Özcan Yılmaz: Her zaman, her yaşta keşfedilecek yazarlar olacak

Özcan Yılmaz'ın kaleminden 'Akıp Giden Günlerimiz', Notos Yayınları tarafından yayımlandı. "Kurmaca dışında tarafsız olmak mümkün değildir diye düşünüyorum" diyen Yılmaz ile 'Akıp Giden Günlerimiz'i konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Demet Aksu

Özcan Yılmaz’ın ilk öykü kitabı 'Akıp Giden Günlerimiz', Notos Yayınları etiketiyle okuyucusuyla buluştu. 'Akıp Giden Günlerimiz', hayatla arasına mesafe koymuş, belki hayattan bıkmış, sıradan, günlük yaşantımızın içinden, geçmişimizden ve belki geleceğimizden tanıyabileceğimiz karakterleri ve yazarının mesafeli, soğuk ve nerede olması gerektiğini bilen bir dille aktardığı sekiz öyküden oluşuyor. Öyküler kitap boyunca zaman ve anlatıcı açısından da ayrı bir tat bırakarak ilerliyor. Özcan Yılmaz ile öyküyü ve öykülerini konuştuk.

"Adamın Köpeği", kitapta okuyucuyu karşılayan ilk öykü. Bu bir tesadüf gibi durmuyor. Okuyucuyu anlatım biçiminiz, olay örgünüz ve karakter yaratımınızla oldukça başarılı bir öykü ile tanıştırıyorsunuz. Bu öykünüzü konuşmak isterim.

Editörümle birlikte karar verdik ilk öykü olmasına. Atmosferiyle diğer öykülerden biraz farklı. Çünkü bu öyküde mekân birincil öğe. Yaşadığımız, nefes aldığımız yerin hikâyemizdeki önemini ortaya koymak istedim. Her gün adımladığımız sokaklardan, soluduğumuz havadan, karşımıza çıkan canlı, cansız varlıklardan ayrı bir hayatımız yok aslında. Ne yaşıyorsak hep birlikte tecrübe ediyoruz. Belki bu nedenle, içine doğduğumuz, sonu görünmez şiddetten kaçmamız mümkün değil. Ana karadan ayrı bir adada olsak bile gelip buluyor bizi ve ne olduğunu anlamadan, o uzak durmaya çalıştığımız şiddetin, hatta bazen vahşetin, dibine kadar kendimizi batmış buluyoruz.

Bildik bir biçimi tercih ettim, olay örgüsü de yavaşça ele geçirsin okuru istedim. Hikâyenin kendisi güçlüyse onu en saf haliyle aktarmayı tercih ediyorum. Bu öyküde doğrudan anlatılan iki ana karakter var ve onların çatışması üzerinden gerilim işliyor. Ancak bir de anlatılmayan, başkalarının anlatılarında var olabilen, belki de esas kahraman var, sonda ortaya çıkıyor. Bana kalırsa aralarında anlatılmaya en çok değen o.

Özcan Yılmaz

'ANLATICI HEP ANLATILAN ZAMANIN İÇİNDE KALSIN İSTİYORUM'

Tabii tüm bunları yaparken “öyküde zaman” konusunda oldukça emek verdiğiniz gözden kaçmıyor.

Bana kalırsa zaman, öykünün en önemli boyutudur. Diyebilirim ki, zamana karar vermeden bir öyküye başlayamam. Öykülerde birden fazla zaman kullanmayı seviyorum, "Adamın Köpeği"nde doğrudan akan bir zaman var görünürde, öyle de olmalı, sonunda ne çıkacağını merak ettiğimiz bir takip hikâyesi çünkü bu, ama yine de anlatılmayan zamana dair işaretler mevcut. Bu kitapta sanırım çokça böyle örnek var. İstiyorum ki, anlatıcı neredeyse hep anlatılan zamanın içinde kalsın. Ancak bazen dışarı çıkması gerekiyor, olan biteni camdan izler gibi görebilmek için. Neyi hangi zamanda anlatmak istediğimizden emin değilsek öyküde bu tereddüttün izleri hemen kendini belli ediyor.

