Pazarda bir gün: Karpuzu sende mi bölüşelim bende mi?

Ankara’daki Karapürçek semt pazarında bir gün pazarcılık yaptık. Esnafından müşterisine, çalışma koşullarından yaşam zorluklarına pazarın tüm gerçekliğine tanık olduk.

Yücel Erdem ile Serkan Alan
Google Haberlere Abone ol

ANKARA- Esnaf çocuklarına sorumluluk bilinci aileleri tarafından genelde çalıştırılarak aşılanmaya çalışılır. Bu bazen dükkânı beklemek bazense getir götür yapmakla açığa çıkar. Esnaf çocuğu olarak yaz tatillerim, karpuz tezgâhlarında bekleyerek, “elimdekinin değerini” öğrenmeye çalışarak geçti. “İhtiyaçtan değil sorumluluğu öğrensin” sözleriyle geçen babamın erken dönem çalıştırma teşviği, özellikle pazarda satıcılık yapanların ruh halini, sıkışmışlığını, bazen de sabırsızlığını kolay anlamama neden oldu.

Gazeteciler olarak, “Anlatılanın bizim hikayemiz olduğu” söylemini gündelik hayatta çok sık kendimize tekrarlasak da başkalarının çalışma koşullarına dair zaman zaman dinleyerek ve kısa süreli gözleyerek “konuk olmak” yeterli gelmiyor.  Bir derdin ya da sıkıntının okura en iyi aktarımı elbette yaşamaktan geçmiyor. Ama onlardan biri olmak, hikayelerin daha hakiki açığa çıkmasına, daha içten dile dökülmesine aracı oluyor.

Bazen uğranan, haber için konuşulan pazarcılar ve müşterilerini daha iyi anlamak, gözlerinden yaşadıklarını aktarmak için bir günlüğüne pazarcılık yapmak istedim. Ankara’nın en doğusunda yer alan, ekonomik olarak dar gelirli insanların yaşadığı Karapürçek Salı Pazarı’nda bir gün pazarcılık yaptım.

Serkan Alan

‘İNSANLARDA PARA YOK, OLMAYANIN DERDİNİ OLMAYAN ANLAR’

Altındağ’a bağlı olan Karapürçek, Ankara’nın sırtını Anadolu’ya yasladığı yerde, doğuda, çevre yolunun hemen kenarında bir yerleşim bölgesi. Çevresinde göçmenlerin de yaşadığı salı pazarının kurulduğu yer, yeni yapılaşmayla gecekonduların yerini birbirinden farklı apartmanlara bıraktığı bir alana kurulmuş. Yüzden fazla pazar esnafının olduğu yere sabahın erken saatlerinde vardım. Yanında çalışacağım, kendisi de yevmiyeyle pazarcılık yapan 55 yaşındaki Yücel Erdem, saat 09.30 gibi pazar yerine geleceğini söylemişti. Daha erken gittiğim pazarda beklerken tezgâhlarını açmış pazarcıların yüzlerinde önceki günün yorgunluğunu gördüm. Usul usul açılan tezgâhların arasından geçerken pazar yerinin simitçisi Mehmet amcayla konuştum. 67 yaşında, emekli olan Mehmet amca 2 liraya aldığı simitleri 4 liraya satmanın gayesinde. Gayesinde çünkü para vermeyen de, veremeyen de, tezgâha 2 lira atıp gidenin de olduğunu söylüyor. “İnsanlarda para yok, olmayanın derdini olmayan anlar” diye de ekliyor. 3 bin lira emekli maaşı alan, bu paranın geçimine yetmediği için simit sattığını söyleyen Mehmet amcanın mesaisi, pazarcı esnafının aksine 40 simidi satılınca bitiyor.

