YAZARLAR

Onur, şeref, erkeklik vb.

Ben Affleck ve Matt Damon’un yeteneğine diyeceğimiz yok ama belli ki “Son Düello”ya damgasını vuran kadınca bakış Nicole Holofcener’in kalemine ait. 84 yaşında, yaşayan en büyük yönetmenlerden birisisi olduğunu bir kez daha kanıtlayan Ridley Scott’a şapka çıkarmadan geçmeyelim. Onun kadar isyankâr değil belki ama bir kez daha “Thelma ve Louise” ruhu üflüyor sinemaya büyük usta.

Matt Damon-Ben Affleck ikilisi "Can Dostum"dan (Good Will Hunting, 1997) 24 yıl sonra, Eric Jager’in romanını senaryolaştırmaya karar verdiklerinde bu kadar iyi bir iş ortaya koyacaklarını düşündüler mi, bilinmez! Ama yazıp yönettiği kadın hikâyeleriyle tanıdığımız Nicole Holofcener’i de yanlarına alarak ortaya koydukları senaryo, Ridley Scott’un elinde yılın en iyi filmlerinden birisine dönüşmüş.

"Son Düello", 14. yüzyıl Fransa’sında yaşanmış gerçek bir olaydan alıyor ilhamını. Ancak, bugünün erkek egemen dünyasına, erkek bakış açısının sakatlığına, 'onur'- 'erdem' gibi kavramların iktidar inşası için kullanılma biçimlerine dair çarpıcı sözler de söylüyor. Filmin hemen açılışında birbirlerine karşı bilenmiş, öldürme arzusuyla dolu gördüğümüz iki adam, Jean de Carrouges ve Jacques Le Gris, yıllarca omuz omuza savaşmış iki dosttur bir zamanlar. Yüz Yıl Savaşları’nın ortasında birlikte çıktıkları yol, onları bir süre sonra ayrı düşürüyor. Carrouges, soylu bir aileden gelmektedir ama eğitimsizdir. İyi savaşçıdır fakat, bu yönüyle bilinir. Le Gris, alt sınıflardan gelir ama bir biçimde eğitim görmüştür. Carrouges savaşlara katılıp servetini tüketirken, Le Gris ülkenin önemli kontralarından Pierre d'Alençon’un mali işlerine bakmaya başlar. Bu ilişki onu ekonomik olarak güçlü bir hale getirir.

İkilinin arasındaki küçük gerilimler Carrouges’in Marguerite de Carrouges ile evlenmesiyle doruğa çıkar. Le Gris, arkadaşının çeyiz olarak istediği toprağa alır Marguerite’in babasının borcuna karşılık. Bununla da yetinmez Carrougues’e yakıştıramadığı bu güzel kadına da göz koyar. Ortaya çıkan gerilim, filmin hemen başında gördüğümüz ve Fransa tarihine son düello olarak geçen finale kadar gidecek bir sürecin kapısını aralar. Bütün bu süreçte ise asıl mağdur bir kadınken bile erkekliğin yücelmenin yollarını aradığı bir anlatıya davet ediyor bizi film.

"Son Düello"yu bu iki adam ve bir kadının gerçekliklerinden takip ediyoruz. Akira Kurosawa'nın başyapıtlarından "Raşomon"da olduğu gibi burada da gerçekliğin üç farklı penceresine götürmek istiyor bizi filmin yaratıcıları. Orada gerçeğin herkese göre farklı olabileceği anlatılırken, burada gerçeğin az çok birbirinin aynı olduğunu ama kimin canının daha çok yanacağının bakış açısına göre değişeceğini izliyoruz.

Carrouges’in gözünden hikâye biraz cahilliği, çokça hırsları yüzünden yüksek mertebedekilerin gözünden düşüşünün, hak ettiği unvanlara ve gelire ulaşamayışının intikamı gibi kuruluyor. Onun için Marguerite’in başına gelenler kendi onurunu yüceltmek, kontun/kralın gözüne yeniden girmek ve hak ettiği değeri almaktan ibaret. Le Gris’in gerçeğinden baktığımızda ise ağzının laf yapmasıyla, güçlü insanları tanıyor olmasıyla elde ettiği gücün kibri belirliyor her şeyi. Yakışıklılığının, karizmasının ve servetinin onu herkes için cezbedici, vazgeçilemez kıldığını düşünen kendini beğenmiş bir bencilden başkası değil aslında.

Bugün yaşasalar rahatlıkla 'toksik' olarak tanımlanabilecek bu iki adamın gözünden hikâyeyi izlediğimizde 'erkekliklerini' yarıştıran iki ergenden başka bir şey görmek mümkün değil. Bütün meselenin onur, şeref, toprak, namus, güç ve tabii ki iktidardan ibaret olduğunu gösteriyor bize film onların gözünden. Hatta Marguerite’nin başına gelenler yüzünden Carrouges’in bu rekabetten galip çıkmasını istemek bile normal görünüyor. Genç kadının yaşadıklarının, bu rekabete malzeme edildiğini düşünmeden edemiyoruz.

Tam da bu noktada bütün hikâyeyi bir de Marguerite’nin gözünden izlediğimiz final geliyor. Carrouges ile evlenme anından Le Gris’le tanışmasına. Kaynanasıyla yaşadıklarından, yaşadığı felakete kadar az önce erkeklerin gözünden bakarken hiç tanık olmadığımız bir seyir kuruyor Scott. Bu bölüm, filmin önceki anlatısını darmadağın ettiği gibi, gerçekliği karakterlerin gözünden çıkarıp bir çağa ve kurumlarına, hatta bugüne bağlayan bir etki yaratıyor. Günlük hayatın, siyasal düzenin ve hatta mahkemelerin kadınlar söz konusu olduğunda suçluğu değil, mağduru yargıladığı gerçeğinin yüzyıllardır değişmediğini görmek çarpıyor yüzümüze. Başka kadınların gözlerine değerek de anlatıyor bunu bize kamera. Kadının çağının gerçekliğini aşan cesaretinin değil, onurunu kurtarmak için dövüşmeyi tercih eden adamların hikâyelerinin önemsendiği bir dünyayı sokuyor gözümüze film.

Jodie Comer’ın Marguerite’ye ruh üflediği, Matt Damon’un fiziksel dönüşümünü karakterinin karanlığıyla birleştirdiği, Adam Driver’ın Le Gris’te döktürdüğü ve inanmazsınız ama kont Pierre rolünde Ben Affleck’in bile övgüye değer olduğu yılın en iyi yapımlarından birisi "Son Düello". Affleck ve Damon’un kalemlerine bir diyeceğimiz yok ama belli ki filmin son bölümünde gözümüzü açan kadınca dokunuş Nicole Holofcener’e ait. Ve tabii, 84 yaşında yaşayan en büyük yönetmenlerden birisisi olduğunu bir kez daha kanıtlayan Ridley Scott’a şapka çıkarmadan geçmeyelim. Onun kadar isyankâr değil bu film belki ama bir kez daha "Thelma ve Louise" ruhu üflüyor sinemaya büyük usta.

SON NOT:

Bu yazı ile birlikte yayın hayatına başladığı günden itibaren beş yılı aşkın bir süredir film eleştirileri, kültür/sanat sorunları kaleme aldığım Gazete Duvar’daki yazılarıma son veriyorum. Geride kalan yıllar meslek hayatımda özel bir yere sahip olacak. Bunca yıl boyunca yoğun özveri ve emekleriyle Duvar’ı ayakta tutan gazeteci arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum. Bir özel teşekkür de editörüm Anıl Mert Özsoy’a. Başka mecralarda buluşmak umuduyla…