YAZARLAR

Onca yoksulluk varken

Memlekette ancak yeni ve umutlu bir hayat üretebilirsek, futbol kültürü de dönüşür, normalleşir. Şimdilik tek bir beklentim var… Başka takımlar için konvoya çıkılmasını beklemiyorum, kendim de çıkmam zaten ama bari eşimizin dostumuzun da rakipten olduğunu bilecek, hatırlayacak kadar normalleşelim, yeter. Yere göğe sığmamak herkesin hakkı…

1.

Galatasaray Monaco’yu 1-0 yenip tur atladığında bütün aile, şehir sokaklarındaki konvoya katılmıştık. Halbuki ailemizde hiç Galatasaray taraftarı yoktu. Konvoyda apartmandan arkadaşlarımı, onların annelerini babalarını da görmüştüm. Onların da çoğu Galatasaraylı değildi. Benim gibi Beşiktaşlılardı. Ya da Fenerbahçeli… Bizim kuşağın doğum yılları Galatasaray’ın çok uzun dönem şampiyon olamadığı döneme geldiğinden belki, etrafımda pek Galatasaraylı da yoktu zaten. Beşiktaşlı da azdı. Hele yaşadığım sokaklardan birinde herkes neredeyse silme Fenerliydi.

Takım tutmak mutlaka önemliydi. Ama o kadar da önemli değildi. Yaşamsal değildi en azından… Mili duygularla da olsa, Galatasaray’ın galibiyeti kutlanabiliyordu. Aynı durumda diğerleri olsa onlar da kutlanırdı.

“O zaman öyle bir dünya vardı, şimdi farklı bir dünya var” diyeceksiniz. Kabul. Zaten ‘renklerin kardeşliği’ gibi laflar kullanıp ucuz romantizm de yapmak istemiyorum. Ama şunu merak ediyorum: Şimdi neden farklı bir dünya var? Bunu bir düşünelim. 

2.

Yıllar içinde ben de koyu bir Beşiktaş taraftarı oldum. Diğer takımlarla da daha fazla mesafelendim. Galatasaray benzer bir başarıyı (tabii artık çok daha büyüğünü) bugün yaşasa konvoya katılmayacağım gibi, özellikle sevinmem de… Sevinmem, çünkü bu tür başarılara ülkece doyduk. Ayrıca, içinde yaşadığımız toksik atmosfer beni de etkiledi; artık herkes kendi bacağından asılıyor, kendi galibiyetine seviniyor. Ben de farklı değilim. 

Ama Galatasaraylı arkadaşlarım için sevinirim. Fenerbahçeli, Trabzonlu arkadaşlarım için sevinirim. Hele şimdi onların kendileri gibi Fenerli, Cimbomlu, Trabzonlu olan çocukları için daha da sevinirim. En azından şampiyon olamamanın üzüntüsü, onların sevincini anlamamamı, hele dünyalar onların olmuş gibi samimiyetle sevinen küçüklere sempati duymamamı gerektirmez. Çocukluğumdan bu yana 10 Beşiktaş şampiyonluğu, çocukluğumda Metin-Ali-Feyyazlı Beşiktaş dominasyonu gördüm, az değil. Bu duygunun ne demek olduğunu iyi biliyorum. İnsan bir an için de olsa yere göğe sığamıyor. Sözgelimi şu an çocuğuyla Fenerbahçe şampiyonluğu sevincini paylaşamamış arkadaşlarım var ve onların da sevinmesini, bu duyguyu beraber tatmalarını samimiyetle istiyorum. Tabii ki Beşiktaşlıyım, onu destekliyorum, onunla üzülüyor (bu aralar çokça) ve onunla seviniyorum ama duygu paletinde başka duygular da var. Hiç de fena duygular değil bunlar. 

Gel gör ki palet gün geçtikçe renksizleşiyor, duygular ölüyor. Çünkü rekabet keskinleşiyor. Ama neden? 

Dünyada dini, etnik, sınıfsal temellerle ayrılan, sivrilen birçok rekabet var. Bizim derbiler öyle değil. Hatta bizim derbiler, Trabzon’u bir kenara bırakırsak, şehir temelli bile değil. Hal böyle olunca Fenerli babanın Cimbomlu kızı olabiliyor; koyu Beşiktaşlı biri gidip bir Galatasaraylıya âşık olabiliyor; aşklarının meyvesi Fener’i tutabiliyor. Tamam, hadi tüm aileniz aynı renklere gönül vermiş diyelim; yine de dayınız amcanız, işteki en samimi arkadaşınız, okuldaki kankanız farklı takım taraftarı… Bizim hayatlarımız böyle. Ama değilmiş gibi yapıyoruz.

Bugünün taraftarlığında herkes rakip takımı ahlaksızlığın, çivisi çıkmışlığın, yozluğun, fırsatçılığın, satılmışlığın, hileciliğin, şikeciliğin emsali ve temsilcisi olarak görüyor. Rakip takım taraftarına da ağza alınmayacak diyeceğim ama hiç de öyle bir kaygı güdülmediğinden gayet de ağza alınan galiz küfürlerle yaklaşıyor. Evde kardeşin, annen, baban, kankan, dostun o takımın taraftarı… Ne oluyor? Bizi ne ara, hangi bıçakla böyle ikiye üçe böldüler? Bir Fenerli, bir Beşiktaşlı, Galatasaraylı, Trabzonlu nasıl tek başına kötülüğün sembolü olabilir? Aynı çatı altında yaşıyorken… Başka düzlemlerde kalpler birbirine bağlanmışken…

3.

