Ozan Çoban: Emekçiler direnirken müziğim de orada olsun istiyorum

Müzisyen Ozan Çoban, hem sıkça yayınladığı şarkılarla daha çok insana ulaşıyor hem de elinde enstrümanıyla direnişten greve koşarak müziğinin toplumsal anlamını ve işlevini ortaya koyuyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Müzisyen Ozan Çoban, çocukluğundan beri müziğin içinde olsa da özellikle son birkaç yıldır yorumlayıp paylaştığı şarkılarla giderek daha büyük bir dinleyici kitlesi edindi. Kendisi bu tabiri pek sevmese de, Türkiye'nin 'protest müzik' tarihini hem bu müzikle büyümüş olanlara bir daha anımsatıyor hem de yeni kuşakları bu şarkılarla ve şiirlerle tanıştırıyor. 

Özellikle sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlarla bir yandan ülkenin ve emekçilerin içinden geçtiği zorluklara karşı direniş şarkılarını milyonlara ulaştırıyor, diğer yandan 60'lı, 70'li ve 80'li yılların müzik geleneğinden eserleri kendine özgü tarzıyla yorumluyor. 

17 yıllık dostu ve "müzik kardeşi" Güneş Demir ile ikili olarak konserlere de başlayan Ozan Çoban ile müzikle ilişkisini, müziğinin siyasete dair söylediği sözü ve planlarını konuştuk.

'İNSANLARIN OLMAK İSTEDİĞİ ŞEYİN ÖNÜNE GEÇEN YAPIYLA HESAPLAŞMAK...'

Aslında çocukluğunuzdan gelen bir müzik ilgisi, merakı var anladığım kadarıyla. Bu tabir doğru mu bilmiyorum ama “asıl mesleğiniz” de eczacılık. Oysa birçok enstrüman çalıyor, geçmişten bu yana sahnelere çıkıyor, durmadan yeni videolar yayınlıyorsunuz. Nedir sizi tüm bu hayat hengamesinde müziğe bu kadar çeken?

Küçük yaşta müzikle tanışma ve müzik eğitimi alma şansına sahip oldum, daha doğrusu diğer iki kardeşimle beraber hepimiz olduk. Anne ve babam müzisyen değiller ama bizim müzikle somut bir bağ kurmamız için ellerinden geleni her şeyi yaptılar. Anne ve babamın ikisi de eğitimci, öğretmen ve müziğin kişinin yaşamında pozitif anlamda çok önemli bir etkiye sahip olduğuna inanıyor, bizi de müzikle donatıyorlar. Solculuk da var tabii. Mahzuni’ler Selda’lar… Etkilenmemek elde mi? Velhasıl ilk olarak abimle başlayan bağlama serüveni ikiz kardeşimle bana de geçiyor. Evde müzik sesi hiç eksik olmadı. Gerçekten saatlerce çalar söylerdik. Sonunda da çok güçlü ve ayrılmaz bir parçamız oldu müzik. Şu an aktif olarak müzik hayatı süren benim ama her aile toplaşmasında herkes bir enstrüman kapar, çalar söyleriz.

‘Asıl meslek’ meselesine gelirsek... Müziği meslek olarak görmeyen ya da küçümseyen hâkim bir anlayışın da yansıması. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor. Müzisyenlik de her meslek gibi saygın. Müzik okuyan, hayatlarını müzikten kazanan, bu alanda uzmanlaşan bir sürü insan var ve büyük emekler veriyorlar bu uğurda. Maalesef bu arkadaşlarımız da ara ara maruz kalıyorlar bu soruya. Üzücü, onur kırıcı. Bu arada ben de müzik okumak istemiştim aslında ama diğer alanlarda da görece başarılı bir öğrenci olunca ekonomik öncelikleri belirleyen bir tercih yaptım. Ha eczacılığı da çok sevdim, iyi ki de eczacılık okumuş, eczacı olmuşum. Ama insanların olmak istedikleri, yapmak istedikleri şeylerin önüne geçen bu sosyoekonomik yapıyla da hesaplaşılması gerek.

