Politik ekonomi: Belleğin çağrısı

İktisadi aktörlerin tercihlerini etkileyen dönüştüren bir politik yapı yokmuş gibi iktisadi analiz yapmak oldukça sığ bir yaklaşımdır. İktisadın, liberalizmin diğer bir adı olmadığını anlamak gerekir. Ve dahası politik ekonomik analiz aynı zamanda bizi ampirik çalışmalara daha fazla yönlendireceğinden teorik dogmalara bağlılığımızı azaltacaktır.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Uzun bir süredir dünya genelinde farklı bir siyasi ortamın içindeyiz. Genel olarak sağ popülizm veya otoriter kapitalizm diye adlandırılan bu siyasi ortamın, bize iktisadın politik yanını hatırlatması açısından önemli bir katkısı oldu, aynen pandeminin bir projektör işlevi görerek sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri görmemizi kolaylaştırmasında olduğu gibi. Otoriter tarafı daha baskın olan bu siyaset tarzı süregelen liberal politikaların uzantısı niteliğindedir. IMF Başkanı Kristalina Georgieva’nın da liberal politikaların yarattığı iktisadi ve sosyal tahribatları işaret ederek “Yeni Bretton Woods” diye nitelendirilebilecek daha sosyal ve adil iktisat politikalarına ihtiyaç duyulduğunu belirtmesi, dünyanın içinde bulunduğu iktisadi durumun politik bağlamına vurgu yapması açısından oldukça önemlidir. Dünyanın Amerikan seçimlerine bu kadar odaklanmasının da temelinde de bu kaygı ve beklentilerin ekonomi politik arka planı vardır.

Tüm bunlar bize iktisadi analizin, politik yapının temel dinamiklerini ve etkilerini dikkate almadan anlamlı bir şekilde yapılamayacağını daha açık bir şekilde göstermektedir. Fakat ana akım iktisatçılar, kendi kavramsal dünyalarının ötesinde politik ve sosyal bir hayatın şekillendirdiği iktisadi alanın varlığını kabul etme konusunda oldukça dirençlidirler. Bu daha çok edindikleri akademik formasyonun bir sonucudur.  Söz konusu kavramsal dünyada para ve maliye politikalarının teknik karşılıklarının ötesinde bir politik alan yoktur. Bu yönüyle politik olanı anlamaya çalışmak o kadar önemli olmadığı gibi, bazı siyasi gelişmeler ve kararlar anomali olarak algılanır. Politik davranışlara odaklanan bir iktisat okulu olsa da (kamu seçim teorisi),  okul mensupları kendi çıkarlarına odaklanan politikacıların, seçmenlerin ve bürokratların yarattığı iktisadi etkinsizlikleri öne çıkarmayı çalışırlar. Bu yaklaşım, politik davranışları bir noktaya kadar anlamamıza yardımcı olsa bile yeterli bir analitik derinliğe sahip değildir. Çünkü evrensellik gibi abartılı, kendi-çıkarı gibi totolojik argümanlara dayanır. Bu çerçevede, iktisadi analizin özüne yani kendi belleğine, iktisat biliminin geliştiği dönemlere uygun bir şekilde “politik iktisat” yaklaşımına dönmemizin oldukça faydalı olacağını düşünüyorum. Politik iktisat yaklaşımı ile ana akım iktisadın bireysel metodolojisinin dar ve sığ koridorlarından çıkıp, politik ve kolektif kararların da içerildiği daha kapsayıcı ve bütüncül bir bakış açısı elde edebiliriz. Burada şunu belirtmeliyim, politik iktisat kavramını, politika/siyaseti de içerek şekilde politik bir birim/coğrafya içindeki iktisadi faaliyetlerin genel çerçevesini dikkate alan daha interdisipliner bir anlamda kullanıyorum.

