Orman; 'benim olsun' diyen yakıyor 'bizim' diyenin ciğeri yanıyor

Her sene aynı safsataların tartışmada başı çekmesi, felaketlerden geriye ufak kazanımların bile kalmamasına, her sene faciaların kötüleşerek yinelenmesine yol açıyor.

Google Haberlere Abone ol

Cömert Uygar Erdem*

Orman yangınları sonrasında, yanan alanların akıbetine ilişkin yürütülen tartışmalar bazen yangının kendisini arka plana itebiliyor. Bilim çevrelerinden, orman politikalarının kamuoyunda hatalı bir perspektiften tartışıldığı itirazları yükseliyor.

ORMANDA MADENCİLİK YAPILMASINA İZİN VEREN YASALAR VAR ZATEN 

Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ın, “Ormanlık alanın turizme açılması için yangına ihtiyaç yok, zaten Turizm Teşvik Yasası buna izin veriyor. Enerji ve Madencilik faaliyetleri için orman yangınına ihtiyaç yok, Orman Kanunu'nda bu faaliyetlere zaten izin veriliyor” uyarısı, yangına dair oluşan toplumsal hafızaya karşı çıkmıyor. Aksine, yangınlarla ayyuka çıkan orman polemiklerinde, ormancılık politikalarının istenildiği gibi tartışılamadığı hatırlatmasında bulunuyor.

Prof. Dr. Tolunay’ın uyarısı biraz da, konu gündeme geldiğinde, ormancılık politikasının kötü gidişini değiştirebilecek toplumsal ve siyasal hamlelerin gerektiği gibi yapılamadığı, sürecin ıskalandığı hakkında. Her sene aynı safsataların tartışmada başı çekmesi, felaketlerden geriye ufak kazanımların bile kalmamasına, her sene faciaların kötüleşerek yinelenmesine yol açıyor. Yani, kamusal baskı konuyu verimli tartıştıramadığı için, iktidarın orman politikalarına karşı yeteri kadar muhalefet edilemiyor. Dahası, bu tarz tartışmalar dönem dönem iktidarın da işine gelebiliyor. Konuyu muhalefetin bilgisizliği üzerinden geçiştirebiliyor. Öyle ki, hızlıca “Yanan orman alanında yeniden orman yetiştirilir. Başka bir faaliyete izin verilmez” kuralını içeren Anayasa’nın 169. Maddesini hatırlatabiliyor. Tıpkı, “siyanürlü maden araması” kavramını kullanan kitlelere, “Maden ararken kesinlikle siyanür kullanılmamakta” diyerek verdiği kestirme cevaplarla konuyu teknik bilgi yetersizliğine hapsedip, tarım alanlarına, nehirlere sızan siyanürü sumen altı etmesi gibi.

YANGINA DAİR TOPLUMSAL HAFIZA

Maalesef bazı kötü deneyimler, yangınların bu coğrafyada bir işgal aracı olarak algılanmasına yol açtı. Birçok tarihi yapı, yangın sonrasında yeniden inşa edildi. Yıkımı konusunda ortaklaşılamayan, çoklu muris kavgasına neden olan mülkler de yakıldı. Neticede üzerinde daha fazla odalı ya da katlı binaların dikileceği, kendisi üzerindeki yapıdan daha değerli arsa gibi ekonomik yönden daha cazip olduğu iddia edilen menfaatler elde edilmeye çalışıldı. Sadece hane bazlı değil, sokak, mahalle, köy bazlı birçok yangını deneyimledi Anadolu halkları. O yüzden, oluşan algı bilmemezlikten ziyade unutamamaktan kaynaklı da diyebiliriz. Toplumsal belleğimiz yangını böyle kodlamış maalesef.

PARSELASYON VE MÜŞTEREKLER 

Geçmişte yaşanan deneyimler üzerinden, yanan alanların imara açılmaması yönünde yapılan uyarılar hepten haksız olmadığı gibi topyekûn de etkisiz değil. Kamuoyunun bu yöndeki baskısı, idarenin aymazlığını törpüleyebiliyor. Diğer yandan, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA) ve Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) gibi kurumların ruhsat alanları oluşturmaya yönelik parselleme çalışmaları devam ediyor. Parselleme çalışmaları, ormanlar gibi kamusal müşterekleri herkesin olmaktan çıkarıp, başvuru formu dolduran kişi ya da kişilerin özel mülkiyetine tabi kılıyor. Anayasa gereğince, ormanlık alanın devredilmesi yasak olduğu için, firmaların belirli sürelerle bu alanları kullanmasına izin veriliyor. Çitleme ile halkın ormana gitmesi çok rahat engellenebiliyor. Artvin Cerattepe’de halkın ormanın ileri alanlarına gitmelerini ilk zamanlar kolluk görevlileri engellemişti.