‘Sesler ve Düşler’ adlı bir grubunuz varmış. Zannediyorum sizin de çok etkilendiğiniz Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü gibi grupların izinden gitmek üzere kurulmuş bir gruptu bu değil mi?

Gençlik… Üniversite yıllarımızda yine Güneş Demir’le benim kurucusu olduğumuz grubumuz Sesler ve Düşler. İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi bünyesinde yıllarca yaptığımız atölye çalışmalarının sonucu artık kendi üretimlerimizi de yapma vakti geldi diyerek yola çıkmıştık. Pek çok da beste ve düzenlememiz oldu ki şu an beraber çaldığımız pek çok şarkıyı o dönem de söylüyorduk. Fakat tabii öğrencilik bitip de kendi ayaklarının üzerinde durma gayesi ağır basmaya başlayınca grup da toparlanamadı. Ben de bundan bir süre sonra solo çalışmalarıma başladım.

Ezginin Günlüğü ve Yeni Türkü bizim kıymetlimiz. Bu anlamda tüm albümlerini dinlemek ve sevmekle beraber özellikle Yeni Türkü’nün ilk albümü olan ‘Buğdayın Türküsü’ ve Ezginin Günlüğü’nün de yine ilk iki albümü olan ‘Seni Düşünmek’ ve ‘Sabah Türküsü’ndeki beste ve üretimlerin bizim müzikal hayatımızda yeri çok başka. Oradaki düzenlemeler, ortaya çıkan sound, enstrüman kullanımları bizi çok etkiledi. Biz oradaki sound’la güncele dair bir şeyler ortaya koymak niyetiyle Türkiye’den ve dünyadan şairlerin şiirlerini bestelemeye çalıştık. Velhasıl bugün de aynı yerdeyiz. Fakat derdimiz nostaljik bir şeyler yapmak çabası değil. Sanat muazzam bir zenginlik ve her şey gibi tarihselliği var. Biz geçmişten alabildiğimizi bugünün gerçekliğinde var etmeye çalışıyor, bunu yaparken de kendi özgünlüğümüzü yakalamaya çabalıyoruz. Buradan geleceğe de uzanabilirsek ne mutlu.

Bir parçası olduğunuz Cümbüş Cemaat ise kültürel anlamda çok renkli bir müzik yapıyor. Çok eğlenceli, “eğlendirici”, coşturucu bir tarz… Sizin solo çalışmalarınızla bir karşıtlık oluşturuyor gibi bir yandan da. Siz de böyle düşünüyor musunuz? İki ayrı dünya mıdır, öyleyse sizin için nasıl bir duygu bu iki ayrı dünyada da sazınızla, sözünüzle var olmak?

Cümbüş Cemaat yaklaşık 12 yıldan beri üyesi olduğum hatta ailem diyebileceğim pek şeker grubum. Eğlenceli, coşturucu olmasının yanına ek olarak iğneleyici, hicveden, sahnesinde de politik göndermeleri eksik olmayan bir grup olduğunu da ekleyeyim. Eğleniyor ve eğlendiriyorken düşündürüyoruz da. Benim de eğlenceli ve coşkun bir karakterim var. Uzaktan bakıldığında iki ayrı dünya gibi görünüyor olabilir ama Cümbüş Cemaat konserine gelenler hemen fark edeceklerdir benim için aslında aynı dünya olduğunu. Evet tarz farklı, sound farklı ama ben aynıyım. Vokalim daha geride ama kemanım daha önde belki sadece. Ayrıca elektro bağlama da çalıyorum. İcracı yanımı daha özgürce ifade ediyorum Cümbüş Cemaat sahnesinde ve bu da çok sevdiğim bir şey. Kişisel üretimlerim Cümbüş Cemaat'e, Cümbüş Cemaat'le yaptıklarımız da bana çok büyük katkı sunuyor, birbirini besliyor. Zaten her şey bir yana bir grup müziği yapıyor olmak, aynı ekmeği paylaşmak, aynı derdi tasayı taşımak vs. çok şey katıyor insana. Şöyle özetleyeyim; iyi ki Cümbüş Cemaat var, olmasaydı ben eksik olurdum.