Simitçi Mehmet amca

Sohbetin ardından Mehmet amcanın pazar tezgâhları arasında ağır aksak adımlarını izlerken, yanında bir tam gün pazarcılık yapacağım Yücel ağabey pazar yerine geliyor. Sıcak bir gülümsemeyle beni karşılarken, “Senin burada ne işin var, ne yapacaksın şimdi sen?” demeyi de ihmal etmiyor. “Sizin gibi çalışacağım” yanıtını alan Yücel ağabey, “Gel öyleyse başlayalım” diyor ve o anda onunla birlikte çalışan biri oluveriyorum. Bu cümlesini pazarın kapandığı akşam saat 22.00’de hissettiğim yorgunlukla daha iyi anlıyorum. Evet, Yücel ağabey beni epey çok çalıştırıyor, onun ağır çalışma koşullarına eşlik ediyorum.

Altındağ Belediyesi Karapürçek Semt Pazarı girişi

‘KÜÇÜLEN ÇAY BARDAKLARI: TAYYİP’E SOR’

Karapürçek Salı Pazarı meyve ve sebze satışının ağırlıkta olduğu bir pazar yeri. Buranın diğer pazarlara göre “ucuz” olduğu, “Ucuz bir şey kalmadı da marketlere göre ucuz işte” denilerek anlatılıyor. Yaklaşık on metre uzunluğundaki tezgâhımıza geldiğimizde, “Ne satacağız” sorusuna, “Menüde bugün domates var” yanıtını alıyorum. Geceden indirilmiş iki yüzü aşkın kasa, tezgâhın üzerine serilmek için bekliyor. Yavaş yavaş inen ve “iyileri” öne dizilen kasalar açıldıkça Yücel ağabeyin yüzü düşüyor. Bir günlük domatesin nasıl bu kadar kolay bozulduğuna dönük sitemleri dilinden dökülürken 50’den fazla kasayı tezgâha diziyoruz. 50 kasanın içinden 2 kasa çürük ayrılıyor. “Bunlar ne olacak” sorusuna Yücel ağabey, “İhtiyaç sahibi birileri akşam gelir alır” diyor. Dediği gibi de oluyor. Pazar kapanırken çürük diye ayrılan domatesler birilerinin günlük erzakına dönüşüyor.

Yücel ağabeyin haftada altı kez açtığı, benimse ilk kez yaptığım ürünleri serme işi bitiyor. “Yoruldun sen” diyen Yücel ağabey çaycıya el ediyor. Çaycı yanımıza yaklaştıkça uzaktan büyük gözüken karton bardaklar küçülüyor. Pazarcılara çay, ufak cam bardağı doldurmayacak küçük karton bardaklarda sunuluyor. Çaycıya, “Bu karton bardakların neden küçüğünü kullanıyorsunuz” diyorum. “Tayyip’e sor” yanıtını veriyor. Çaycının gidişinin ardından pazarcılar durumu izah ediyor. Ekonomik koşulların ağırlaşmasıyla maliyetler artmış ve büyük karton bardaklar küçülmüş. Her çay başına para almayan, günde üç kez gelip esnaftan beşer, onar lira toplayan çaycının bardağı küçültmesinin nedeni açığa çıkıyor.

‘İNSANLAR BUNU BARİ YİYEBİLSİN’

Yücel ağabeyle kısa kaynaşma sohbetlerinin ardından domatesin kaça satılacağı sorusu ortaya atılıyor. Bir tur atıp geleceğini söyleyen Yücel ağabey pazar piyasasının nabzını yoklayıp geliyor. Sabahın erken saatindeki ilk müşteriler için domatesin kilosu 4 ile 5 lira arasında değişen tutarlarda belirleniyor. Karşı tezgâhtaki pazarcıyla fiyat konusunda ufak şakalaşmalar yaşanıyor. Yücel ağabeyin, “4 kilosu 10 lira yapacağız” sözüne karşılık diğer tezgâhtaki pazarcı, “Para vermiyor musunuz, çalıp mı pazara getiriyorsunuz” diyor ve gülüyor. Yücel ağabey, “İnsanlar bunu bari yiyebilsin” yanıtını veriyor.

