Orhan Kemal Cengiz: Türkiye’nin hukuk devleti olma vasfı ayaklar altına alınıyor

Avukat Orhan Kemal Cengiz, Tahir Elçi ve Şimuni Diril ve Hürmüz Diril davalarında yaşanan hukuk dışı uygulamaları ve Türkiye'de yargının genel durumunu anlattı.

Google Haberlere Abone ol

*Zafer Kıraç [email protected] 

‘Yargısal bir süreç yürütülüyormuş gibi yapılan ama aslında cinayetlerin üzerinin örtüldüğü davalar var. Tahir Elçi davası gibi; Hürmüz Diril ve Şimuni Diril’in kaçırılıp öldürülmesi gibi.’

Yazar ve insan hakları hukukçusu, Avukat Orhan Kemal Cengiz’e Türkiye’de yargının içinde bulunduğu durumu anlamak için sorular sordum. Yaptığı genel değerlendirmeleri daha da somutlaştırmak için kendisinin takip ettiği, bir kısmını kamuoyunun yakından izlediği, bir kısmından da pek kimsenin haberinin olmadığı davalardaki gelişmeleri yorumlamasını istedim.

Türkiye’de yargı şu anda ne durumda?

Yargının durumunu tek bir fotoğraf karesi anlatıyor aslında. Geçenlerde, Sedef Kabaş ve Osman Kavala’yı tutuklayan hâkimin bir fotoğrafı yansıdı medyaya. Bu Sulh Ceza Hâkimi daha önce avukatmış; cübbe giyme töreninde eliyle bozkurt işareti yapıyor. İşte yargının fotoğrafı bu. Dünya görüşleri, siyasi ve dini aidiyetleri hukukçu kimliklerinin çok önüne geçmiş, militan bir yargı var bugün karşımızda. Kritik davaların görüldüğü ceza mahkemelerine baktığınızda, yargıçların şu mezhepten, bu ideolojiden veya ‘reisçi’ olduklarını görüyorsunuz. İnsanlar sadece AK Partililerin yargıya atandığını düşünüyor, bu doğru değil. Bu yargıçlar ya aşırı milliyetçi ya da dinci. Ortak özellikleri ise, yargıladıkları insanları birer düşman gibi görmeleri. Bu yargıçların zihninde Türkiye düşmanlarla çevrili; bu düşmanların ülke içinde uzantıları var ve ülke daimî bir olağanüstü hâl içinde bulunuyor. Zihniyet böyle olunca, uluslararası hukukun ne dediği, AİHM’nin ne karar verdiği falan hiçbir önem arz etmiyor.

Sözünü ettiğiniz bu zihniyetin somut tezahürleri kendini nasıl ortaya koyuyor?

Yargının mevcut yapılanması ve zihniyetinin iki şekilde kendini gösterdiğini görüyoruz. Bunlardan ilki, iktidar tarafından işaret edilen kişilerin, son derece sert bir yargılama süreciyle karşılaşması. Bu kişiler tutuklanıyor ve yüksek cezalar alıyorlar. Yargının "Cumhurbaşkanına hakaret" gerekçesiyle insanları tutuklamasını, hukuk mevzuatı içinde açıklayabilmek mümkün değil. Bakın en son Vedat Şorli/Türkiye kararında AİHM bizzat bu suçu düzenleyen TCK 299. maddeyi masaya yatırdı ve devlet başkanına, vatandaşlar karşısında ekstra koruma sağlayan böylesi bir maddenin demokratik bir toplumda yeri olmadığına hükmetti. Bu mahkûmiyet sonucunda, bu madde altında yapılan tüm yargılamalar, Türkiye’nin uluslararası sorumlulukları çerçevesinde sorunlu hale gelmiştir. Fakat halihazırda ne olduğuna baktığınızda, bırakın bu yargılamaları sorgulamayı, hala bu maddeden dava açıldığında insanlar tutuklanıyorlar. Bütün bunların olduğu bir ortamda da “hukuk reformundan” söz ediliyor. Siz daha AİHM kararlarını uygulamak gibi işin A, B, C’sini yerine getirmiyorsanız, ne reformu yaparsanız yapın, hiçbir ilerleme olamaz.

Mevcut yargı kültürünün yarattığı ikinci sonuç nedir peki?

İkincisi de devleti, hükümeti ima eden suçlarda tam bir ceza bağışıklığının olması. Bu da kendini iki şekilde ortaya koyuyor. Bir tanesi; kör parmağım kör gözüme yapıyorlar. Örneğin çıplak şekilde yürürken, Diyarbakır’ın ortasında Kemal Kurkut sırtından vuruldu. Bütün ülkenin gözleri önünde bir yargısız infaz yapıldı. Bunu yapan polislere ne oldu peki? Beraat ettiler. İnanılmaz bir hadisedir. Bütün fotoğraflarda görüyorsunuz, o çocuğun, üzerinde bir silah, bir bıçak yok. Hiç kimseye karşı oluşturduğu bir tehdit yok onun. Ama çekip silahı sırtından vuruyorlar. Bunu yapan polisler bir gün bile ceza almadan o dosya kapandı.