‘SOSYALİSTLER OLARAK HER ŞEYE DE MUHALEFET DEĞİLİZ’

Türkiye’nin mühim bir protest müzik tarihi var. Siz de yaptığınız çalışmalarda hem bu protest müzik tarihini hatırlatıyorsunuz bizlere hem de kendiniz bu müzik türünde eserler üretiyorsunuz. Sizce ne demek protest müzik? Müziğin politik, toplumsal anlamları, işlevleri bağlamında biraz sesli düşünebilir miyiz bunu?

“Protest müzik” tabirine pek ısınamıyorum ben her ne kadar oturmuş olsa da. Aynı şekilde “muhalif müzik” demek de beni pek cezbetmiyor. Çünkü sevdiğimiz, kült olmuş toplumsal şarkıların çoğu yalnızca bir şeyleri protesto etmenin, isyan etmenin ürünleri değil değiştirmek istediği düzenin yerine alternatifini de sunan şarkılar. Ya da bu niyetle yapılmışlar. Her şeye muhalefet etmiyorlar aslında. Bozuk düzenle dertleri var. Bunu “bu sosyalistler de her şeye muhalefetler” algısından ötürü de söylüyorum. Değiliz kardeşim, her şeye muhalefet falan değiliz. Adaletsizliğe, eşitsizliğe karşıyız. Talana, yalana karşıyız. İyinin, haklının, emekçinin tarafındayız. Bundan ötürü ben kendi müziğimi tariflerken toplumsal içerikli müzik demeyi tercih ediyorum. Şarkılar aynı zamanda toplumsal belleğimiz; anlatıyoruz, tanıklık ediyoruz, yarına bırakıyoruz. Düzene isyanı da, yaşanılan zorlukları da, gördüğümüz ve göreceğimiz güzellikleri de resmediyoruz şarkılarla.

Ben sosyalizme inanıyorum, insanlığın kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu düşünüyorum. İyi de bir sosyalist olmaya çalışıyorum. Bu benim hayat perspektifim, yaptığım her şeyi kapsayan bir temel. Ama ben aynı zamanda iyi de bir müzisyen olup, iyi müzik yapmak da peşindeyim. İyi müzik yapmayı temel dert edinmemiş, yalnızca söz söylemek amacıyla yapılmış herhangi bir şeyi de dinleyemiyorum. Sanatsal bir üretim amacı mutlaka korunmalı. Üretimlerim de bu iki kimliğimin ve niyetimin kesişim noktasında ortaya çıkıyor. Bu anlamda elimden geldiğince tutarlı ve samimi olmaya çalışıyorum.

Türkiye protest müzik ya da “toplumsal içerikli şarkılar” tarihi diyelim, çok zengin bir beslenme ve feyz kaynağı sunuyor bize. Bir kaynağımız var denizlere okyanuslara açılma yollarını gösteriyor. Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Timur Selçuk, Cem Karaca, Fikret Kızılok, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü ve daha da sayamayacağım birçok sanatçı ve grup bize büyük bir miras bırakmışlar. Bu tarihe yaslanmak büyük güç veriyor.

‘ŞARKILARIMIZ VAR, EN ÖNDE ONLAR ÇARPIŞACAKLAR’

Peki, buradan devâmen sorayım: Müziği politik bir amacın aracı olarak görüyor musunuz? Sizi dayanışma kampanyalarında, etkinliklerinde de sıkça görüyoruz zira…