Politik aktörlerin davranışları büyük oranda, Platon'un dediği gibi, bir “anlatı” ile şekillenir. Dünya tarihi farklı anlatılara sahip olanların yıllarca süren çok sayıda çekişme ve çatışma örnekleri ile doludur. Bu yüzden de siyaset teorisi, Thomas Hobbes’tan bu yana durağan politik bir durumu modellemenin sürekli arayışı içinde olmuştur. Sert siyasi çatışmaların olduğu bir ortamda, Hobbes’un da belirttiği gibi, üretim, sanayi ve sanat değersizleşir. Yakın bir örnek olarak bunu, Suriye iç savaşında çok net bir şekilde gördük. Bu anlamda siyasi olan büyük oranda iktisadi olanı önceler. Fakat temel kurumların ortaya çıktığı ve siyasetin rutinleştiği durumlarda insanların önemli bir kısmı siyasetin sıkıcı, bayağı ve hatta bozucu ve ayrıştırıcı olduğunu düşündüğünden bu alanın dışında kalmayı tercih eder ve kendi iktisadi ve sosyal alanlarına çekilirler. Bu anlamda siyaset istenilir bir şey olarak görülmez. Platon, Marx ve Hayek de aslında siyasetin olmadığı bir dünyayı hayal ettiler. Fakat siyaset insan tecrübesinin yok edilemeyen bir yanı olduğu gibi, insani tecrübeyi de yeniden kurarak toplumdaki kolektif seçimlerin yönünü ve içeriğini belirler. Modern toplumlarda bireysel otonominin cazibesi herkesin kendi hayatının mimarı olduğu gibi bir izlenim yaratsa da bu aslında siyasetin kesif gölgesi altında gerçekleşir.

Geçmişten günümüze baktığımızda politik tercihlerin, ülkelerin hayatlarında ne kadar etkili olduğuna sürekli tanık oluyoruz. 1980’lerde M. Thatcher ve R. Reagan’ın bugün de etkileri devam eden politik iktisadi tercihleri sadece kendi ülkelerini değil tüm dünyanın içinde bulunduğu iktisadi yapıyı etkiledi. 1970’lerin sonunda Deng Xiaoping’in başlattığı iktisadi politikalar olmasaydı bugünkünden çok daha farklı bir Çin ekonomisi ile karşı karşıya olurduk. Bugünkü Hindistan’ı Narendra Modi’nin izlediği liberal iktisadi politikalar olmadan anlamak zordur. Japonya 1955’den 1993’e kadar tek bir parti tarafından (Liberal Demokrat Parti) tarafından yöneltildi ve bu dönemin politik ekonomisi bugünkü Japonya’yı şekillendirdi.  Doğu Avrupa ve Rusya’nın sosyalist dönemi ile 1990’lı yıllarda izlenen liberal politikalar bize iki ayrı iktisadi yapı sunar. Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın izlediği politik ekonomiyi anlamadan bugünkü Türkiye ve bunun gelecekteki muhtemel etkileri iyi anlaşılamaz. Donald Trump’ın izlediği politikalar, vergi indirimleri, regülasyonların azaltılması ve dış ticaret politikaları eski dönemlere göre bize daha farklı bir ABD ekonomisi sunar.

Siyasi yapı değiştiğinde neler değişir? Siyasi ortam değişikliği firma, hanehalkı ve kurumlar gibi ilgili tüm aktörleri etkisi altına alır. Örneğin, izlenen politikalara bağlı olarak firmanın içinde hareket ettiği regülatif alan genişler veya daralır, buna uygun bir şekilde aktivitelerinin niteliği, yatırım kararları, iş yapmada zaman tercihleri veya devlete yakınlık tercihleri değişir, dönüşür. Bu yüzden siyasetin firma davranışı üzerindeki etkilerini anlamak için firmayı sadece özel bir mülkiyet birimi olarak görmek yeterli değildir, firma yönetim biçimlerine odaklanmak daha açıklayıcı olacaktır. Çünkü firmalar farklı yasama alanlarında farklı yönetim biçimleri edinirler. Bu, özellikle kendi çalışanlarına tutumlarından kamu yararına atfettikleri öneme kadar geniş bir spektrum içinde gerçekleşir. Örneğin, İngiltere ve ABD politik ortamında firmalar daha çok özel bir birim ve hissedarların bir aktifi gibi görülürken, Almanya veya Japonya’da firmalar daha çok kamusal bir yapı ve çalışanları ile birlikte bir organizasyon olarak görülür. Çünkü firmaların yapılandığı farklı legal ve sosyal yapılar farklı yönetsel patikalar yaratır. Dolayısıyla, piyasa aktörlerinin yaptığı seçimleri bireysel tercihlere indirgeyerek anlamaya çalışmak, yetersiz olduğu gibi piyasalara ve aktörlerine atfedilen “iktisadi natüralizm”in ne kadar kırılgan olduğunu gözden kaçırmış oluruz.