Bir de yargısal bir süreç yürütülüyormuş gibi yapılan ama aslında cinayetlerin üzerinin örtüldüğü davalar var. Tahir Elçi davası gibi; Hürmüz Diril ve Şimuni Diril’in kaçırılıp öldürülmesi gibi.

Tahir Elçi davasında neler oluyor?

Tahir Elçi davasında “mış” gibi yapılıyor. Gerçekten cinayeti çözmeye yönelik bir yargılama yapıyorlarmış gibi bir görüntü yaratmaya çalışıyorlar sadece. En başından itibaren kerhen yürütülen bir soruşturma ve zar zor açılan bir dava var. İngiltere’de Adli Mimari isimli bir kuruluş Tahir’in vurulduğu yere ilişkin bir canlandırma hazırlayıp, onu olay yerindeki üç polisten birinin öldürdüğünü ortaya koyuncaya kadar bir dava açılmadı biliyorsunuz. Açılan dava yüzeysel, görülen dava yüzeysel. O cinayete giden karanlık bir yol var. Ne zaman ki o yolu aydınlatmaya çalışıyoruz, bütün taleplerimiz reddediliyor. Tahir’in aldığı tehditlere rağmen, onu asla korumayı düşünmeyen bir devlet aklını görüyoruz. Dört Ayaklı Minare'nin orada Tahir’in vurulduğu gün alınan güvenlik tedbirlerine baktığımızda, sanki tehdit Tahir’den geliyormuş gibi bir yaklaşım olduğunu görüyoruz. Çok karanlık noktalar var bu davada. İki militan, iki polisi öldürüp Yenikapı sokağa giriyorlar. Bakın bu militanlar daha bir gün önce yine polise saldırmış. O gün 13 kilometre boyunca istihbaratçı polisler onları takip ediyor. Mobeselerden yolların bomboş olduğunu görüyoruz. O boş yolda değil, Diyarbakır’ın en cafcaflı yerlerinden birisi olan Gazi caddesinde militanları durduruyorlar. Durduran Terörle Mücadele polislerine, taksinin içindeki militanların silahlı ve tehlikeli olduğu söylenmiyor. Zaten fotolara baktığınızda taksiyi durdurmaya giden TEM polislerinin, alelade bir göstericiyi durdurmaya gider gibi taksiye yanaştıklarını görüyorsunuz. Çünkü, onlara gelen bilgi öyle. Halbuki istihbarat bu militanların telefonlarını bile dinlemekte. Kim oldukları, arz ettikleri tehlike fevkalade iyi bir şekilde biliniyor. O iki militanın o sokağa girmesinin ve yaşanan arbedenin ardından, polislerin silahından çıkan mermiyle Tahir vuruluyor. Bu dava dünyanın neresinde görülüyor olursa olsun, o istihbaratçılar bir şekilde sorgulanır. Biz bu istihbaratçıları mahkemeye çıkartamıyoruz. Biz bu dinleme kayıtlarını dosyaya getirtemiyoruz. Ben size dosyadaki inanılmaz tuhaf işlerden bir iki tane örnek verdim sadece. Şubatın 18’inde İstanbul’da bu davanın gerçeklere ulaşmasının nasıl engellendiğini basına çok detaylı bir şekilde açıklayacağız. Ben bu vesileyle bunu da anons etmiş olayım. Tahir Elçi Vakfı’nın organize edeceği bu basın toplantısına tüm gazetecileri bekliyoruz.

Şimuni Diril ve Hürmüz Diril’in kaçırılıp öldürülmesi konusunda soruşturma sürecine ilişkin olarak da önceki açıklamalarınızda, bir cezasızlık sürecinden bahsetmiştiniz.