Elbette müziğin politik bir amacı olduğunu düşünüyorum. İnsan toplumsal ve politik bir varlık. Müzik de onu var eden insandan ve toplumsal koşullardan bağımsız değil, yani her şey gibi müzik de politik. “Politik müzik yapıyorum” demeyi de, “politik müzik yapmıyorum” demeyi de gereksiz bir ifade olarak görüyorum o yüzden. Çünkü niyetlerden bağımsız zaten özünde politik olan bir şeyden bahsediyoruz. Yaptığınız şarkı ya da üretim öyle ya da böyle, sizden bağımsız olarak politik düzlemde bir yere, bir tarafa düşüyor. Ben kendi adıma şarkılarımın düştüğü tarafın emekçilerden yana olması için çabalıyorum. Bu niyetle yapılmış üretimleri çok değerli buluyorum. Bu niyetle yapılmamış olsa da sanatsal anlamda ileriye taşıyan, sanatsal birikime katkı sunan üretimleri de çok değerli buluyorum. Müzik ayrı bir disiplin, kendi iç dinamikleri var. Dolayısıyla iyi müzik tek başına zaten değerli. Ama benim için en kıymetlisi tarafını emekçilerden yana seçen iyi müzik.

Emekçiler bir yerde direniyorken fiziksel olarak ya da kalben orada olmak yetmiyor bana genelde. Müziğim de orada olsun istiyorum. Twitter duvarımda “Şarkılarımız var en önde onlar çarpışacaklar” yazıyor. Bunun gerçek olduğuna inanıyorum. Ortada haksızlığa karşı koyuş varsa ilk önce şarkılara sarılıyor insanlar, bir grevde, bir eylemde ateş yakmadan önce şarkılar ısıtıyor içlerini. Güç alıyorlar, güç veriyorlar şarkılarla. Umudu o kadar güçlü iletiyor ki müzik. Müthiş bir şey bu, büyüleyici bir şey. Direnişlerde içim içime sığmıyor, haksızlık karşısında öfkem göğsümü yırtacak gibi oluyor ve ben o anki duygu durumumu elimden geldiğince şarkıya dökmeye çalışıyorum, bana da insanlara da belki iyi gelir diye. İnsan hareket halindeyken, haksızlığa, adaletsizliğe karşı ses çıkartıyorken daha güçlü hissediyor. Kendisi için değil tüm canlılar için bir adil bir düzen kurmak isteyen insanlar az değil ve bu insanlar alanlarda yan yana geldiklerinde ortaya çıkan muhteşemliğin bir parçası olan biri için hayat başka bir manaya bürünüyor. Bu enerjiyle dolan insanın, hayata dair her şeyi; aşkı, umudu, coşkuyu daha yoğun hissetmemesi mümkün mü? Benim üretim süreçlerim, bu ruh halinden öyle çok besleniyor ki. Sevdiğim, feyz aldığım bütün üstatların da en sevdiğim eserlerine baktığımda -ki buna aşk şarkıları da dahil- bu şarkıların üretim dönemlerinin, o sanatçının kavgaya, direnişlere, grevlere de en yakın olduğu zamanlarına denk geliyor oluşunu bir tesadüf olarak görmüyorum. Umut eden insan kalıcı bir şey bırakır, umut ekmek kavgasına yakın olana yakındır ve öyle de böyle de geleceğe kalan şey umuttur. Umutsuzluk ve karamsarlık her şeyi bayağılaştırıyor. Bir aydının, bir sanatçının umutsuzluk yaymak gibi bir lüksü olamaz diye düşünüyorum. Ha evet ortada gerçekten umutsuz bir durum olabilir, evet işler iyi gitmiyor olabilir ama sanatçı karanlığın içindeki en ufak bir umut ışığına tutunup onu çevresine yayandır. Cezaevi koşullarında bile yazdıkları dizeler, besteledikleri türkülerle dışarıya umut olmayı başaran Nazım Hikmet’ler, Ruhi Su’lardan böyle öğrendik biz.

‘SANAT, DÜŞEN İNSANA EL UZATMA FAALİYETİ’

Bize yaptığınız işlerin farklılığıyla ilgili bir özet sundunuz tabii aslında ama yine de merak ediyorum, eczacılıkla müzisyenlik birlikte nasıl sürüyor? Zor değil mi?