Günün ilk saatlerinde 5 liraya satılan domatesi, uzunca bir süre 3 kilosu 10 liraya satmaya çalışıyoruz. Olmuyor, satılmıyor. Dizdiğimiz gibi duran domatesler gün içerisinde Yücel ağabeyin moralini epeyce bozuyor. Havanın kapanması ve yağmurun başlamasıyla Yücel ağabeyin yüzündeki mutsuzluk tüm pazar esnafına geçiyor. Kent genelinde birkaç gündür süren sel, insanları tedirgin ettiği için pazara gelmeyeceklerini düşünen esnaf kaygılı şekilde bekliyor. Bir iki saat süren bu geçiş sürecinde güneşin kendini göstermesiyle pazardaki insan sayısı artıyor. Yüzlerdeki mutsuzluk yerini müşterileri tezgâha çekmek için bağırışlara bırakıyor. Yücel ağabey bu sırada etiketleri yeniden düzenliyor. Akşam saatlerinde 5 kilosu 10 liraya düşecek domateslerimiz arada 4 kilosu 10 liradan alıcısını bekliyor.  

‘BİR DAHA DÜNYAYA GELSEM BU İŞİ YAPMAM’

Pazar genelinde çalışanların çoğunluğu gençlerden oluşuyor. Okullarını terk etmiş, babalarına yardım eden gençlerin neden pazarda çok olduğunu sorduğumuzda, “Başka iş mi var? Üniversite mezunu olunca da iş bulunamıyor, insanlar da çocuklarını okutmuyor” yanıtını alıyoruz. Pazarda tezgâh sahiplerinin yanı sıra Yücel ağabey gibi yevmiyeyle çalışanların sayısı da çok. Günlük 13-14 saat çalışanlar bunun karşılığında 250 lira alıyorlar. Sigara ya da yemek gibi masrafları da aldıkları ücretin dışında sattıklarıyla toplanan paradan karşılanıyor.

Pazarcı esnafının mustarip olduğu maliyetin başında yakıt geliyor. Sebze haline gidip gelirken, pazardan eve dönerken harcadıkları yakıt masraflarının yüksekliğinden dem vuruyorlar. Bir diğer maliyet kalemi yer parası, çadır parası olarak dile getiriliyor. Marketlerde 25 kuruşa satılan poşetleri bedavaya veren pazarcılar bu konuda da şikâyet ediyorlar. Bir kilosu 35 lira olan, bir günde ortalama 5 kilo kullanılan poşet masrafının da bellerini büktüğünü ifade ediyorlar.

‘40 YILDIR ÇALIŞIYORUM, SİGORTAM YOK’

Yağmur sırasında işlerin çok da yoğun olmadığı dakikalarda Yücel ağabey ile sohbet ediyoruz. 15 yaşından bu yana, 40 yılı aşkın süredir pazarcılık yapan Yücel ağabey emekli olamayacağından, sigortasının hiç olmadığından söz ediyor, “Sağlık el verdiğince çalışacağız. Bir daha dünyaya gelsem bu işi yapmam. Pazarın kenarından dahi geçmem” diyor. Geçmişte pazarcılıktan iyi para kazandıklarını, şimdi ekonominin olumsuz olduğunu ve iyi paralar kazanamadıklarını söyleyen Yücel ağabey, insanların suratlarını işaret ediyor, “Bak herkes mutsuz. İnsanlar zor durumda. Ben elli beş yaşındayım hiç böyle pahalılık görmedim” diyor.

En son ne zaman mutlu olduğunu hatırlamadığını, kendisinin değil kimsenin mutlu olmadığını ifade eden Yücel ağabeyle sohbetimizi bir kız çocuk bölüyor. Yücel ağabey, küçük yaşlardaki Suriyeli olduğunu sonradan öğrendiğimiz kız çocukla Arapça konuşmaya başlıyor. Göçmenlerin yoğun yaşadığı Önder Mahallesi gibi yerlerde de pazarcılık yaptığı için dillerini biraz öğrendiğini söyleyerek ekliyor, “Bir de bu insanlara da laf ediyorlar. Vallahi bizden daha iyiler. Çalışkanlar bir kere.”