'KURMACA DIŞINDA TARAFSIZ OLMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR'

"Çok Güzel Olmayan Öyküler"de, “Yazdıkları kişisel ama kendisinden pek bahsetmiyor. Bende anlatacak hali yok elbet, başına gelenleri bir başkasının başına gelmiş gibi yazıyor. Kullandığı anlatıcı genellikle ben dilini tercih ediyor ama bunu öyle bir yapıyor ki, ortada ben namına bir şey yok” diyerek öykünün içine sızdırdığınız bir anlatıcı hikâyesi var. Ardından "Yatak Odamızdaki Yuva" öyküsünde, Enver-Nesrin ve tanrı anlatıcıyla karşımıza çıkıyorsunuz. Öyküde anlatıcı kullanımı, anlatı zamanıyla anlatılma zamanı ve anlatılmayanları okuyucuya hissettirme başarınıza değinmek isterim.

Hepimiz öyle ya da böyle anlatıcıyız. Neyi anlatmak istediğimize göre anlatıcı tipini seçiyoruz. Kendimizle dalga geçerek başkalarını güldürmek istiyorsak ya da kendimize acıyarak başkasının ilgisini çekmek isterken ya da yaşadığımız çevreyi, dünyayı eleştirirken kendimizi yüceltmeye çalışırken hep farklı anlatıcılar kullanıyoruz. Kurmaca dışında tarafsız olmak mümkün değildir diye düşünüyorum. Onda bile, tarafsızlığa en yakın olduğumuz o pozisyonda bile, önyargılarımız, öğrendiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımızın dışına çıkmak epey güçtür. Bu durumda her hikâye kendi anlatıcısını yaratır. Ona inanmaktan, onun gösterdiklerine bakmaktan başka çaremiz yoktur. Elbette aklımızın bir köşesinde her zaman gerçekleri kendisine göre çarpıtıyor olma ihtimali yatar. Öyleyse ben anlatıcı ya da tanrı anlatıcı fark etmez, her zaman biliriz ki, okuduğumuz bir başkasının başına gelmiştir. İsterim ki, -elbette böyle olmak zorunda değil, kaldı ki ben de sıklıkla böyle yapmıyorum- anlatıcı hiç olmasın, her şeyi karakterler ya da hikâyenin kendisi anlatsın. Belki bir gün anlatıcıyı tamamen yok ettiğim bir öykü yazarım. Bunun ne kadar güç olduğunu bilerek.

Anlatıcı kullanıldığında ister istemez onun da kendine ait bir zamanı oluyor ve bu bazen anlatının zamanıyla kesişiyor, bazen uzaklaşıyor. Benim tercihim mümkün olduğunca anlatının yanı başından her şeyi anlatmak. Her uzaklaştığımda doldurmak zorunda hissettiğim bir mesafe oluşuyor. Elimden geldiğince bu mesafeleri ben değil de okur doldursun diye uğraşıyorum. Benden, hatta tanıdığım herkesten daha zeki bir okur için yazıyorum. Benim akıl edemediğim bağlantıları yakalayıp bana bir gün sunacağını hayal ediyorum. Bence düşünülenden daha kıvrak zekaya sahip bir okur kitlesi var. Hak ettiği ilgi verilirse anlaşılmayacak metin yoktur. Tamamen anlaşılmış, bütün sırlarını açık etmiş metin de yoktur, onu çoğaltan okurdur zaten, yazarın ne yazdığını ve ne yazmadığını bilmesi yeter, gerisi okurun çözümü.

'BUGÜN ÇOK FAZLA SIFATIMIZ VAR YA DA ROLÜMÜZ…'

"Nedim Şair Olmak İstiyor" öykünüzde, Nedim ve Serap’ın hikâyesini konu alıyorsunuz. Serap’ın olmak istediği gibi öğretmen ve anne oluşuna, Nedim’in ise istediklerini bir türlü olamayışına şahitlik ediyoruz. Nedim neden bunu seçti?

Bu bir seçim miydi, emin değilim. Serap, öğretmen olmak istediğinde ne yapması gerektiğini tam olarak biliyordu; ya Nedim, şair olmak isteyen biri ne yapmalı? Şair olmak istemeyi o mu seçti? İçinde doğan ilk itki hangisiydi, şiir yazmak mı, şair olmak mı? Bir öykü, roman, şiir okuyup ondan etkilendiğimizde aynısını neden yapmak istiyoruz? Ona eş bir eser mi ortaya çıkarmak istiyoruz ya da kitabın kapağında ismi yazan kişinin rolünü mü? Böyle sorular çoğaltılabilir, herkesin kendine göre bir yanıtı olabilir. Benimki de böyle bir öykü oldu sanırım. Bugün çok fazla sıfatımız var ya da rolümüz, bazıları cinsiyetle ilgili, bazıları sahip olduklarımızdan yola çıkarak adlandırılıyor. Bazıları da bize yakıştırılıyor. Anne ya da baba olduğumuzu bile çocuğun bize öyle demesiyle idrak etmiyor muyuz? Demek ki bir şey olmak için yola çıktığımızda bir başkasının, ötekinin yargısına kendimizi bağlamış oluyoruz aynı zamanda.