Benim için ikisi de öylesine iç içe geçmiş durumda ki, ayrı düşünemiyorum. Misal nöbetlerin geç saatleri benim için aynı zamanda müzik yapma saatleri de oluyor. Yayınladığım pek çok beste böyle nöbet akşamlarında yapıldı. Muhakkak bir enstrüman bulunduruyorum eczanede. Çalıyor söylüyor, pratik yapıyorum. Eczacılık sosyal bir meslek. Sürekli insanlarla temas halindesiniz, dertlerini dinliyor, sıkıntılarına çare olmaya çalışıyorsunuz. Müzik de böyle bir şey değil mi? Hem eczacılığın hem de müzisyenliğin birbirini beslediğini düşünüyorum. Tabii bir yandan da ekonomik olarak direkt müziğe bağlı olmamak, istediğim müziği yapmama da vesile oluyor. Eczacılık sayesinde daha rahat üretebiliyorum Müzik piyasasının epeyce dert yanılan kirli ilişkilerinden uzak kalmama da sebep oluyor bu bence.

Sosyal medyayı aktif ve etkili kullanıyorsunuz. Aslında bu yollar üzerinden ciddi bir kitle de oluştu sizi bilen, dinleyen. Bir sosyal medya kuşu musunuzdur? Ek olarak, sosyal medyada paylaştığınız şarkıların, videoların prodüksiyon süreçleri nasıl oluyor? Zahmetli, pahalı oluyor mu örneğin?

Sosyal medya artık hayatımızın bir gerçeği, büyük bir parçası. Hele de adaletin bile sosyal medya hashtag’leriyle sağlanabildiği bir ülkede uzak kalmak pek mümkün değil. Üreten insanlar için de bir şans sunduğu açık. Arkanızda bir prodüktör, yapımcı vesaire olmadan insanlara ulaşmanıza imkan sunuyor. Velhasıl benim yaşadığım süreçte de sosyal medya bahsettiğim anlamda bana önemli bir katkı sundu. İlk olarak yaptığım işin bir yerlerde karşılık görüyor olması çok sevindirdi, sonrasında ise dinleyici kitlemin hiç de az bir toplam olmadığına ikna oldum. İnsan mutlu oluyor. Yeniden üretme şevkiniz olması için bu mutluluk hali mühim. Bence sanat düşen insana el uzatma faaliyeti, onu düştüğü yerden çıkarma işi. Pandemi döneminin uzun karantinaları boyunca, neredeyse her hafta bir kayıt yayınladım ve buna ortak olan birçok insanla yalnızlık hissini, karamsarlık halini biraz olsun böyle dağıtmaya çalıştık. Pandemi sürecine dair hatırlayacağım en güzel şey bu olacak sanırım.

Kayıtlarımı evde yapıyorum. Mütevazı bir ‘home stüdyo’m var.  Kayıtlarımda kullandığım her enstrümanı da ben çalıyorum. Yani bu süreç için emeğim dışında harcadığım bir bütçe yok. Kayıtlarımın üzerlerine yine telefonumla klip çekiyorum. Bunları da çekmeme o süreçte o anda yanımda kim varsa, eşim, arkadaşım, annem vesaire yardımcı oluyorlar. Sonrasında ufak bir kurgu yapıp yayına hazır hale getiriyorum. Trakya’nın doğası pek güzel olunca da klip çekecek mekan bulmakta pek zorlanmıyoruz. Gezdiğim yerlerde de bir klip çekip şarkılı bir anı bırakmayı çok seviyorum. Ortaya çıkan şeyin samimi ve işin ruhunu yansıttığına inanıyorsam başkaca da bir şey aramıyorum. Tabii bazen profesyonel dostlarımız da yardıma koşuyor. Var olsunlar. Önümüzdeki süreçte görsellik kısmını da bahsettiğim samimiyete dokunmadan biraz daha profesyonel hale getirmek niyetindeyiz.

Güneş Demir ile birlikte iyi bir ikili de oluşturdunuz. Şimdi Türkiye’nin farklı şehirlerinde konserler de başladı. Nasıl bir duygu bu? Neler yaşıyorsunuz konserlerde?

