YAZARLAR

Önemli bir olayın önemsiz filmi…

'Bütün Kızlar Adına' filmi en baştan ilk ‘falsosunu’ veriyor: Hikayedeki gerilim/şüphe duygusunu ayakta tutacak ‘katilin’ birkaç dakika sonunda ortaya çıkması çok erken bir hayal kırıklığı yaratıyor.

Netflix kanalının her hafta, genel hatlarıyla ‘thriller’ olarak adlandırabileceğimiz yapımlar sunduğu sinemaseverlerin malumu… ‘Thriller’ türü, polisiye filmleri akla getirmesine rağmen aynı zamanda içine birçok değişik tarzı katmak için de elverişli bir alan sağlıyor: Senaryodaki olaylar bazen gerilim/korku filmleriyle yakınlaşıyor, hikaye bazen ‘saf’ aksiyon sekanslarını ön plana çıkarıp, polisiye kısmını sadece ‘arka plan’ olarak kullanıyor, hatta bazen film fantastik sayılabilecek noktalara vararak ‘bilimkurgu’ tarzıyla bile ‘flörtleşmeyi’ beceriyor.

Bu kadar değişik ve sıradışı türlere kayabilecek bu filmler ‘gerçek bir olaydan' esinlenince kuşkusuz yapımın hem riski hem de ‘sorumluluğu’ artıyor. Çünkü film eğer bir belgesel değilse, senaryonun hem parmak bastığı konulara (olabildiğince!) tarafsız yaklaşması hem de kurmaca yapımlardan beklenen belli bir seyir keyfini vermesi bekleniyor.

14 Mayıs tarihinden itibaren Netflix kanalında yayınlanmaya başlayan ‘Bütün Kızlar Adına’; hem senaryosunu Güney Afrika’daki ‘Apartheid’ yönetim sisteminin hemen sonrası (1994 yılı) bir dönem üzerine kurarak önemli bir politik arka plan oluşturuyor, hem de o dönemden günümüz kadar gelen korkunç, insanlık dışı ‘genç kız ticareti’ gibi bir olayı mercek altına alarak ‘vicdanî’ yönü ağır basan bir thriller yaratmaya çabalıyor. Ancak bu kadar önemli konulara parmak basan film, değindiğimiz seyir keyfi açısından tatmin etmiyor, filmin bütün ‘iyi niyetli’ çabaları, hantal bir senaryo, didaktik bir anlatım ve bir ‘adalet’ duygusunun ‘intikam’ duygusuna kurban edilmesiyle tökezliyor, bekleneni veremiyor.

1994 yılında, Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde Gert de Jager adında bir adam asla bulunamamış altı genç kızı kaçırmaktan tutuklanır. İfadesinde işlediği bu suçun münferit bir olay değil ucu çok üst politik noktalara dokunan bir ‘insan ticareti’ mekanizmasının bir parçası olduğunu itiraf eder. Bu olaydan yıllar sonra ‘insan ticaretini’ önlemeye çalışan bir polis birimi yeni çocuk kayboluşları yaşanması ve ardından cesetlerinin bulunmasıyla bu olayın hâlâ devam ettiğini saptar. Bu birimdeki polislerden biri olan Jodie, ne pahasına olursa olsun, işin peşini bırakmamakta kararlıdır.

KAÇIRILAN BÜTÜN KIZLAR ADINA!

‘Bütün….’ filmi daha en baştan açık ettiği bir olayla ilk ‘falsosunu’ veriyor: Bu tür filmlerin taşıyıcı kolonlarından biri ve hikayedeki gerilim/şüphe duygusunu ayakta tutacak olan ‘katilin’ birkaç dakika sonunda ortaya çıkması çok erken bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bu duruma daha mesafeli baktığımızda belki de yönetmenin ve senaryonun bu ‘sürpriz’ üzerine oynamadığını düşünebiliriz ancak hikâyenin gidişatı bu erken ‘açık etmeyi’ haklı göstermiyor. Senaryodaki Jodie karakterinin ve beraberindeki polislerin her mekan ‘basışında’ ve bu ‘insan (hatta çocuk!) ticareti’ organizasyonunu çökertmek için her hamlesinde, belirsiz (!) bir kişinin onlardan önce davranması hikayenin ‘can alıcı’ noktasını oluşturuyor. Normalde bu gizemli kişinin, bir rakip mafya üyesi mi, çocuğunu bu ticarete kurban vermiş birisi mi yoksa polis biriminin içinden birisi mi olduğuna dair kafamızda soru işaretleri belirebilirdi. Oysa burada bu olanaklara ima gibi bir yola gidilmeden her şey apaçık ortada duruyor.

