YAZARLAR

Ortada ve zamanında buluşmak sanatı

Dönem sonu: Çökertme iddiasıyla yola çıkıp çözülme durağında inmek, oyun kurucu oluyorum derken kendi kurduğunu sandığı oyunun dışında kalmak.

Artık adını, buradan bakışla, hızla ve neyse ki unutmakta olduğumuz önceki ABD Başkanı’nın her fırsatta böbürlendiği kitabının adı (ve kendi abartılı anlatısına göre hayatının özeti) “The Art of the Deal” idi, başlıktaki uzlaşı sanatı. Aslında yanlış çevirdim, biraz bilerek. Nerede duracağını, nerede yürüyeceğini bilmek de denebilir. İngilizce “closing a deal” denir ya, “işi bitirmek” belki Türkçesi. Diplomasi bakımından el sıkışmak, imzayı atmak. Ortada buluşmayı bilmek. Meselenin özüne odaklanmak. Masaya ne yapacağını bilerek oturmak yani siyasi talimatın açık ve kesin olması ama aynı zamanda masada esneklik gösterebilecek yetkiyi alabilmek.   

Başka bir yazıda da atıfta bulunmuştum: Hemingway de “Öğleden Sonra Ölüm” kitabında, matadorların bir balerin denli atletik ve meslekleri gereği çok gözüpek olmakla birlikte gayet de narin yapıları olduğunu anlatır. Matadorun, kırmızı pelerinin ardına sakladığı kılıcı, boğanın ensesinde üçüncü omurla dördüncünün arasına, yanlamasına, tek seferde saplaması gerektiğini açıklar. Eğer (deyim yerindeyse) fırsat penceresini beceriksizce değerlendirirse omura denk gelen kılıcın, matadorun onu tutan bileğini kıracağını aktarır. Karar, iddia, hamle.

Yine bir başka benzetme, çoğunlukla erkeklerde görülen taahhüde girme korkusu olabilir: Tetiği çekme tereddüdü. Hatta tetiği çekmek değil ezmek gerektiği ve atış sırasında nefes denetimi de resme eklenebilir. Ateşli silâhları, boğa güreşlerini bir yana bırakıp, insan ilişkilerine geri gelelim. Bir kadın arkadaşım, baştan çıkarmanın doğası gereği “manipülasyon” olduğunu söylemişti. Tıpkı, casusluk gibi diye düşünmüştüm. Günümüzde diplomasinin uzantısı kabul edilebilecek istihbarat (en azından “HUMINT” boyutuyla)  faaliyeti de temelde manipülasyon değil midir? Bir tür dolandırıcılık gibi.

Kadın-erkek ilişkilerini “baştan çıkarmaya” indirgemek, çokeşliliğin de “aldatma” diye adlandırılması gibi, yanıltıcı olabilir sanırım. O da vardır da, ama ötesi de vardır herhalde. Uluslararası ilişkiler de, devletler arasındaki resmi ilişkileri tanımlar özünde. Bunun içinde halklar arası ilişkiler de, tanıtım etkinlikleri de vardır ancak ondan ibaret değildir, öyle değil mi? Devletin, bir kadın veya erkek gibi kişiliği, kin gibi duyguları hatta aklı olmayacağına göre hafızası yani arşivi, çıkarları, güvenliği olur. Bu ilişkilerin nasıl yürütüleceği yüzyılların imbiğinden geçip “kodifiye” olmuş. İstisnai olarak, bu kodların çiğnenmesi de mümkün: Taha Yasin Ramazani’nin merhum başbakan Özal’ın karşısına yahut merhum Arafat’ın BM Genel Kurulu kürsüsüne belinde silâhla çıkması gibi.