Nedim, öykünün başında şair olmak istiyor ve bunun için şiir yazmaya çalışıyor. Bunun dışında kalan her şey onun için bahane, kabahat, tamir edilmesi gereken bir arıza. Sürekli yaptığı, yapmadığı seçimleri sorguluyor. Ne zamanki bunun pekâlâ bir seçim olmak zorunda olmadığını keşfediyor, sanırım o zaman şiir yazmaya başlıyor. Elbette bu benim, bir tek benim, öyküden çıkarımım.

Kitaptaki öykülerin geneline baktığımızda, çok güçlü, renkli karakterle karşılaşmıyoruz. Çoğunun hayattan bıkkın kişiler olduğu aşikâr. Sıradan, günlük yaşantımızın içinden, geçmişimizden ve belki de geleceğimizden tanıdığımız insanlar hepsi. Tam da kitabın ismine uygun konuların karakterleri. Karakter yaratma konusunda neler söylemek istersiniz?

Evet, bıkkınlık var baş karakterlerin neredeyse hepsinde. Coşkularını kaybetmişler. Derya, Rene, Komutan, belki Serap, biraz Serdar Bey, biraz Bahar ya da Yalçın gibi coşkularını, neşelerini, hayata dair iyimserliklerini koruyanlara karşı bazen küçümseyici bazen kıskançlıkla bakıyorlar. Biraz öykülerin yazıldığı dönemin bendeki izlenimiyle ilgili sanırım. Onca olan bitene rağmen bir kısmımız hayata kaldığı yerden devam etme peşinde, yapabildiği bu. Yeterince üzüldüklerine, gözyaşı döktüklerine ikna olmuşlar. Kolayca ya da zorlanarak da olsa içeriye gömülmüş şeyleri var. Bunların üzerine gerçekten çivi çakılmış, rol yapmıyorlar aslında. Dışarı çıkan, dışarıda vakit geçirmeye gücü yeten insanların çoğu eğlenmek istiyor. Belki içeride eğlenemiyor ya da yetmiyor sadece orası. Bana kalırsa dışarısı ve içerisi bir artık. Sokaklar sessizlik ve yalnızlık isteyenlere de ait olmalı. Ama öykülerde kimseyi yargılayamam. Onların heyecanlarını, boş vermişliklerini, hiçbir şey olmamış gibi devam etme kararlılıklarını elimden gelince yansıtmaya çalıştım. Sanırım böyle yapınca baş kişiler bir karaktere dönüştüler. Ve dolayısıyla ötekiler de. Karakter yalnızca kendisiyle değil, kanımca, en çok da çevresiyle var olur. Onunla kurduğu sözlü iletişim ya da gözle görünür davranışlarıyla.

Son öykümdeki karakterin ismi yok. Fiziksel görünümüyle ilgili de çok az bilgi var. Ama sanırım, yani öyle umuyorum en azından, okurun gözünde canlanmıştır. Bugün görsel dünyamız çok kapsamlı. Belki eskiden yazılı metinlerin öylesi ayrıntılara yer vermesi beklenirdi ama bugünün dünyasında hepimizin gözünün önüne kolaylıkla getirebileceği o kadar çok örnek var ki.

Akıp Giden Günlerimiz, Özcan Yılmaz, 193 syf., Notos Yayınları, 2020.