Güneş’le dostluğumuz ve müzikal birlikteliğimiz 17. yılına girdi. Tüm bu süreçte gerek dostluğumuz gerekse de beraber şarkı söylemelerimiz hiç kesintiye uğramadı. Sesler ve Düşler’den sonra yalnızca konser vermeye ara verdik diyebilirim, müzikal iletişimimiz hep devam etti. Birbirimizi çok iyi anladığımızı ve tamamladığımızı düşünüyorum. Yılların getirdiği bir şey olsa gerek. Beraber üretmeye başlayıp, kayıtlarımızı da yayınlamaya başladık. Bunlar sosyal medyada da pek bir yankı bulunca da artık yeniden konser verme sürecimizi başlatmamız gerektiğine karar verdik. Çok sevdiğimiz, davulcu dostumuz İlke Kızmaz’ı da bize perküsyon çalmaya ikna ettik. Bu epey zor oldu. İlke de sahnemize ve müziğimize müthiş bir enerji verdi, canlılık kattı. İlk konserimizi de Kadıköy NHKM’de trio olarak verdik ve şu an bu trio halimizle yola devam ediyoruz.

Şansızlığımız pandemi koşullarında ve müzisyene düşman bir pandemi yönetimine denk gelmek oldu tabii. Konser mekanlarının girdiği krizler, artan kiralar, gelen yüklü faturalar konserleri de çok etkiliyor. Mekanlar haklı olarak bileti garanti olan, müziğini belli bir aşamaya getirmiş isimlere kapı açıyorlarken; yeni yeni yola koyulmaya başlamış müzisyenler için sahne bulmak da çok zor hale geliyor. Fakat bir şekilde yolumuzu açıyoruz. Sevenimiz, dayanışanımız çok. İstanbul’da, İzmir’de, Yalova’da ve son olarak da Diyarbakır’da pek keyifli konserler verdik. Her konser sonrası yaptığımız şeye olan inancımız perçinlendi. Baştan sona çaldığımız tüm şarkıların dinleyici katılımıyla beraber söyleniyor oluşu biraz gözlerimi dolduruyor açıkçası. Büyük mutluluk.

Önümüzde kesinleşmiş konserlerimiz var. 15 Nisan’da Kadıköy’de Motto Sahne'de olacağız. 22 Nisan’da da Ankara’da Kızılay’da Route sahnesinde çalacağız. Bunların hepsini sosyal medya hesaplarımızdan duyuruyoruz.

Kendiniz de besteler yapıyorsunuz. Devamı gelecek mi bu bestelerin? Belki yalnızca kendi bestelerinizden oluşan bir albüm fikri var mı?

Beste yapmak, üretmek bana çok iyi geliyor. İçini döküyorsun ve onu salıyorsun. O oralarda bir yerlerde senden bağımsızlaşıyor; belki bir grevde, belki bir kalp sızısında başka bir insanın içine doluyor, ona iyi geliyor, umut oluyor. Ne mükemmel şey. Elimden geldiğince ve başarabildikçe beste yapmak derdi hep benimle olacak. Son 6 yıldır yaptığım ve yayınladığım bestelerimi de bir albüm haline getirmek istiyorum. Çünkü bütün besteler yaşadığımız şu dönemin de canlı tanığı. Ankara’ya yürüyen madenci için yapılmış şarkı da var, kayyuma direnen Boğaziçi hoca ve öğrencilerine adanmış şarkı da. Aşka dair sözünü söyleyen şarkı da var, tutuklu gazeteciler için yapılmış bir şarkı da… Göçmenlere dair yapılmış bir şarkı da var, 1 Mayıs için yapılmış bir şarkı da… Bunların derli toplu bir halde bir albüm halinde olması gerek ve olacak. Güneş’le de yine bir albüm yapma niyetimiz var. Ufaktan çalışmalarına da başladık. Bakalım. Lakin şu dönem bizim dinleyicilerimizle konserlerde buluşmak üzerine yoğunlaştığımız bir dönem. Önce konser açlığımızı biraz dindirmemiz gerekiyor.