2020 yılının ocak ayında Keldani bir çift olan Şimuni Diril ve Hürmüz Diril Şırnak’ın Kovankaya köyünden kaçırıldılar. Kaçırma hadisesinden 70 gün sonra Şimuni Diril’in cansız bedenine ulaşıldı. Hürmüz Diril hala kayıp. Burada da son derece karanlık bir hadiseyle karşı karşıyayız. Bu çiftin kaçırıldığı günlerde bölgede askeri operasyonlar yapılıyor. Havada dronlar dolaşıyor. Ama ne hikmetse, bu insanları birileri o kadar yoğun gözetim altındaki bir bölgede kaçırıp öldürebiliyor. Bu davanın soruşturması daha ilk günden beri gizli. En son hazırlanan iddianame de Şırnak Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “eksikleri var” denilerek reddedildi. Bakın çok ilginçtir, bu soruşturma sürerken, orada bulunan ve sağlıklarında bu çiftin koruduğu, kayalar oyularak yapılmış, tarihi kadim kilise saldırıya uğradı. Düşünün bu kadar vahim bir kaçırma ve cinayet yaşanmış orada. Aynı yerde, kimliği belli kişiler, kiliseye saldırıyorlar. Bana sorarsanız, kaçırmalar ve bu saldırılar bağlantılı. Ama ne bir kişi tutuklandı ne de bu olay gerektirdiği ciddiyetle ele alındı. O kişiler insanlara karşı korkunç suçların işlendiği bir yerde, mağdurlarla manevi ve sembolik bağı oldukça kuvvetli bir kiliseye saldırabiliyorlar. Nereden alıyorlar bu cesareti? İşte tam da sözünü ettiğim cezasızlık kültüründen. Gözaltına bile alınmayacaklarını biliyorlar; soruşturmaların hiçbir yere ulaşmayacağını biliyorlar. Arka plana baktığınızda, Keldanilerin varlığından rahatsız olanları, koruculuk sistemini, Hurmüz Diril’in orada yürüyüp gitmekte olan sisteme çomak sokmuş olmasını görüyoruz. Dosyanın bir numaralı şüphelisi üç defa tutuklanıp serbest bırakılıyor. Türkiye’deki bütün hukuk sistemi adına oldukça düşündürücü, kaygı verici bir hadiseyle karşı karşıyayız.

Son olarak avukat olarak yabancı Protestanlara N-82 kodu verilip Türkiye’den uzaklaştırılması davalarını takip ettiğini biliyoruz. Nedir bu hadise?

Bu da kanayan bir yaradır ama ne kamuoyu ne hak örgütleri yeterince farkında. Onlarca yıldır Türkiye’de yaşayan yabancı Protestanlar, ulusal güvenliği tehdit ettikleri (N-82 kodu) gerekçesiyle Türkiye’den kovuluyorlar. Mesele nedir diye baktığınızda yabancı Protestanların katıldıkları bir iki toplantı nedeniyle fişlendiklerini görüyorsunuz. Türk ve yabancı Hristiyanlar Antalya’da birlikte tatil yapmış, bu tatil nasıl olmuşsa radara girmiş. Bu insanların içinde 30-35 yıldır Türkiye’de yaşayan çiftler var. Artık vatanları burası olmuş. Bir gün yurtdışına çıkarken haklarında N-82 kodu olduğunu öğreniyorlar ve bir daha geriye dönemiyorlar. Olayın korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz? Bu insanlar, sözde ulusal güvenliğe bir tehdit oluşturuyor, ama haklarında ne bir soruşturma ne de başka bir şey var. Ülkede bulunurken hiçbir şey söylenmiyor. Tam çıkarken söyleniyor bu. Adam evine gidip ceketini bile alamıyor. Ardında dava açıyorsunuz. Bu kodun dayanağı olan istihbarat raporları devlet sırrıdır diyorlar. Asla bu raporların içeriğini göremiyorsunuz. Baştan sona bütün adil yargılama standartlarının ayaklar altına alındığı yargılamalar yapılıyor. Buna Anayasa Mahkemesi de dahil. Onlar da birkaç dosyayı, meseleyi anlamamış gibi yaparak başlarından atıverdiler. Bu meseleyi AİHM çözecek.

Buna benzer muamelelerin Almanya’da Müslümanlara yapıldığını düşünün, burada nasıl ortalık ayağa kalkardı. Bu insanların katıldıkları toplantılar falan bahane. Tamamen dini inançları, bu inançları başkaları ile paylaşmaları nedeniyle bu insanlar birer tehdit olarak görülüyor ve ülkeden kovuluyorlar. Ardından da en temel hukuk güvencelerinin ortadan kaldırıldığı bir yargılama süreci yapılıyor. Bu insanlar ulusal güvenliğe karşı en küçük bir tehdit oluştursalar, böyle tatil veya başka bir nedenle yurt dışına çıkmalarını beklemezdiniz. Bu insanlar bir tehdit oluşturuyorsa neden yurt dışına çıkmalarını bekliyorsunuz? Olağan üstü bir keyfilik söz konusu. Bu davalarda sadece bu insanların hakları değil, Türkiye’nin bir hukuk devleti olma vasfı ayaklar altına alınıp çiğneniyor.

***

Orhan Kemal Cengiz’e çok teşekkür ediyorum. Bu davalarla ilgili veya insan hakları alandın da yaşanan hukuksuzluklar ve daha fazlası için https://orhankemalcengiz.net/ bakmanızı öneririm.

* İnsan hakları çalışanı