Yücel Erdem göçmen bir kız çocukla Arapça konuşuyor.
‘TARTI YİYOR’

Pazarcı esnafının bize dair merakı, “Bacanak eleman yeni mi” diye dile dökülüyor. Kısa sürede yan tezgâhtaki pazarcılarla da kaynaşıyoruz. Ekonomik sıkıntılardan eskisi gibi işlerin iyi olmadığından komşu pazarcı da dem vuruyor. Eskiden insanların ikişer kilo meyve alabildiğini, artık yarımşar kilo satış yapabildiklerini, insanlarda nakit paranın olmadığını, bazı pazarcı arkadaşlarının tezgâhlarında kredi kartıyla satış yapmaya başladığını söylüyor, “İnsanlarda nakit para olmadığı için cırt cırt karta yükleniyorlar” diye de ekliyor.

Bu esnada “Tartı yiyor, zarar ediyoruz” cümlesi ağzından çıkıyor.  İlk ifade ettiğinde ne demek istediğini anlamıyorum. “’Tartı yiyor’ demek ne demek?” diye soruyorum. Her müşteri için ürün tartıldığında 50 gram, 100 gram fazla bir şekilde verildiğini söylüyor. Eskiden bir müşteriye 2 kilo satış yaparken “tartının 50 gram yediğini”, şimdi yarımşar kilodan 4 farklı müşteriye satış yaptıklarını ve tartının “200 gram yediğini” söyleyen pazarcı, bunun hesabını yapar hale geldiklerini ifade ediyor. Yarımşar kilo satış nedeniyle gün sonunda yeterli paranın toplanmadığını da ekliyor.

‘BOŞ PAZAR ARABASINI GEZDİRİYORUZ’

Pazar yeri yağmurlu havanın dağılmasıyla öğleden sonra hafiften yoğunlaşıyor. Pazarcı esnafıyla müşteriler arasında sık sık tartışmalar kulağımıza takılıyor. “Geçen hafta verdiklerin hep çürüktü” diyenlere “Olur mu abla yanlışın var” cümleleri yanıt olarak sunuluyor. İlk başlarda ılımlı yanıtlar yorgunluk arttıkça yerini “Abla bırak o zaman alma” sözlerine bırakıyor. Fiyat konusunda pazarlık edenlere, “Zararına mı çalışalım” sözleriyle karşılık verilirken, bazen de “Bereket versin” denilerek cüzdanlardaki son kuruşlar kabul ediliyor.

Müşterileri tezgâha çekmeye çalışan seslerin yükseldiği, pazarın canlandığı dakikalarda orta yaşlı bir kadın tezgâhımıza geliyor. 4 kilosu 10 lira olan domatesten bir kilo almak istediğini söylüyor. İstediği domatesi tartıp verirken, “Pazar nasıl, fiyatlar uygun mu” diye soruyoruz, marketlere göre fiyatların daha iyi olduğunu fakat çok da ucuz olmadığını söylüyor. Tezgâhın önüne yanaştırdığı iki tekerlekli pazar arabasını işaret ediyor, “Boş pazar arabasını gezdiriyoruz. Eskiden bunu doldurmadan buradan çıkmazdık. Şimdi hepsinden yarımşar kilo yarımşar kilo alabiliyoruz. Ama yine şükür, bunu bulamayanlar da var” diyor.

