YAZARLAR

Pes ettim…

Hukuk reformu dile gelince, bunca hukuksuzluğa herhangi bir itirazını duymadığımız (veya en azından ben duymadım) hukukçu Bülent Arınç, derin bir uykudan uyanırken üniversitede öğrendiği evrensel ilkeleri anımsamış olacak ki ortaya atılıverdi. İnanın ne bu çıkışı anladım ne de Cumhurbaşkanı'nın bu çıkıştan rencide olmasını. Rencide olan olana… Ayrıca istifa edecek olan eder değil mi? Yok öyle değilmiş.

İtiraf etmeliyim; dinliyorum, okuyorum, izliyorum ama gittikçe daha az kavrıyorum. Olan biteni anlamlandıramıyorum artık. Her şey öylesine birbirine girdi ki ben pes ediyorum. Sizi bilmem. Beynin de bir istiap haddi var tabii. Benimkisinin devreleri yanmak üzere. Bir anlasam size de anlatacağım ama anlamıyorum işte. Haksız mıyım sizce? Anlatayım kararı siz verin.

Korona ile başlayacağım. Bir ülkenin yöneticileri, aldıkları kararların sonuçlarının binlerce cana mal olduğunu bile bile o kararlarda ısrarcı olmaz değil mi? Hayatın kendisi, doğanın mantığı bize böyle söylüyor. Ucunda ölüm varsa, küresel salgının bitirilememesinin sorumluluğunu paylaşmak söz konusuysa bir yöneticinin bu sorumluluğu azaltacak, ölümleri durduracak politikaları uygulamaya koyması beklenir. Görünüşte bunun öyle tartışılacak bir yanı da yoktur. Peki ama eğer yaşamın mantığı bize bunu söylüyorsa, mart ayından bu yana Türkiye’de salgının kontrolü amacıyla izlenen politikaları, alınan kararları nasıl açıklayacağız? Gerçeğin üzerinin örtülmesinin iktidara da bir yararı yokken neden ısrarla istatistikler saptırıldı? Hükümetin, ülke tarihinin gördüğü en büyük ekonomik bunalımın içindeyken turizm gelirlerini kaybetmeme telaşı, her şeyin yolunda gittiği, başarıdan başarıya koşulduğu izlenimi yaratma gayreti, yaratılan yeni sistemin açıklarını gözlerden ırak tutma arzusu gibi pek çok açıklama yapılabilir, yapılıyor da. Ama küresel ölümcül bir salgın söz konusuyken bunların hiçbiri, gerçeğin üzeri örtülerek yaratılan zararın açtığı gediği kapatmaya yetmiyor. Benim de aklım böylesi bir tercih yapılırken içinde bulunulan öngörüsüzlüğün, körlüğün dehşetengiz büyüklüğü karşısında karışıyor. Anlayamıyorum. Hatta dehşet içinde kalıyorum. Laf çevirme ustası haline gelen bakanların, bürokratların, onlar adına konuşan sözüm ona gazetecilerin kendilerini düşürdükleri durumu görememeleri de beni dehşete düşürüyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. YETER!

İstifalar mesela… Ne kadar istifa denebilirse artık. Bir bakan Instagram hikayesi olarak istifasını kamuya açıklıyor. Üstelik ekonomiden sorumlu bir bakan bu. Saatler sonra “görevden affedildiği” açıklaması geliyor. Bu çıkışın nedeni hâlâ tartışılıyor. Binbir Gece Masalları sönük kalır aktarılan “kulis bilgileri (!)” yanında. Her biri ayrı masal. Peki ne oldu da böyle bir görevden af meselesi ortaya çıktı, bunu anlamak bu kadar önemli mi? Oysa bu siyasal magazinin arkasında asıl dehşet verici olan, bakanların politikaların belirlenmesine ve uygulanmasına özgür iradeleriyle katılmalarının imkanının Osmanlı’nın kulluk sistemini andırır biçimde ortadan kaldırılmış olması değil mi? Unvanı bakan olanlar kendi iradeleriyle istifa bile edemiyorlar. Kamu görevlisi değiller artık. Siyaseten bekaları tek adamın iki dudağı arasından çıkacak bir sözüne bakıyor. Padişahın kulu sayılan Osmanlı vezirlerinden farkları yok. Padişah arkasını dönünce birtakım entrikalarla kendi çıkarları için eyleyen o vezirler gibi, anlaşılan bunlar da yerlerinde kalabilmek, elde ettikleri çıkarları sürekli kılabilmek için meşruluğu tartışılır ilişki ağlarını, cemaat ilişkilerini kullanmaktan çekinmiyorlar. Aslında güvenebilecekleri başka bir şeyleri de yok. Ben burada yönetsel yapının unsurları arasındaki ilişkinin artık modern devlete özgü kavramlarla açıklanamaz hale geldiğinden başka bir şey göremiyorum. Ortaya çıkmakta olanı, herhalde dehşetin yarattığı bir kıpırtısızlıkla izleyen koca bir ülke, kendi enkazı altında kalmaya yaklaşırken öylece bakakalan bir ülke görüyorum. Hele bazılarının bu yıkımdan kendisi adına bir fayda elde edebileceği masalına sonuna kadar inanmış olması karşısında paniğe kapılıyorum.