Firma davranışlarının politik ortamın şekline bürünmesine dünya genelinde de çok sayıda örnek verilebilir. Son yılların Türkiye’sinde politik otoritenin neden olduğu belirsizlik alanı genişledikçe firmalar üretken büyüme stratejileri izlemek yerine, bir tür değer koruma ve transfer etme ve politik yakınlıkla değer devşirme üzerine kurulu yaygın bir firma davranışı göstermeye başladılar. İtalya’da on yıllarca süren koalisyonlar, suistimaller ve siyasetçi-firma simbiyotik ilişkileri bu alanda bir iktisat okulu diyebileceğimiz boyutta bir literatür yarattı. Benzer şekilde, oligarklarla Kremlin arasındaki iki yönlü ilişki bugünkü Rusya’nın temel karakteristiğidir. Benzer bir durum, Trump’ın politik gücünü kullanarak firmaları yönlendirmesi ve tehdit etmesinde de görülür (Ford’un Meksika’daki fabrikasını kapatmasını istemesi, Çin’deki ABD firmalarının geri dönmesi için baskı kurması, TikTok’un zoraki satın alınması için bazı Amerikan firmalarını yönlendirmesi gibi). Ünlü iktisatçı Anne Krueger bu yapılanları ABD için bir tür “ahbap-çavuş kapitalizmi” olarak ifadelendirmektedir. Yine bu bağlamda, Japonya’daki Keiretsu veya G. Kore’deki Zaibatsu firma örgütlenmeleri bir piyasa yapılanmasının sonucu değildir, tarihsel politik bir yapılanmadır. Tüm bu örnekler, firmanın önemli bir oranda politik ve legal bir yapı olduğu ve motivasyonlarının politik ve kamusal bir yanının olduğunu göstermektedir. Yani firma politik yapının belirlediği geniş bir davranış spektrumu içinde harekete eder, daha kâr-odaklı firma davranışından politikacılarla simbiyotik ilişkiler kuran geniş bir firma davranış skalası söz konusudur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar geçen dönem, dünya genelinde emek, mal ve finansal piyasaların kendiliğinden organize edici gücüne duyulan kaygıların politik bir nitelik kazandığı bir dönemdi. Bu yüzden de bir regülasyon dönemidir. Firmalar birçok açıdan denetim altında tutuldular. Örneğin, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde, yatırımları teşvik etmek için yapılan yasal düzenlemelerle firmaların kârlarını hissedarlarına dağıtmaları sınırlandırıldı. Fakat 1980’lerden sonra bu sınırlandırmalar kaldırıldı. Böylece ABD’de hissedarlara kârların yaklaşık yüzde 40'ı dağıtılırken, 1960’larda, bu oran 2000’lerde yüzde 65’lere kadar yükseldi. Benzer olarak 1980’ler sonrası artan finansallaşma ile birlikte firma davranışı “tut ve yeniden yatırım yap” tercihinden “küçül ve dağıt”a evrildi. Firmaların küçülmeyi tercih etmesi, işçi ücretlerini baskılamaları, reel firmaların kârlarının önemli bir kısmını finansal aktivitelerden sağlıyor olmaları da bu liberal politik iklimin sonucudur. Artan finansallaşmanın iyi ve kötü taraflarının ötesinde, bu süreç aynı zamanda ilgili aktörlerin motivasyonlarını da dönüştürüyor. Firmalar bu süreçte kısa dönemli düşünmeye ve değer üretmekten ziyade değer transfer etmeye yöneldiler. Keynes’in finansal motifleri törpülemek gerektiğini söylerken tavsiye ettiği politik müdahale tam da bunu önlemek içindir.

Politik tercihlerin etkilerini ekonominin diğer tüm alanlarında da görmek mümkündür. Bunu, para, maliye politikalarından serbestleştirilen sermaye akımlarından ve finansal krizlerin daha sık ve yıkıcı bir şekilde ortaya çıkmasında, her alanda görebiliriz. Para politikasını düşünelim. Para politikasını siyasi bir karar alanından çıkarıp bir teknik alana dönüştürmek siyasetçilerin hep direnç gösterecekleri bir durum olacaktır. Gerçi teknik alanın da politik bir tercih olduğunu unutmamak gerekir. Neden işsizlik değil de enflasyon veya nereye kadar hangisi, bunlar birer teknik sorunun ötesinde birer politik tercihtir. Türkiye’deki faiz tartışmaları bu yönüyle dikkat çekicidir. Faizi düşük tutmanın iktidardaki politikacıların bir saplantısı olduğu gibi yaygın bir kanaat mevcuttur. Fakat ben bunun bir saplantıdan ziyade kısa zaman ufkuna sahip politik motivasyonların yönlendirdiği bir ekonomik büyüme tercihi olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan, seçim öncesi Trump’ın FED’i baskı altına alıp faizleri düşürmek istemesinden farkı yoktur. İki durum arasındaki tek fark Türkiye’deki kurumsal alanın daha zayıf ve reel politik alanın daha güçlü olmasıdır.