Pazardaki sohbetler kısa kısa cümlelere sıkışıyor. Fakat işitilen bir sözün ağırlığı insanın içinde yankılanıyor. Onlardan birini de yaşlı bir kadın ediyor.  “Çürüklerinden koyma, iyilerinden koy” diye söze giren teyzeye, “Pazar nasıldı, uyguna alabildiniz mi istediklerinizi?” diye soruyoruz. “Hayat ucuz mu evlatçığım” diye söze başlayan teyze, “İnan paranın hükmü kalmamış. Pazar da olmasa aç kalacağız diye korkuyorum. Bak bir sürü yeşillik aldım. Eti göremediğimiz için otobur olduk. Yediğimizden de kesersek başka nerden keseceğiz bilmiyorum” diye sözlerini sürdürüyor.

KOMŞUDAN BORÇ ALARAK PAZARA GELEN KADIN: ÇOCUKLARI AÇKEN OYALAYAMAM

Tezgâhların arasında birbirleriyle karşılaşanların konuşmalarına kulak kabartıyoruz. Ucuz reyonu tarif edenler, iyi ürünün nerede olduğunu söyleyenler bazen de koyu sohbete girişiyor. Düğüne çağırmaları, “oturmaya gel” davetlerini işitiyoruz. O esnada bir kadın başka bir kadına, komşusundan borç alarak pazara çıktığını söylüyor. Dikkatimizi bu konuşmaya çevirdiğimizde şu cümleleri duyuyoruz, “Çocukları açken oyalayamam, iki parça bir şey alıp da pişireceğim.” Bu cümle sarsıyor. Açlıkla karşı karşıya olanların, yokluğun yakıcı etkisi bir cümleye sıkışıyor.

Akşamüstü olduğunda çalıştığımız tezgâhın asıl sahibi geliyor. İki liraya aldığını söylediği domateslerin çok olduğunu ve satılmadığını görünce etiketleri söküp, kilosu iki liraya düşürüyor ve bağırmaya başlıyor, “Beş kilosu 10 lira, herkes yesin diye, gel abla gel…” Bu dakikadan sonra tezgâhın önü boş kalmıyor. Arka arkaya yapılan satışlar nedeniyle, hiç bitmeyecek gibi gelen domatesler kilo kilo gidiyor. Satışlar çoğaldıkça Yücel ağabeyin de yorgunluğu katlanıyor. Sabahtan beri hiç oturmadığını hatırlatmamız üzerine, “Ben alıştım sen dinlenmek istersen dinlen” diyor. Tezgâhın önündeki kalabalık eksik kalmadığı için dinlenmeyi eve saklıyoruz.

Tezgâh ilerleyen dakikalarda boşalıyor...

Bu esnada yemeği geciktirdiğimizi de Yücel ağabey söylüyor. “Döner yiyelim mi” diye soruyor.  “Olur” dememin ardından “Et mi tavuk mu” diye bir soru ağzımdan çıkıveriyor. Yücel ağabey gülümsüyor, “Et döneri dürbünle göremiyoruz, tavuk tavuk. O da sen geldin diye” diyor. Gün içerisinde pazardaki ürünlerle yemek işini halletmeye çalıştıklarını söylüyor. Yücel ağabeyin sık sık yan tezgâhtan birer ikişer getirdiği kiraz ve kayısılar açlığımızı uzun süre bastırsa da yeterli gelmiyor. Tavuk döneri domates kasalarının arasında komşu tezgâhtakilerle birlikte yiyoruz.

Tavuk döner menümüz.
‘GERİ TOPLAMAKTANSA UCUZA VERDİK’

Pazarın toplanmasına yakın diğer tezgâhları gezmeye başlıyoruz. Birçok ürün satılmış gözüküyor. Fiyatları ucuzlatmasalar satamayacaklarını söyleyen pazarcılar, “Geri toplamaktansa millet yesin diye ucuza verdik” diyor.

Güneşin batışı ve tezgâhların toplanmaya başlandığı dakikalarda pazardaki kalabalık da azalıyor. Bu esnada birçok tezgâhın yanında küçük çocuklar ve kadınlar beliriyor. Kalan çürümüş, bozulmuş, satılmadığı için dökülmüş meyve ve sebzeleri topluyorlar. Bizim satış yaptığımız tezgâha gelen bir kadın da “Kalan domates var mı” diye soruyor. Sabah ayrılan bozuk domatesleri bir poşete koyuyoruz. “Salça yaparım belki ama içlerinde yenecekler de varmış Allah razı olsun” diyerek gidiyor.