"Otobüslerin Vardığı Yer", Melek Hanım ve Serday Bey’in söyledikleri kadar söyleyemediklerini de hissettiren bir öykü. “Ben kurallara uymaktan başka bir şey yapmadım Melek. Çocuklarımın da uymasını bekledim” diyor Serdar Bey. “Bir kereliğine beni ya da çocuklarını ya da seni umursamayan başkalarını düşünmeyi bırak, içinden geleni yap” diye yanıt veriyor Melek Hanım. Bu yüzleşmeyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Birliktelikler uzadıkça çiftlerin birbirine söyledikleri gerçeklerden uzaklaşır. Hiç yalan söylemek gibi bir niyetleri olmasa da. Ama yine de önemlidir söyledikleri çünkü söylenmeyenleri barındırır ve ancak onlar aracılığıyla bazı şeylerin üzerine az da olsa ışık düşer. Biriyle önemli bir konuşma yaptığımız zamanları hatırlayalım, sonrasında üzerinde düşündüğümüzde keşke şunları da söyleseydim dediğimiz olmaz mı? Melek Hanım ve Serdar Bey aralarındaki en önemli meseleyi belki de gerçek manada hiç konuşmamışlar. Biri ötekine üstünlük sağlamaya çalışmış, onu susturana dek konuşmuş durmuş. Kimse kimseyi dinlemiyor aslında. Çünkü dinlemek hiç de kolay değil, en azından konuşmaktan çok daha zor. Bunun için karşıdakinin ne anlattığıyla ve kim olduğuyla ilgili asgari bilgiye ihtiyaç var. Ve ne yazık ki birlikte geçirilen zaman ne kadar uzun olursa olsun, her zaman, hatta çoğunlukla da diyebilirim, bu konuda işe yaramıyor. İnat ve anlayışsızlık benim daha çok rastladığım huylar. Buradan sahici bir yüzleşme çıkması zor. Ama işte bazen felaketler ya da başa gelmesinden en çok korkulan şeyler böylesi yüzleşmeleri zorunlu kılabiliyor.

'KULLANDIĞIM HERHANGİ BİR ARACIN NEREDE OLMASI GEREKTİĞİNİ BİLMEK İSTERİM'

Öykülerinizde değişmeyen, okuyucuya mesafeli, soğuk ve nerede olması gerektiğini bilen bir dil var. Öyküler bütünlüğünde yakalanması zor ama yakalandığında da gerçek öyküyü ve öykücüyü ayırt etmeye yarayan en önemli unsurlardan biri dil olsa gerek. Öykülerinizdeki bu dil ile ilgili konuşmak isterim.

Bu kitapta dilin tam da dediğin gibi olmasını istedim. Öykünün niteliğini belirleyen kullanılan araçlara hakimiyettir bence. Dil de benim için önemli bir araçtır. Kurgu, karakter, atmosfer gibi. Ama şimdiye kadar en çok önemsediğim hep hikâye oldu ve sanırım bu ileride de pek değişmeyecek. Öykülerin konusu, dönemin atmosferi, karakterlerin doğası, bunlardan ötürü böylesi bir dil kullanmak istedim. Kullandığım herhangi bir aracın, sanırım en çok da dilin, nerede olması gerektiğini bilmek isterim. Kontrolü elinde bu kadar sıkı tutmak istemeyenlere saygı duyuyorum, öylelerini de zevkle okuduğum oluyor ama kendimi tanıdığım kadarıyla böylesi bana göre değil.

Ayrıca günümüzde daha fazla mesafeli, soğuk dil kullanımına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Korkutucu bir ayrışmaya zorlanıyoruz, neredeyse arkamızdan itiliyor ve buna dair yazmak istediğimde elimdeki en kullanışlı araç soğukkanlı dil. Çoğunlukla duygusuzlukla karıştırılabiliyor, bu da normal çünkü dışarıya gösterdiğimiz aşırılıkları duygusallık olarak adlandırmaya yatkınız. Oysa bir adamın çocuklarını sevmemesi ya da sevememesi (onlardan nefret etmesi değil), onlara dair hiçbir şey hissetmemesi de pekâlâ anlatılması gereken duygusal bir durumdur ve bunu yapış yapış bir dille yapamazsınız. Öylesi bir dille tek anlatılabilecek olan yapış yapışlıktır.

Kitaptaki bazı öykülerin bazı yerlerinde karakterlere çok yaklaştığım yerler de, 'biraz daha mesafe olabilirdi' dediğim yerler de var. Yoğunlaşmak istediğimde ilk aklıma gelen yakınlaşmak, merceğin ölçüsünü artırmak geliyor, belki bunun üzerinde daha fazla düşünmeliyim.

