YAZARLAR

Peki ya gölgenin ardındakiler?

Altın Portakal’da üçüncü gün geride kaldı. Ferit Karol ilk filmi ‘Kumbara’da tutarlı bir anlatı geliştirse de güvenli sularda kalmayı tercih ediyor. Erden Tepegöz ise ‘Gölgeler İçinde’de ciddi riskler alıyor, önemli bir kısmının altından kalkmayı başarıyor ama gölgelerin ardında kalanlar filmin en büyük sıkıntısı haline geliyor.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünde üçüncü gün geride kalırken sinema hissini bir nebze olsun yaşama fırsatı bulduk diyebiliriz. Ferit Karol’un “Kumbara” ve Erdem Tepegöz’ün “Gölgeler İçinde” filmleri bir araya gelince salı gecesi daha iyi geçti sinemaseverler için. Ancak yaşadığımız durumun bir ehvenişer olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

Son on yılın en iyi filmlerinden birisi olduğunu düşündüğüm “Zerre” ile tanıdığımız Erdem Tepegöz bu kez bir distopya ile çıktı seyircinin karşısına. Şu sıralarda Moskova Film Festivali’nde de yarışan yapım, görsel olarak oldukça etkileyici öncelikle. Gürcistan’da Sovyetler Birliği döneminden kalan eski bir fabrika sahasının ev sahipliği yaptığı filmde mekânın sağladığı görsel olanaklar sonuna kadar kullanılıyor.

İlkel üretim teknolojisine sahip bir üretim hattında çalışan, kameralarla sürekli olarak denetlenen, hoparlörlerden gelen direktiflere uymak zorunda kalan bir grup işçinin hikayesi anlatılıyor “Gölgeler İçinde”de. Bu işçilerden birisi bir gün bu yapıya çomak sokmaya çalışıyor, yaşadıkları durumu sorgulama cesareti gösteriyor ve distopyanın vidaları yerinden oynamaya başlıyor.

Bir amentüyü tekrarlayarak başlayalım. Distopik hikayeler gelecekle değil, bugünle ilgili kaygıları dile getirir çoğu zaman. “Gölgeler İçinde” için de bu geçerli. Erdem Tepegöz, tıpkı “Zerre”de olduğu gibi yine işçi sınıfının içine uzatıyor kamerasını ve kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı göndermelerle bugünün emek sömürüsünün resmini çıkarmaya çalışıyor. İş cinayetlerinden, teknolojinin bir sömürü aracına dönüştürülmesine, işçilerin birbirleri arasındaki güvensizlik ve rekabetten, yoksulluğun bir terbiye aracı olarak kullanılmasına kadar aslında bugüne dair söylenen şeyler var. Tepegöz, bütün bunları katı bir gerçeklik içinde, doğrudan, didaktik olarak anlatmak yerine imajlar, göstergeler ve soyutlamalarla aktarmayı tercih ediyor. Bunda büyük oranda da başarılı açıkçası. Hayk Kirakosyan’ın görüntü yönetmenliğinde ortaya çıkarın görsel atmosferin de (kimi zaman malzemeye fazla fetişleştirse de) etkileyici olduğunu söylemeden geçmeyelim.

Ancak filmin hikaye aksı bizi düşünmeye sevk ediyor ister istemez. Numan Acar tarafından canlandırılan işçi karakterin, sorma/sorgulama süreçlerinde yaşadığı dönüşüm bir anda oluyor ve ikna edemiyor ne yazık ki. Finalde niye isyan ettiğini bilsek de onu oraya getiren süreçler bizim için bir muamma olmaktan öteye gidemiyor. Yeni gelen işçilere itaat etmeyi ve sorun çıkarmamayı öğütlerken bir anda ortaya çıkan bu bilinçlenmeye giden yol doğru döşenemiyor. Tamirci karakteri popüler distopyalardan apartılmış bir stereotip olarak dikkat çekerken, ağzından dökülen havalı sözler de bir bağlama oturmuyor. Döngü, zaman, eğilme, bükülme, kırılma vb… derken, “Dark” dizisinin içinde olup olmadığımızı sorguluyoruz bir ara!

Finaldeki özgürleştirici ve biraz da ajitatif hamle iyi dursa da jenerik bitip perde siyaha düştükten sonra insan sormadan edemiyor: Peki, “Gölgeler İçinde” ne var? Erdem Tepegöz, bugüne referanslarla bezeli bu sömürü hikayesinde kapitalizmi açıkça işaret etmekten çekinmiyor ama kapitalistleri gölgelerin ardında tutmakta ısrar ediyor. Bu sömürü ağının, bu kıyımın sorumlularını muğlak bırakıyor. Bir makine ağı mı yönetiyor bu fabrika düzenini yoksa başka insanlar mı var, gölgelerin ardından kimseye malum olamıyor. Bu düzenin ancak sömürülenlerin sorular sorarak ve harekete geçerek değişeceğini gösteriyor göstermesine de, hesabın kime kesileceğini diyemiyor. Gizli/açık filmdeki her türlü görsel/işitsel/sözel olanak ile açıkça gösterilen kapitalist sömürü ne kadar somut ise, bunun sorumlusu kapitalistler de o kadar somut ve görünür oysaki. Üstelik gölgelerin ardında saklanma ihtiyacını da hissetmiyorlar.

KUMBARA

“Gölgeler İçinde”den “Kumbara”ya uzanan bir yol var. O da bu çaresizliklerin sorumlularının gölgeler ardında gizlenmesi. “Kumbara”nın ailesi Orhan ile Ayfer’in debelenip durdukları yoksulluk batağının sorumluları da gölgelerin ardına gizleniyor hep. Sıradan bir emekçi ailesinin günlük dertleriyle ilgileniyor film özünde. Orhan’ın annesinin evi müteahhide verilmiştir. Anneye yeni bir ev tutulmuş, karşılığında da kira yardımı alınmaktadır. Fakat anne düşüp komaya girdiği için o para bankada kalır, Orhan alamaz. Evin kirası birikmeye başlar. Bir yandan da kefil olduğu bir arkadaşı arabanın borcunu ödeyemeyince başka bir felaket çıkar ortaya. Ayfer ise hayatındaki boşluğu, sınıf anneliğini bir işe çevirerek doldurmaya çalışmaktadır.

“Kumbara” bir ilişkinin/evliğin dinamiklerini işletmekte ve izletmekte oldukça mahir. Orhan ile Ayfer’in inişli çıkışlı ilişkilerinin, evliliğin rutininin içinden çıkarılmış ayrıntıların filmin zenginleştirdiğini söyleyelim. Kavganın ve öfkenin, sevgi ve dayanışmanın bir arada olduğu Murat Kılıç ve Gülçin Kültür Şahin’in de oyunlarıyla yükselttiği bir durum bu. Ne var ki “Kumbara” daha beşinci dakikasında finalinin nasıl olacağını öngörebildiğiniz bir film.

Orhan’ın yaşadığı bu ekonomik yıkımın onu nereye götüreceğini hemen anlayacağınız bir olay örgüsüne sahip. Ve sizi hiç şaşırtmıyor. Finalde öngördüğünüz yere kadar huzur içerisinde ulaştırıyor seyirciyi. Bunu yaparken iyi kurulmuş sahnelere, oyuncuya alan açan bir yapıya, komik ve hüzünlü anlara da taşıyor seyirciyi. Ama hepsinde bir matematik, bir hesap var gibi geliyor. Şu sorulabilir “Ne var bunda? Sinema de zaten biraz hesap kitap” işi değil mi? Kuşkusuz öyle ama hesabı kitabı yaparken matematikteki gibi net ve kati bir sonuç çıkmıyor her zaman sinemada. Çeşitli olasılıklar, farklı ihtimaller de açılıyor yaratıcının önünde. Ferit Karol yanlış tercihler yapmıyor kanımca ama hep en güvenli olanları tercih ediyor sanki.

Ferit Karol, basit insanların ‘sıradan’ hayatının da anlatılmaya değer hikayeler barındırabileceğini görmesi ve bunu anlatmaya cesaret etmesi nedeniyle takdiri hak ediyor kuşkusuz. Ancak bunu yaparken güvenlikli alanda kalmakta, risk almamakta ısrar ettiği için ‘tutarlı’ ama ‘sıkıcı’ olmaktan kurtulamıyor yapım. Futbol takip edenler için şöyle tarif edebiliriz durumu: Aykut Kocaman’ın oynattığı futbol gibi düşünün. Kompakt, tutarlı, risksiz ama sıkıcı. Bu sizi arada bir başarıya ulaştırabilir belki fakat hem izleyicide heyecan uyandırmaz hem de uzun vadede kalıcı olmanızın önünde engel teşkil eder.