Saatler 22.00’ye yaklaştığında pazar iyice sakinleşiyor. Pazarcılar arabalarına yüklerini yerleştiriyor.  Güne başlarken bendeki dinçlik yerini ağrılara bırakıyor. Uzun süre ayakta durmanın neden olduğu ağrıların etkisiyle hafif de bir halsizlik geliyor. Kasaların dizilip tezgâhın toparlanmasının ardından teşekkür edip mesaiyi bitirmek için Yücel ağabeyin yanına gidiyorum. “Eline sağlık umarım yararlı olmuştur” diyor ve ekliyor, “Biz başka bir şey yapacak mıyız?” O anda çalıştığımın karşılığını ücret olarak vermeyi kastettiğini anlıyorum. Teşekkür ederek ve kabul etmesem de bu teklife mutlu olarak pazar yerinin yanındaki otobüs durağına doğru yürüyorum.

Akşam pazarı...
‘KARPUZU SENDE Mİ BÖLELİM BENDE Mİ?’

Bazı yürüyüşler kısa olsa da zihninizdeki düşünceler yolunuzu uzatır. İki yüz metrelik bu yürüyüş de onlardan biri oluyor. Cümleler teker teker zihnimde akıyor. Pazar geride kalıyor ama hikayeler geride kalmıyor. Durakta iki yaşlı teyzeyle şehir merkezi istikametine giden otobüsü bekliyoruz. Telefona baktığım sırada “Kaç dakikası kalmış?” diye biri sohbete giriyor. Yanıt veriyorum, “Sen burada ne yapıyorsun oğlanım” diyor. “Pazarcılık yaptım, ben gazeteciyim” diye ağzımdan çıkıveriyor. Tüm gün gazeteci kimliğimi saklarken birden açığa vurmanın mahcubiyetini hissederken teyze söze giriyor, “Yaz kuzum yaz yaz. O başbakanlar, milletvekilleri gelse de iki tur atsa şu pazarda. Eee bak 250 gram fasulye aldım. Alınır mı? Halimiz nereye varacak” diyor. Hayatın pahalılığına, kiraların ve faturaların yüksekliğine dönük iki teyzeyle yapılan sohbetimizi otobüsün gelişi bölüyor.

Poşetleri kavrayan teyzelerden biri, belinin sakat olduğunu karpuzu otobüse taşıyıp taşıyamayacağımı soruyor. “Tabii” diyerek kavradığım poşetle üçümüz otobüse biniyoruz. Yerlerimize oturduğumuzda teyzelerden biri diğerine, “Karpuzu sende mi bölüşelim bende mi?” diye soruyor. Bu sende/bende beni ürpertiyor. “Karpuzu bölüşecek misiniz?” diye sorduğumda yakındaki yanıt veriyor, “Eee tam karpuz alamadık, ikimiz ortak alıverdik. Pahalı evladım ne yaparsın. Kenarı azcık bozulmuş, ucuza aldık hem…”

Bu cümlenin üzerine yanıt veremiyorum. On, on beş durak süren yolculuğumuz Karapürçek’in merkezi bir yerinde son buluyor. Otobüsten bölüşülecek karpuzu indiriyorum. Teşekkürlerini ve “Allah razı olsun” sözlerini işiterek otobüse geri biniyorum. Karpuzun bölüşülecek olması beni etkiliyor.  “Anlatılanın tam da bizim hikayemiz olduğu” bir cümleyle üzerime siniyor. Yorgunluk ve biraz buruklukla gün bitiyor. Otobüsteki teyzenin sözü zihnimde geziniyor: "Tam karpuz alamadık, ikimiz ortak alıverdik…"