Farklı bir ‘pencereden’ bakmaya çalışarak filmin bu ‘katilin’ kim olduğuna değil neden bunu yaptığına eğilelim: bu noktada ‘insan ticareti’ zincirinde önemli kilise rahiplerinden zengin iş adamlarına, İran şeyhlerinden milletvekillerine kadar birçok ‘beklenmedik’ insanın bulunduğunu ve ‘katilin’ bu çürümüş sisteme karşı bir isyan bayrağı açtığını düşünebiliriz. Ancak burada da daha vahim olan nokta, hikâyenin bu eylemleri basit bir ‘intikam’ alma veya ‘ilahi adalete’ yönelme düzeyine indirgemesi oluyor. Oysa senaryodaki karakterler çok daha fazlasını vaat ediyordu.

JODIE’NİN ÜZÜNTÜSÜ…

Filmin başkarakteri kadın polis Jodie, ilk bakışta derinlikli olabilecek bir kişi… İşine ve üstlendiği davalara ciddi bir istekle ve sorumlulukla sarılan bir polis kimliği çiziyor. Bu isteği ve gayreti o kadar yüksek ki, bazen hedefine ulaşmak için polislik yetki sınırlarını ‘esnetmekten’, hatta kırmaktan çekinmiyor! Jodie bütün bu dava ve araştırma sürecinde, ‘mal’ gibi satılan, fuhuş ve birçok farklı kirli işlere zorlanan kızları görünce doğal olarak etkileniyor ve üzülüyor. Başka bir deyişle bu olaylara sadece profesyonel bir polis gibi değil aynı zamanda vicdan sahibi bir kadın gibi bakıyor. Bu cesur ve vicdanlı bakışa hiçbir itirazımız olamaz ama sanki film bunun altını biraz fazla çiziyor. Hikâyenin birçok yerinde Jodie’yi aynı üzgün ifadeyle, aynı yaşanan korkunç olayları kabullenememe duygusuyla görüyoruz. Birkaç seferle yeterli olabilecek bu ‘tekrar’ sekansları hem karakterin derinleşmesini engelliyor hem de zaten ‘hantal’ olan senaryoya ekstra bir yavaşlık katıyor. Hatta bazen Jodie karakterinin belki de bu iş için pek uygun olmadığını düşünüyoruz.

Bütün bunları rağmen filmin dikkat çekici noktaları da mevcut… Öncelikle filmin iki başkarakteri, farklı etnik kökenlerden ve farklı karakterlerde iki kadın ve filmde göstermelik olmayan bir ‘feminist’ hava hâkim… Üstelik Jodie’nin tam tersine olaylara daha mesafeli ve profesyonel bakmaya çalışan adlî polis Ntombizonke hikâyede belli ölçülerde bir ‘denge noktası’ oluşturuyor. Filmdeki kapalı hava ve sıkça kullanılan gece sahneleri, konunun vahimliğine ve ağırlığına tamamen uyuyor.

GERÇEKÇİ DEĞİL GERÇEK…

Başta da değindiğimiz gibi, filmin gerçek olaylardan esinlenmesi belki de en önemli yanı oluyor. Başka bir deyişle seyir keyfindeki zayıflık filmin anlattığı konunun ciddiyetini ve önemini azaltmıyor sadece biraz ‘klasik’ bir biçimde önümüze sunulmasına yol açıyor. Belki daha çarpıcı ve özgün yönetmenlik dokunuşları filmi çok daha üst bir seviyeye taşıyabilirdi!

‘Bütün Kadınlar Adına’ en başta da değindiğimiz çok güncel ve önemli bir konuyu anlatan ve dolasıyla önemli bir film olabilecekken bunu başaramayan bir yapım…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .