileceğini bildirmesi dizideki kara mizahı destekliyor. Diziye adını/sloganını veren "Skarnes'te kimse ölmüyor" yakınması da bir çeşit toplumsal vampirleşme'ye, bir bozulmaya işaret ediyor.

CANLI CANLI GÖMÜLEN BİR KENT VE SAVRULAN BİR AİLE

"Post Mortem"de türün dahi önüne geçen drama ise iki yönden değinmekte fayda var. Skarnes'te kimsenin ölmediği ama kimsenin de yaşamadığı koşullar söz konusu. Öyle ki cenaze şirketinin erkekleri ölülerle ilgilenirken kadınları ise ölü adaylarının bakımını üstleniyor. İki genç kadının kasabadaki huzurevinde, iki orta yaşlı kadının karakolda çalışması yarı ölü bir kenti taşıyor gündeme. Kimse ölmüyor ama yaşamıyor da. Bu tabloyu anlatıdaki dramın üst katmanı olarak değerlendirebiliriz. Bir alt katmandaysa iç içe geçmiş aile ve şirket dramları bulunuyor. Aile şirketinin batışı, ailevi ilişkilerdeki gerilimi de gözler önüne seriyor. Babanın ölümü (cinayete kurban gitmesi), evin borçlara karşılık ipotek edilişi ve Rose'un hamile kalması duyguların dalgalanmasına yol açıyor. Dizi bu duyguları seyirciye geçirebilmiş. Odd'un sevimli çaresizliğine, Rose'un yalnızlığına ve Live'nin "varoluşsal" bunalımına ortak oluyoruz. Oysa çekirdekte Live'nin tamamlanmamışlığı yatıyor. "Post Mortem"i yer yer trajediye çeviren, "Let The Right One In" (Tomas Alfredson-2008) çizgisine yerleştiren bu tamamlanmamış hal.

Live, kalabalıklar içinde (Skarnes nüfusunun hatrı sayılır kısmının huzurevinde yaşadığını, Live'nin bu sakinlerle profesyonel bir ilişki kurduğunu aklımızdan çıkarmayalım) yalnız yaşamış bir karakter ve bir gün vampir olup döndüğünde, sembolik bir biçimde yaşamının ciddiye alınacağı son yer olan otopsi masasında dirildiğinde yalnızlığının farkına varıyor. Sevgi gösterilmiş ancak doymamış, duygu zenginliğine erişmemiş biri... İlişkileri zayıf... Onu bu hayatta sadece Odd anlıyor diyebiliriz. Odd Live'yi koşulsuz seviyor ve diğerlerinin aksine yargılamadan önce anlamaya çalışıyor. Live'deyse bir yabanilik, bir taklit söz konusu... Kendisine aşık polis memuru Reinart'a (Andre Sorum) bile belli bir perdenin ardından yaklaşıyor. Onunla sevişse, hatta onu kendi türüne dahil etse de aralarında hep bir mesafe, içgüdü ve tereddüt tuğlalarından örülü görünmez bir duvar var. Live, bu duvarı vampir olduktan sonraki yaşamında kapıldığı kontrolsüz duygusallığında keşfedebiliyor. Reinart'ın bir çocuğu öldürmesini engellemek adına canını dişine takıyor mesela. Sorumluluk hissediyor belki. Eskiden yalnız sevecenken kendisi için elini hiç taşın altına koymuyorken ve en iyi arkadaşları kısa vadede göçmeye hazırlanan huzurevi sakinleriyken (elbette dizi Live'nin ölümüyle başladığından varsayıyorum) yaşadığını, daha doğrusu eskiden yaşamadığını hissediyor. Bir ölünün geç kalınmış arzuları, yaşamazken yaşamaya çalışması dizideki çatışmayı güçlendirip trajik durumu yansıtıyor.

POST MORTEM'İN BAŞARILI ANLATISI VE İZ BIRAKAN SAHNELER

İçeriğe dair dizdiğim nice övgünün ardı sıra "Post Mortem"in anlatısına değinip yazıyı sonlandıracağım. "Post Mortem" belli bir düzeye varmış Nordik estetikten nasipleniyor. Soğuk ve kasvetli bir Norveç kasımında vampir olmak kolay tabii! Güneşten kaçınmak, tabutlara sığınmak gibi dertler yok. Üstelik vampirimizin ailesi cenaze işleriyle uğraştığından böyle bir sıkıntı yaşansa bile nasıl ki bir galerici her akşam istediği aracı seçip dışarı çıkma özgürlüğüne sahipse Live de her sabah dilediği tabuta yatıp mışıl mışıl uyuyacaktı. Bu eksiklik Live'nin ses ve kokulara duyarlı kılınmasıyla kısmen giderilmiş. Bahçede çalışan çim biçme makinesi, abisinin çiğnediği makarna yahut birinin sakalını kaşıması Live için işkenceye dönüşebiliyor. Keskin olsun olmasın her koku onu rahatsız edebiliyor. Aslında biraz aşırı yoruma saparak bu duyarlılığı kadın doğurganlığına has bir süreç ile ilişkilendirmek mümkün. Live'ye vampirliğin annesinden geçtiğini de hesaba katarsak böyle bir yorum yapabileceğimizi düşünüyorum. Live bir "günahın doğumu" ve tüm acıları o doğumun çalkantısından kaynaklanıyor. Dediğim gibi bu, öküzün altında buzağı arayan bir yorum, fazla dikkate almamak lazım! Ancak "Post Mortem"in iz bıraktığı sahneleri anmadan geçmeyelim...

Odd'un çıldırıp sandalyeleri, evin meşgul olduğu işe uygun halde yosun tutmuş, çürümüş havuza atması, Live'nin babası Arvid tarafından canlı canlı yakılmak istenmesi (açıkçası buna da cadılık meselesinin tarihsel arka planı üzerinden feminist yorumlar getirebiliriz), yine öldürdüğü yaşlı kadının yatağı altında kısılı kalıp hasta yatağı mekanizması marifetiyle cesedin üzerinde yükseldiği ve başına sarı bir poşet geçirilmiş çırılçıplak Reinart'la çamur içinde dövüştüğü sahneler diziye damga vuruyor. Tüm bu sahnelerde dış görünüşlerini aşarak bilincimize seslenen eşyalara rastlıyoruz. Plastik sandalye, yosun kaplı havuz, hasta yatağı ve sarı poşet bunlardan bazıları... 

Sözü bağlarken "Post Mortem"in seyirciyi hüzünlendiren yanını vurgulamak istiyorum. Kasvetli Kuzey'i, yalnızlığın trajedisi ve aile olmanın sağalmazlığıyla adeta nakış nakış işleyen dizi içimizde bir yerlere dokunuyor ve kana değilse bile sevgiye susayan yanımıza sesleniyor. Sabah yatağımızdan kalktığımızda sarılalım hayatımıza, hani otopsi masasında veya musalla taşında Live kadar şanslı olamayabiliriz!