On dokuz yıla yakın bir süredir iktidarda olan bir siyasal parti içinden yetişmiş politikacılar, en tepedekinden en alttakine, sürekli muhalefette gibi davranıyor. Bunca zamandır değiştirmedikleri yasa, dokunmadıkları norm kalmadı aslında. Ama yine de bütün bu zaman zarfında öznesi oldukları eylemlerin hiçbirinin sorumluluğunu üstlenmiyorlar. Son günlerde yine hukuk reformundan söz etmeye başladılar. Hukuku yerle bir eden onlar değilmiş gibi. Çoklu baro sistemi son hamleleri değil miydi? Hukuk reformu dile gelince, bunca hukuksuzluğa herhangi bir itirazını duymadığımız (veya en azından ben duymadım) hukukçu Bülent Arınç, derin bir uykudan uyanırken üniversitede öğrendiği evrensel ilkeleri anımsamış olacak ki ortaya atılıverdi. İnanın ne bu çıkışı anladım ne de Cumhurbaşkanı'nın bu çıkıştan rencide olmasını. Rencide olan olana… Ayrıca istifa edecek olan eder değil mi? Yok öyle değilmiş. Cumhurbaşkanı'nın atadıkları ancak onun izniyle istifa edebiliyorlarmış. Aklım almıyor benim bu biat anlayışını. Anlamıyorum yahu, gerçekten anlamıyorum. Onlar rencide olmuşluklarıyla atışırken adları üzerinden birbirlerine çıkıştıkları Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş yıllardır tutuklu. Yeni rejimin tutsağı yüzlercesiyle birlikte… Bir yandan hukuk reformundan bahsederken, öte yandan da “bazılarının” asla gün yüzü göremeyeceklerini ima etmek nedir? Şahsım devletinde hukuk böyle şahsi kin gütmelere kurban ediliyor işte. Gerçekten pes!

Hukuk reformu müjdesi (!), haklar ve özgürlükler meselesinin bizzat Adalet Bakanı'nca dile getirilmesinin şokundan henüz kurtulamamışken, Alaattin Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’na yazdığı tehdit mektubunun ardından bizzat Devlet Bahçeli tarafından dava arkadaşı ilan edilerek korunmasına tanık olduk. Eşzamanlı olarak Cumhurbaşkanı Kürt sorunu olmadığını ilan etti. Terörle mücadele vardı. Atanan kayyımlarla mükemmel biçimde yönetilen kentleri sıraladı. Buralarda büyük işler başarılmıştı. Derin devletin mafyatik bağlantıları artık gün gibi ortadaydı. Kimsenin kimseden saklayacak bir şeyi de yoktu. Derin devlet üst düzey politikacılarımızın iftihar dolu sözleriyle böylesine apaçık ortaya serilirken sizin gözleriniz büyümüyorsa, kulağınızın işittiğini beyniniz almayı reddetmiyorsa sorun bende demek ki… Pes ediyorum ben de.

Son söz, kadına yönelik şiddetle mücadele ile ilgili. Her sayının eğilip büküldüğü bu ülkede erkek şiddetine kurban verilen kadınların sayısında bir azalma olduğu müjdesini veren bakanın inandırıcılığı bir yana, şiddeti yine ahlaki zeminde “ayıp” sözcüğüyle kınamasının bende yarattığı duygu sadece ve yine dehşet. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeyi aylarca gündemde tutan bir hükümet, kabadayılara yaraşır bir dille kadına yönelik şiddeti ayıpladı. Bu cümleyi yazarken bile beynim isyan halinde. İşledikleri suçtan utanç duymaya davet edilen erkekler, yine yırttı. Ben öyle anladım. Utanç duyduklarını, pişman olduklarını ama tahrik edildiklerini, yoksa kendilerinin öyle kadına el filan kaldırmayacaklarını üzerlerinde eğreti duran ceketin yakasına doğru boyunlarını bükerek söylediklerinde hakimler de affeder artık o erkekleri. Ne de olsa “iyi hal” söz konusu. Utanmışlar ya! Pes!

Liste uzayıp gidiyor. Bir girdabın içinde savruluyoruz. Benim dehşetim büyüyor. Pes diyorum pes!


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.