Krizlerin ortaya çıkmasında ve sonrasında izlenen politikaların çoğunda da politik tercihler söz konusudur. 1990’lı yıllardaki krizler (Nordik ülkeleri, Japonya, Latin Amerika, Asya ülkeleri, Türkiye), büyük oranda faizler üzerindeki sınırlamaların kaldırılması, finansal akımların serbestleştirilmesi, yabancı bankalara ve finans şirketlerine daha fazla yer açılması gibi politik tercihlerin sonucu oluşan krizlerdir. 2008 yılındaki global krizin arka planında da benzer politik yapılanmalar söz konusudur. Global kriz sırasında alınan şirket kurtarma kararlarında da benzer politik tercihleri görüyoruz. Örneğin hangi kurumların kurtulacağı, Lehman Brothers’ın batmasına göz yummak, ama sigorta şirketi AIG’yi kurtarmak, sadece bir maliyet hesabı değildir, maliyet olsa bile maliyetlere verilen politik bir değer söz konusudur. Son dönemlerde dünyanın her yanında, devlet, firma ve hanehalkının bu kadar borçlanıyor olması sadece devlete, firmaya veya hanehalkı tercihlerine bakarak anlaşılmaz. Borçlanmanın neden olduğu büyüme modellerinin dayandığı ekonomi politik kararlara da bakmak gerekir.

Emek piyasaları da büyük oranda politik kararlardan etkilenir. Emek piyasalarının niteliği insanın sosyal ve iktisadi kapasitesini geliştiren veya törpüleyen, eşitlik ve etkinlik durumlarını şekillendiren bir karakter taşır, bu yüzden de emeğe elma piyasası gibi davranamayız. Son dönemlerde, örneğin, dünya genelinde daha az sendikalılık söz konusu ise bu piyasa natüralizminin bir sonucu değildir, ülkelerin onları zayıflatan politik tercihlerinin bir sonucudur. Sendikacılığın daha yaygın olduğu ülkelerde, daha az yaygın olduğu ülkelere göre, ortaya çıkan emek hareketliliği ve ücret farklılığı ortadadır. Bu durumların oluşmasında büyük oranda meritokratik argümanlar geçerli değildir. Almanya’da 1970’lerden bu yana geçerli olan “birlikte-belirleme” uygulaması şirketlerin (500 ve daha fazla işçisi olan tüm şirketler) yönetim kurullarının yarısı işçilerden oluşması bir yasa gereğidir. Kuruldaki sandalyeler özü itibariyle bir tür mülkiyet hakkından ziyade, işçilere sermayeyi kontrol etme imkanı vermektedir. Bu şekilde sermayesi olmayanlara sermayeyi yönetme hakkı tanınmaktadır. Bu bir tür demokratik kontroldür. Bu yüzden finansal krizlerde ve pandemide de gördüğümüz gibi işsizlik Almanya’da büyük bir sorun olmazken ABD’de hemen büyük bir soruna dönüşebiliyor. Avustralya’daki “ücret kurulları” da benzer bir şekilde işçileri korumaya dönük bir yasal yapılanmadır. Bu şekilde ülke genelinde ücret farklılıkları azaltıldığı gibi daha adil bir ücretlendirme de söz konusu olabilmektedir. Daha eski bir örnek olsa da, Sovyetler Birliği döneminde çalışanların aşırı eğitimli olması ve eksik istihdam düzeyinde çalışmaları da ülke politik ortamının bir sonucuydu.

Sonuç olarak, bir şeyin politik olduğunu düşündüğümüzde onu değiştirmek de imkan dahiline girer. Bu anlamda adil ve etkin bir ekonomik sistem kurma çabası hep olacaktır. Piyasaları fetişleştirmeden ve evrensel bir piyasa natüralizm saplantısı olmadan düşünmek her şeye rağmen özgürleştirici ve umut vericidir. İktisadi oyun bu anlamda mülkiyet, sözleşme, vergilendirme, eğitim gibi çok sayıda konuda kolektif kararların alındığı politik bir durumdur. Bu yüzden politik iktisat, iktisadi faaliyetlerin sosyal, tarihsel ve kurumsal olana gömülü olduğunu göstermesi açısından bize oldukça önemli bir analiz imkanı sunar. İktisadi aktörlerin tercihlerini etkileyen dönüştüren bir politik yapı yokmuş gibi iktisadi analiz yapmak oldukça sığ bir yaklaşımdır. İktisadın, liberalizmin diğer bir adı olmadığını anlamak gerekir. Ve dahası politik ekonomik analiz aynı zamanda bizi ampirik çalışmalara daha fazla yönlendireceğinden teorik dogmalara bağlılığımızı azaltacaktır.

 

*Öğretim Üyesi, Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat bölümü