Ürdün Kralı II. Abdullah’ın ABD Senatörü Chris Murphy’yi kabulü.
(Fotoğraf: Royal Hashemite Court)

İstisnalar kaideyi bozmaz. Hem atılacak taşın, ürkütülecek kuşa değip değmeyeceği  de iyi değerlendirilmelidir. Sık andığım, nur içinde yatsın, lisedeki guru-hocam Michel Tagan bize “tablonun üzerine işememek gerekir” diye öğretmişti, bir başka bağlamda. Tüm örnek olaylar değindiklerim denli dramatik de değil. Örnekse, görseldeki Senatör Murphy’nin Kral II. Abdullah karşısındaki oturuşuna (ve çoraplarına!) bakın. Ancak söz konusu fotoyu doğrudan paylaşan da Haşimi Kraliyet Sarayı. Demek ki onlar olayı “banttan görmüş”, kralın saygılı duruşunu da, ortamdaki göreli sadeliği de belki bir özgüvenin dışavurumu olarak değerlendirmiş. Yahut hiç takılmamış bu işlere, hepsi bu. 

Hele haritadaki yerimiz, tarihimiz ve güncel olarak imzacısı olduğumuz anlaşmalar ve üyesi olduğumuz ittifaklar, teşkilatlar göz önüne alındığında keza örnekse, tam da şu sırada hem İsrail, hem Filistin’le, Filistin’de hem Gazze hem Batı Şeria’yla temas halinde olabilseydik, Filistin halkına/davasına daha etkin katkı yapamaz mıydık? Bir çatışmanın, anlaşmazlığın tüm taraflarıyla, komşuların, bölge ülkelerinin tamamıyla diplomatik iletişim kanallarının açık ve işlek olması önemli. Ancak Büyükelçi Kuneralp’in, son Michel-Von der Leyen ziyareti bağlamında, anımsattığı üzere toplantı yapmış olmak için toplantı düzenlemek de çıkarların korunmasına pek hizmet ediyor. Deyim yerindeyse, konuşmuş olmak için, fotoğraf vermek için konuşmak.

Konuşabiliyor olmak, çatışmaktan daha akılcı ve daha düşük maliyetli. Tabiatıyla, büyük Cruyff’ün ünlü “futbol basit bir oyundur ancak oyunu basit oynamak zor iştir” sözünde olduğu gibi, konuşmayı sürdürebilmek de bir kapasite gerektirir, ikna kapasitesi. Pıtrak gibi bina yapıp, yurdun her köşesine üniversite açmak, yükseköğrenimde çığır açmıyor. Aynı biçimde, dünyanın her ülkesine büyükelçilik açmaya girişmek de, içlerini dolduramadığımız belli olduğuna göre, kendiliğinden etkin bir dış politika anlamına gelmiyor. Tutarlılık da ciddiye alınmanın, sözün ağırlığının olmasının bir başka boyutu. Kıbrıs’ta babalanıp, masaya konan öneri anında ABD, AB, RF, BM tarafından reddedilip, seçtirilmiş cumhurbaşkanının da hem Kıbrıs Cumhuriyeti hem Birleşik Krallık pasaportu sahibi olduğu iddiaları yanıtsız kalınca, sert çıkışlar da iyice gülünçleşiyor. 

Eski Müsteşar Büyükelçi Ziyal’ın kulağıma küpe olan saptaması, Türkiye’nin Ortadoğu’da ancak Ortadoğulu bir ülke olmadığı. Ayrıcalığı, hem NATO müttefiği, hem Ortadoğu’ya komşu bir ülke olmasında. Nüfusunun ezici çoğunluğunun Müslüman veya Osmanlı torunu olmasında değil. Bu bağlamda, eski Suriye Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Haddam’ın Şarkul Avsat’ta yayımlanan günlüklerinde, ABD işgalinin hemen öncesinde Suriye ve İran arasında Irak konusunda Türkiye’yi de içerecek biçimde yürütülen görüşmeler de aktarılıyor. Bir yandan tarafların aslında muhaberat ve DMO’na vitrin mankenliği yaptığı, diğer yandan iki tarafta da iç iktidar mücadelelerinde hançerlerin çekili olduğu görülüyor. Üzerine tek karar alıcıya kayıtsız şartsız bağlılık sorunu da binince, bu benim gibi meraklısına gerçekten çok ilginç okumalar, bir yönüyle de doldur-boşalt diplomasinin ne denli boşuna bir işe dönüşebileceğini de anlatıyor.   