'Beni Burada Bekle’de diğer öykülerinize de yabancı olmayan aile kavramından uzaklaşma var. Aile kavramı, baba olamama halleri, baba-çocuk mesafesiyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Niçin içinde olduğunu bilmediğimiz, buna ikna olmadığımız her yerde tutsak sayılırız. Bir yerin içine girmeden önce niçin orada bulunmamız gerektiği üzerine pek düşünmüyoruz sanırım. Aile de böyle kurumlardan. Kendimizi aile içinde buluruz, neredeyse bir anda. Aynısı babalık için de geçerlidir, üstüne babalık aile kurumunun resmi ve gayri resmi başı sayılıyor. Bu sözde ayrıcalığı, başkalarının üzerinde iktidar kurma fırsatını reddetmek, hele bu rolü üzerine geçirmek epey mümkün görünüyor ve düpedüz teşvik ediliyorken, kolay değildir. Öyküdeki baş kişinin çelişkisi de bu sanırım; baba olmak, hükmetmek hoşuna gidiyor ama tek kişilik bir gelecek hayali var. Öykü aslında sevmekle ilgiliydi en başta, sevdiğin birini yitirmekle, yazdıkça ipleri ne kadar elimizde tutabildiğimizle ilgili bir şeye dönüştü. 

Hepimiz, öyle ya da böyle bir ailenin içine doğuyoruz. Onun içinde büyüyoruz, yanlışlar yapıyoruz, onu kabul etmiyoruz ya da hep onun gibisini arıyoruz. Hakkında ne düşünürsek düşünelim aileyi, üzerimizdeki etkisini, bizi dönüştürdüğü şeyi yadsıyamayız. Ailemizi seçemeyiz, doğru ancak istediğimiz aileyi kendi başımıza kurmak da mümkün. Aynısı babalık için de geçerli. Başka birine sahip olduğunda değil, kimseye sahip olamayacağını öğrendiğinde baba oluyorsun.

"Adam genç değil artık" bu öykünün giriş cümlesi ve diğer birkaç öyküde de yaş, yaş almak, yaşlılık üzerine göndermeler var.

Yaş, tamamen sayılarla ilgili bir konu. Her şeyi numaralandırmaya bayılıyoruz, sonra da bu sayılar üzerinden değerlerine karar veriyoruz. Altmış beş yaşın kırktan daha yaşlı olduğunu kim bilebilir ki? Zamanı dilimlere ayırıyoruz ve sanki her biri diğerine eşmiş gibi ölçümler yapıyoruz. Pratikte faydası var elbet böyle bir yöntemin ama insan denen karmaşayı böylesine basit bir yöntemle anlayamayız ki. Bedenimiz yıllar geçtikçe bize bir şeyler söylemeye, işaret etmeye çalışabilir, kulak vermek gerek. Ancak bana sorarsanız zihnimizin ilerleyişi zamandan bağımsız, bambaşka bir hikâye. Gençken daha cesur davranılabileceği varsayılır, aptallığı cesaretten ayırmayacaksak bir itirazım yok buna. Oysa insan ancak deneyimle, kendisinin tecrübe ettiği ya da bir başkasınınkini okuyarak, dinleyerek, izleyerek, cesaret gösterebilir ya da gerçekten arzu duyabilir ya da hayal kurabilir ya da bir şeyler yaratabilir. Ve evet âşık olabilir. Bütün bunların da yaşla bir alakası yok.

'KİMSE ÖLÜMÜ HAK ETMEZ, HERKES ONA LAYIKTIR ZATEN'

Bahar’ın "Saklı Hayatı"nda, Bahar'ı yani ablasını, teyze kızını silip Safinaz’ını özleyen bir karakterle karşı karşıyayız. “Ablam Safinaz olmaya devam etseydi, o incecik kolları ve bacakları ve bedeniyle hiçbir şey olmamış gibi iki aracın arasından sıyrılıp geçer, sonsuza dek canlı kalırdı” diyerek bitiriyorsunuz öyküyü. Safinaz sonsuza dek ölümü hak etti mi?

Kimse ölümü hak etmez, herkes ona layıktır zaten. Kurgu karakterlerin biz ölümlülerden farkı, küçük bir şansları da olsa, sonsuza dek, en azından okumayı becerebilen son kişi hayatını kaybedene dek yaşayacak olmaları. Safinaz yaşıyor, benimkini bilmem ama Temel Reis’in sevgilisi daha uzun süre yaşayacak gibi görünüyor. Bahar ise biraz daha yaşayabilirdi. Bunun ona ne faydası olurdu bilmem, muhtemelen hayatının bir yerinde yaşamaktan vazgeçmiş, kendini akışa bırakmıştı zaten. Sonu öyle dehşetli olmasa belki bu öykünün karakteri olmayacak, aramızda dolaşmaya devam edecekti.