Ormanların bu kadar kolay dağıtılabilmesi, müştereklere yaklaşımımızdan kaynaklanıyor. Bir ağacın ömrü için harcadığımız enerjiyi, konu orman olunca aynı verimlilikle harcayamadığımız zamanlar olabiliyor. Ormanlar herkesindir, her canlınındır. Bu alanların belirli bir süre birilerine tahsis edilmesi, bu alanlar üzerindeki hak sahipliğimizi engellemiyor. Doğal kaynakların tek sahibi olmak isteyenlerle yürüttüğümüz mücadele de, aslında hepimize ait olanın ellerimizden alınmasına karşı bir tepkidir. Oysa yerleşen algı, bu alanlar hiç kimsenin değilmiş gibi. Bu da doğal varlıklarla kurduğumuz ilişkinin kodlarını sorgulamamızı gerektiriyor. Ormanları, oksijen kaynağımız, karbon yutak alanımız gibi sadece nimetlerinden faydalandığımız bir konuma oturttuğumuzda, ormanların yönetimine dair politikalar da bu konum üzerinden yoğunlaşarak, odunundan faydalandığımız bir ortam diyerek işin içinden çıkılabilir.

Güncel orman yönetim politikaları da bu algı üzerine yoğunlaştırılmış vaziyette. Öyle ki, orman köylüleri dahi ormanlara yabancılaştırılmış halde. Orman yönetim sürecinin dışına çıkarılan, orman koruma stratejisinde etkisizleştirilen orman köylüsü, şahit olduğu usulsüz kesimleri şikâyet etmekte dahi tereddüt edebiliyor. Hal böyle olunca orman içi gençleştirme, ıslah, yangınla mücadele işleri özel şirketler eliyle yürütülüyor. Orman yangınlarında, taşeronlar tarafından emeği sömürülmüş işçiler çalıştırılabiliyor. Orman köylüleri ise ya kentlere göç ediyor ya da geçimlerini sağlamak adına orman içerisinde tarım arazileri yaratarak, orman bozulmalarının bir parçası haline gelebiliyor. Bu noktada, bu alanlar imara açılmasın çağrısını, bize ait olanı bırakmayız çağrısı olarak da kabul edebiliriz.

YANGININ SONRASINA YÖNELİK BAZI SORULAR 

Evet, ormanlık alanlarda enerji ve maden çalışmaları yapılabilmesine izin veren yasal düzenlemeler var. Her yıl, hatırı sayılır büyüklükte ormanlık alan enerji ve maden firmalarına tahsis ediliyor.  

Yine de yangının politik ekonomisine ilişkin şu soruları sorabilir miyiz?

  • Yangında zarar gören ağaçların ihaleyle kelepir fiyatlarla kestirilebilmesinin, ormanlık alanda madencilik yapmak isteyen şirketler tarafından, şikâyet ettikleri OGM paylarından, ağaç kesim maliyetlerinden kurtulmak yönünden bir fırsat olarak görülmediğini garanti edebilir miyiz ?
  • Yerleşim yerlerini dahi ruhsatlandıran İktidarın yangın konusundaki yavaş ve isteksiz hamlelerini, yangın sonrasında oluşan bu ortamın maden firmalarına yarattığı yatırım iklimi üzerinden okuyabilir miyiz?
  • Yangınların önemli bir kısmı, ormanlık alanlardan geçen yüksek gerilim hatlarından kaynaklanıyor. Türkiye’de enerji üretim tesislerini ulusal şebekelere bağlayan iletim hatları kamu tarafından yapılsa da şirketler tarafından finanse ediliyor. Bu iletim hatlarının önemli bir kısmı, yangına hassas ormanlar üzerinden geçiriliyor. Gerekli tedbirler alınmadığı için yangına neden olan yüksek gerilim hatlarının sebebiyet olduğu yangınların, şirketleri yangın tedbirleri kapsamında katlanmaları gereken maliyetlerden kurtarıp kurtarmadığını sorgulamayacak mıyız ?

Tüm konuyu buna odaklamak doğru olmasa da yine de yanan alanların akıbetini sormak çok da haksız bir refleks değil. Örneğin, geçtiğimiz Haziran ayında Marmaris’te yanan alanların bir kısmı ruhsatlandırılmış maden sahası. Bazıları ihaleye açık. Bazılarının ihaleleri yapılmış. Şimdi bu ormanlık alanlar yandı. Peki bu alanların akıbeti ne olacak? Öyle ya, henüz orman vasfı kaldırılmamış alanlardan söz ediyoruz. Anayasa’nın o çok hatırlatılan 169. Maddesi gereğince bu alanlar üzerinde, yeniden ormana kazandırma dışında başka bir tasarrufta bulunulamaz. Dahası bu ormanlık alanlar hâlâ herhangi birinin özel mülkünde değil, hepimize ait.

Şirketlerin ellerimizden aldığı müştereklerimizin, maliyetlerini de bize yüklediği bir ortamda, ciğerlerimiz yanıyor ifadesinde olduğu gibi ormanları bedenlerimiz üzerinden tanımlamanın ya da konumlandırmanın bir adım ötesine geçebilecek miyiz ? Peki Anayasa 169. Maddesi gereğince yeniden ormana kazandırılacak ormanları yeniden sahiplenmeye ve müşterekleştirmeye istekli miyiz?

* Avukat