Nitekim geçen yazımda kırılganlık ve talepkârlığın eşanlı arttığı durumlarda “maatteessüf çok el öptürürler bu âlemde” mütevazı kehanetinde bulunmaya cüret etmiştim. Varsayımlar tüm yanılgıların anası, genellemelerin tümü hatalı. Karaismailoğlu’nun İkizdere konvoyuna bakıp, Çavuşoğlu’nun diplomasisini görmek olası. Zamanında el sıkışmak yerine, gecikip el öpecek duruma düşmek acıklı. Pandemiyi yönetemeyince, 128 milyar doları fırında yakınca, iki günde bir tonlarca kokain yakalatıp (bir sosyal medya kullanıcısının müstehzi ancak gerçeklerden uzağa düşmeyen yorumuyla) “dünyanın torbacısı” izlenimi verince diplomatik manevra alanının daralması mantıksal sonuç. Ukrayna, Makedonya, Karadağ, Kosova, Fas derken Dubai’ye uzanan Sedat Peker’in yaşadıkları ve anlattıkları, aşağıda Bülent Kılıç’ın herhalde “yılın fotoğrafı” ödülü olacak karesi, bunlar da aynı derme-çatma kurulan sahnenin arka planı. 

Fotoğraf: Bülent Kılıç. Tam kapanma sırasında İstanbul’da Ukraynalı
turistler ve Türkiye yurttaşı çalışan...

Muhalefet ne yapıyor, ne yapabilir, ne yapacak? Aynı tüfekle omuz değiştirerek veya kafadan tüfek değiştirerek atış yapacak sırası geldiğinde. “5+HDP” deniyor ya, acaba “+” olmak karşılığında HDP, oraya bir-iki dış politika önceliği yazdırır mı? Yeni yönetim, yeniden nişan alacak, rüzgârın açısını ve gücünü hesaplayacak, barutun miktarını ayarlayacak, iyi de, hangi hedefe atış yapacak? Örnek olarak Biden Batı Sahra’da Fas egemenliği ve İsrail’deki ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararlarını geri almadı. Demokratik muhalefet Ankara’da tam kapanmaya rağmen İsrail Büyükelçiliği’ne yürüyen binleri görünce acaba gösteri ve yürüyüş hakkının kullanımını anımsadı mı? Tam kapanma uygulamasında eşitsizlik olduğu gözüne çarptı mı?

Her neyse, Çavuşoğlu’nun dönüp Altun’a, Kalın’ın dönüp Çavuşoğlu’na, Fidan’ın dönüp Soylu’ya, Akar’ın dönüp Fidan’a filan baktığı, kimin ne yaptığının belli olmadığı veya herkesin kendi gündemlerini izlediği, hepsinin birden birincil önceliğinin “yukarıya hoş gözükmek”, kendini göstermek olduğu bir ortam. Orada hariciyecinin de ya trene atlayıp, güzellik yarışına coşkuyla katılması, ya ne yapacağını bilemez durumda, ellerini bağlayıp zaman doldurması olağan.

Eski TRT reklamını anımsadınız mı: “Düşünün Antalya’da, mutlu bir Hollandalı…” Kim bilir, belki Alanyalı dışişleri bakanının zihnindeki başat öncelik şimdilik budur. Öyle ya, yarına Allah kerim. Dönem sonu: Çökertme iddiasıyla yola çıkıp çözülme durağında inmek, oyun kurucu oluyorum derken kendi kurduğunu sandığı oyunun dışında kalmak. Sanırım böyle özetlenebilir güncel durum. Dört yıldan beri üst düzeydeki ilk Suudi Arabistan ziyareti üzerine birlikte düşünelim, böyle uzun bir girizgâh yazının kendine, dertleşmeye dönüştü. 

Değerli okurlarımın bayramını kutlarım, daha aydınlık bayramlar görebilmek umuduyla.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.