Öykünün okurdaki 'Dalga Boyu'
Murat Yalçın, nesnelere anlam yükleyerek kurduğu öykülerinde okurun bilinçaltına sızıyor. Bir nevi psikanalitik yaklaşımla kurgusunu örüyor.
Farklı bir anlatı ve kurgudan oluşan eserin adının, tıpkı benim gibi tüm okurları düşündürdüğü kanısındayım. M. Yalçın, öykülerin etkisini dalga dalga vermek ve en üst seviyede mi tutmak istiyor? Geçmişten, bugünden, çoğu kez olmuş ve şimdi olacaklardan kendini sıyırıp dalgalanmanın anlam boyutunu okura bırakıp oluşan etkileşimi görmek mi istiyor?
Öyküde geldiğimiz tavan nokta bu belki de.
Kitabı tek bir çatı altında anlatmak zor. Her öykünün dilde ve kurguda yarattığı etkileşimi tek tek ele almak sanırım o “dalga boyunu” görmek açısından önemli.

Murat Yalçın, nesnelere anlam yükleyerek kurduğu öykülerinde okurun bilinçaltına sızıyor. Bir nevi psikanalitik yaklaşımla kurgusunu örüyor. Yalçın’ın amacının tam da bu olduğundan emin olmakla birlikte kültürel ve sosyal gerçeklikten de okuru uzaklaştırmıyor.
Böylelikle öykülerinde bir nesneye, eski bir apartmana dayanarak onun üzerinden kültürel bir bellek oluşturuyor. 'Nare' böyle öykülerden biri. Bu öyküde apartman üzerinden İstanbul’un değişimi, yok oluşu anlatılıyor.
'Londra Çınarı' eski eve, eski sokağa, ağaca, rüzgâra evlerin karanlığına yazılmış. Okuru geçmişe götürürken anda tutmayı da başaran nesne odaklı öykülerden. Yalçın, okurun kolektif bilinçaltına nesneler aracılığıyla gönderme yaparak dalga boyunu görmek istiyor.
Toplumsal tarihin belleği gibi gördüğü bu nesnelerle anlatıcı- okur arasında bağlantı kurup, 'Eşyanın Belleği' üzerinde bir çizgi oluşturuyor. Bu bellek okura eskiye yabancılaşma, zaman zaman özlem, yalnızlık, ait olma, eşya ve insan ilişkilerini yeniden düşündürüyor. Yalçın’ın eşya/nesne odaklı öykülerinde mekân olarak sunduğu ve kahramanlaştırdığı, ev, sokak, pencere, demir ile okurun bilinçaltına sessizce iniyor ve orada etki yaratmak için bekliyor.
Bir felaketin anlatıldığı 'Klasik Ustalıklar' bu çerçeveye uzaklaşsa da bu öyküde yine toplumsal belleğe yakınlaşma, eşya ve olay ile bağ kurma anlatısını görüyoruz. Sanrı mı gerçek mi olduğuna son satırlarda ermiş olsak da. Bu öyküler için, eskiyi unutmamaya direnç gösterme denilebilir mi? Lokanta adlı öykü belki de budur.
M. Yalçın öykülerini nesnelerle gerçekçi kılarken kurgunun zemininde güçlü bir atmosfer de yaratmakta. Sık rastlamadığımız ancak okunduğunda anda değil, sonrasında farklı bir lezzet bırakan bu öyküleri önemsiyorum.
Hikâye kişilerinin çoğu psikolojik sorunu olmayan tipler. Sıradan olan ancak o sıradanlıkta hakikatli bir savaşın içinden geçen ya da geçmiş olanı anlatır Yalçın.
Hayatları tekdüze yaşıyormuş gibi olanların da sorunları, geçmiş travmaları olacağının altını, kahramanlarıyla ve anlatıcıyla, usulca ve insana dair davranışların portresini ses yükseltmeden çizer. 'Düşmanımıza' karşı tutunduğumuz tavırlara uzaktan güçlü bir bakış belki de 'Natalya', 'Sahte Lakos', 'Beklemede' adlı öyküler.
Doğa betimlemeleri ve yine doğadaki nesnelerle iletişim halinde olan öyküler de farklı lezzette. Murat Yalçın okuru, doğa betimlemeleri ve dil şöleniyle sürüklerken, öykünün sonunda olduğu yere mıhlıyor. Bunu bilerek yapıyor. Öykünün boyutunu sona saklıyor. Derinden, çok derinden bir dalga yaratıyor. Sonsuzluğu, anlığı, hiçliği, olmuşu ve olacağı çok derin bir yerde içimize bırakıp giden öyküler 'Kan Kurusu' ve 'Beyaz Bir Yazdı'.
“Ne gelir elden cümle kurmaktan başka,” diyen öykü kahramanı ile “Okumalar yapmalısın ne demek, okumalısın demek varken,” diyen dil eleştirisi yapan, yazarlarla dertleşen o kahramanı sanırım büyük bir çoğunluk unutmayacağız: Cümle Olayı ve Güneşsiz Günce.
Dalga Boyu, nesneleri, kahramanları, doğa betimlemeleriyle birlikte okuru, yazarın /anlatıcının kendi ifadesiyle “dil koyuna” çekiyor. Edebiyatımızda çok rastlamadığımız, daha çok bir iç döküş olarak nitelenen “ikinci kişi”, “sen” dili ile yazılmış öyküler kitaba başka bir boyut katıyor. Sen dili anlatıcının olayları kendi bakış açısıyla değerlendirdiği ve bilinçaltını yani iç dünyasını seslendirdiği için kurgu gerçekçi bakış açısına evriliyor ve okura böyle geçiyor. Ancak burada sorun, kurgunun kahramanı, anlatıcı mı; sen/ siz diye hitap edilen mi, yoksa okur mudur?
Sen /siz dili ile kurgulanmış öykülerinde M. Yalçın hem geçmişte olanı hem de olmasını istediklerini aynı zaman diliminde veriyor. Zor olanı başarıyor: 'Rüzgârın Şapkası', 'Beyaz Bir Yazdı', 'Beklemede'.
Elbette "dil koyu", anlatı şöleni sadece sen diliyle yapılmamış. Eser boyunca sık sık okuru uyandıran bir anlatım; anlamca farklı ama ses olarak yakın olan kelimelerin art arda aynı cümlede kullanılması. “Telaş, talaş” ya da “ürür, ürer” gibi. Göze batmadan, zorlama hissi vermeyen ve ustalıkla çalışılmış birikimin meyvesi gibi bu anlatım.
Her açıdan farklılığını ortaya konmuş ve okurda bir boy yükseltmiş öyküler Dalga Boyu…