İhsan, öyküde ismi bir kere anılan -o da neredeyse çalakalem- başkişi, Safinaz’ı yaratırken Bahar’ın öleceğini biliyordu. Bahar’ı öldürmeden yaratamazdı onu. Ve ancak aklından teyze kızını ya da ablasını çıkarırsa, onu bir daha hiç anımsamamayı başarırsa bunu yapabilirdi. Bir karakter yarattığımızda, bir öykü, herhangi yaratıcı bir eser, ona esin kaynağı olmuş bir şeyler illa ki vardır. Yazmaya, yaratmaya başlar başlamaz unutulur ama o. Hiç yokmuş gibi davranırız. Karşıma çıkıp biri dese ki, 'ama bu benim, şu sensin', gülüp geçerim. İhsan’ın karşısına ise Bahar’ın, ilham kaynağının ölüm haberi çıkıyor. Onun istediği, belki benim de, dünyanın farklı bir yer olması, ince kolları ve bacaklarıyla Bahar’ın körüklü otobüslerin arasından sıyrılıp kurtulabileceği bir yer. Gerçek hayatın kurmacayı önünde sonunda paramparça etmediği bir yer.

Kitabın son öyküsü "İşe Yaramanın Onca Hali", beş bölümden oluşan ve bölümlerde de kendi içinde başlıklara ayrılan hiçlik, sürüklenme, rutin hayat, iş ve işsizlik, döngü, isteksizlik, yalnızlık yani kısaca insanlık hallerini birçok örneğini bir kişi üzerinden verdiğiniz, biçem olarak farklı bir öykü.

Bir yolculuk hikâyesi o. Bildik kariyer hikâyelerinden biraz farklı elbet. Bugün önemli bir kesim için ihtiyaç duyduğu bir bedel karşılığı iş hayatına, kariyerine takas ettiği ciddi bir zaman dilimi söz konusu. Şanslı görünen kimseler bu insanlar. Bir bakıma öyleler, nereden baktığınıza bağlı. Öte yandan başarının göstergesi olarak sunulan mevkilerin sayısı sınırlı. Bu da dışarıda kalanlar için kaçınılmaz bir başarısızlık yanılsaması yaratıyor. Sayılamayacak kadar kalabalık ve zaman ilerledikçe çığ gibi büyüyen, sözde başarısızlar ordusu. Düzenin ürettiği her anlama karşılık, ki bu da oldukça tartışmalı bir anlamdır, onlarca, bazen yüzlerce hiçlik ürüyor. Ne işe yaradığını bilmeyen kalabalıklar sokakları, marketleri, alışveriş merkezlerini, tatil beldelerini dolduruyor. Bunca hiçliğin yerine geçmek için hazırda bekleyenler de cabası.

Benim için yazmak ve okumak hiçliğin yerini aldı. Böyle çok kişi olduğunu biliyorum. Bu da başka türlü bir kaçış, belki görmezden gelme olabilir. Kabul ediyorum. Anlamsız döngü böyle yapınca daha anlamlı hale gelmiyor. Aslında bir şekilde bir yerlere kayıt düşüyoruz hepimiz. Aksi takdirde tamamen yok olup gitmekten korkuyoruz belki.

Biçem olarak, parçalı olsun istedim bu öykü. Uzun oldu, daha uzun da olabilirdi. Dediğiniz gibi çok fazla mesele var içinde, saydıklarınıza ek olarak; birine ya da bir yere ait olmak, sürekli bir kıyas içinde yaşama ağrısı, takdir görme, beğenilme arzusu, eşyanın değeri, dostluk: başlangıç ve yitimi, kazanç üzerinden derecelendirmeye kapılıp gitme, çevredeki herkesin davranışlarını sahip oldukları kıymetli kağıtlara göre değerlendirme; saydıkça sayabilirim, liste uzar gider. Yaşadıklarımıza biraz dışarıdan bakabildiğimizde, gördüğümüz çoğunlukla acı bir mizah oluyor. Bu yüzden bu parçaların biraz da komik olmasını istedim. İroni falan değil basbayağı komedi. Özellikle patronlu bölümlerde buna yaklaştığımı umuyorum. Yazarken en çok eğlendiğim parçalar onlar oldu. Muhtemelen buna benzer şeyler yaşayanlar da onları yaşarken değil ama sonradan düşündüklerinde ya da birine anlattıklarında çok eğleniyorlardır.

Paramparça ve her bir parçanın ayrı bir ismi olmasının da bir nedeni var elbet. Sıkıcı ve rutin görünen bir hayatı dümdüz, bütün bir parça olarak anlatmak istemedim. Her gün aynı sıkıcı işi yapan insanın hayatını da öyle sanmak, öyleymiş gibi anlatmak bana oldukça kibirli bir davranış gibi geldi. Bana kalırsa hepimizin hayatı ne kadar sıkıcıysa o kadar da eğlenceli; bazen daha fazla acı veriyor ve acı dayanılmaz hale gelince değiştiriyoruz, yeni bir sıkıcı, eğlenceli hayata kaptırıyoruz kendimizi.

'HER ZAMAN, HER YAŞTA KEŞFEDİLECEK BİRİLERİ OLACAK'

Son olarak, bilinçli bir ustalıkla ördüğünüz öykü yolculuğunda size eşlik eden öyküler ve öykücüler?

Öyküye karşı kabul etmem gerekir ki biraz zaafım var. Okuyabileceğimden fazlasına ilgi duyuyorum ve onları elimin altına aldığımda, onlara sahipmişim gibi, onlarla ne istesem yapabilirmişim gibi düşünmek hoşuma gidiyor. Kontrolümün dışında olmasından rahatsız olmadığım yegâne alışkanlığım öykü okumak ya da okumaya çalışmak. Hatırlayabildiğim ilk avım: Sigara içen, bıyıklı avuç içi kapağıyla Esendal, 'Otlakçı'. Sonrasında: Bacakların arasında çakan şimşek kapaklı Orhan Kemal, 'Yağmur Yüklü Bulutlar'. Sait Faik’i okuldan biliyordum, çok da severdim ancak nedense bedelini ödeyip kitabını satın almak için yılların geçmesi gerekti. İyi ki de öyle oldu çünkü 'Lüzumsuz Adam' tam da olması gereken zamanda karşıma çıktı. Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Vus’at O. Bener ve Ferit Edgü öyküleri sonradan geldi. Bazen düşünürüm, 'Çıkılmayan' ya da 'Korkuyu Beklerken' ya da 'İlki’yi çok daha gençken, yolun başındayken okusaydım ne olurdu, bir şey fark eder miydi? Yanıt vermesi zor, belki değişirdi. Ama bunun çok da önemli olduğunu düşünmüyorum artık. Özcan Ergüder, Feyyaz Kayacan, Selçuk Baran gibi yazarlar yeni keşfediliyor. Demek ki her zaman, her yaşta keşfedilecek birileri olacak. Heyecan verici olan da bu değil mi?

Çeviri öyküler açısından da şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Harika yazarları minnettar olmamız gereken yayınevleri ve çevirmenler sayesinde tanıyoruz. Sanırım okuduğum ilk çeviri öykü Çehov’a aitti. Sonrasında O.Wilde, Poe, Bukowski, Hemingway geldi. Erkek ve Anglosakson ağırlıklı bir liste. Uzun bir süre böyle devam etti sanırım, Carver, Cheever, Bolano, Cortazar, Stamm, Rothmann, Zambra, hepsi erkek. Flannery O’Connor ve Woolf ve Munro’ya dek böyleydi. Sonra J.Carol Oates, Lydia Davis, Amy Hempel, Agota Kristof gibi yazarlar ve Yüz Kitap, Notos, Jaguar, Nebula gibi yayınevleri girdi kitaplığıma ve sanırım giderek çoğalıyorlar. Açıkçası öyküde ya da başka türde okuyacağım kitaba karar verirken cinsiyet en son aklıma gelen şey. Yine de en çok okuduklarıma baktığımda erkeklerin ağırlığını görüyorum ve bundan pek memnun değilim.

Elbette öykülerin dışında da bana eşlik eden çok fazla şey var. Roman, deneme kitapları, kendi yaptığım şarkı listeleri, filmler, diziler, futbol/basketbol karşılaşmaları, konserler, ressamların ve mimarların hayat hikâyeleri… Çoğaltabiliriz bunları. Bana kalırsa bir yazarı benzersiz kılan da nereden olursa olsun biriktirdiklerini kendine has bir şekilde, elbette büyük harfleri kullanmaya gerek kalmadan aktarmasını becermek.