Beni futbolu uzaktan takip eden biri sanmanızı istemem. Bilakis, radikal denecek düzeyde tüketiyorum futbolu. Aklınıza gelecek gelmeyecek bir sürü tartışma programını izliyorum. Pozisyonlara bir o açıdan, bir bu açıdan bakıyorum; bir sürü yazı çizi okuyorum. ‘Guilty pleasure’... Suçta mutluluk mu diyelim; tatlı suçluluk mu diyelim, keyifte mahcubiyet mi diyelim… Futbolu böyle güldür güldür izlemeyi epey seviyorum. 

Ama yalan yok, futbolu ciddiye almıyorum. Benimkisi bir alışkanlık. Otuz küsur yıldır futbol izleyen biri olarak, ne o tartışmanın ne öbürünün, ne o pozisyonun, ne o dizilişin, ne de taktiğin öyle çok da önemli, çok da belirleyici bir şey olduğuna inanıyorum. Futbol, basit. Güzellikleri ve çirkinlikleri var. İyisi var, kötüsü var, daha fazla bir şey sayılamaz. Mesleğin profesyoneli değilseniz, çok didiklenecek, çok önem atfedecek bir konu değil. Hayatta birçok şeyde olduğu gibi… 

Önemseyene de bir şey diyemem… Neticede zevkler ve renkler… Hele 90’lardan itibaren futbol entelektüellerin de bir faaliyet alanı haline gelmişken… Birçok yazar çizer kendilerinin futbolla ilişkisini, hiç de mahcubiyet duymayan şekilde, uzun uzun izah etmişken… 

Yine de bazı entelektüellere kızıyorum. Özellikle onlara kızıyorum. Sosyal medyayla beraber, onların da futbolla ilişkisi daha da görünür hâle geldi; popüler kültürün bu en popüler aynasında onlar da yansıyor. Bir bakıyoruz ki, bu entelektüellerin bazıları epey fanatik. Bir bakıyoruz ki hoyratlar. Bir bakıyoruz ki on beş yaşında, sivilceleri yeni patlayan bir ergen gibi hareket ediyorlar. Bir bakıyoruz ki kendi hayatlarını inkâr eden cümleler kuruyorlar. 

Şöyle söyleyeyim: Entelektüellik, birden çok hayatı yaşama iddiasıdır. Bir alandaki tatminsizlik, diğerinde giderilebilir. İnsana belki para getirmez entelektüellik, hatta işini bile engeller ama doyum getirir. 

Hâl böyleyken, bizim entelektüellerin, düşünürlerin, ressamların, gazetecilerin, müzisyenlerin  hayat eksikliği çekiyormuş gibi yapmalarını ben kabul etmiyorum. Çünkü öyle değiller… Ama kendilerini akıntıya bırakmak ve gerçekten hayat eksikliği yaşayan kitlelerle hareket etmek istiyorlar. Belki ancak öyle yaparlarsa hakikate ulaşacaklarını hissediyorlar. 

Fanatizmle hakikate ulaşılır mı? Düşünen bir insanın buna bir cevabı vardır sanırım. 

4.

Hayat eksikliğine dönersek… 

Yazının başında, benim çocukluğumdan farklı bir dünyada yaşadığımızı kabul ettiğimi söylemiştim. Peki neden farklı bir dünya var?

Üç sebepten… Sebeplerden biri, sosyal medya; anonim veya değil, birbirimize uzaktan laf sokabilme, sövebilme, saydırabilme özgürlüğü… Bu, atmosferdeki toksikliği katbekat arttırıyor.

İkincisi, dünyanın her yanında hâkim, Türkiye’de fazla fazla hâkim kimlik politikalarının takım taraftarlığına da etki etmesi… İnsanlar kendilerini emek dışı, sınıf dışı ifade etmeye, varlıklarını sadece kimliklerle inşa etmeye öylesi alıştı ki, takım taraftarlığı da temsil değeri taşıyormuş illüzyonu yaratıyor. 

Üçüncüsü ise hayat eksikliği… Yoksulluk, düpedüz. “Ben orada olmasam burada mutlu oluyorum”, “öyle değilse böyle” demelerin gitgide azalması. Milyonlarca insan için kazanacak hiçbir yer kalmadı. Sadece taraftarlık onlara kazandırabiliyor…. Yine taraftarlık, orada da kaybedince ekstra keskinleştiriyor. 

Bu üçüncü madde elbette, hali vakti yerinde olan insanlar için ‘kısmen’ geçerli değil; onları ilk iki maddeye yazın ama entelektüeller için hiç geçerli değil; onları da hiç kale almayın. Çünkü yok değilmiş gibi yapmalarına, bazen buna kendilerine de inanmalarına rağmen, başka hayatları var. 

Yine de üstüne biraz olsun düşünmeliyiz. Düşünürken de şunu bilmeliyiz: Bu, bugünden yarına değişecek bir konu değil. Memlekette ancak yeni ve umutlu bir hayat üretebilirsek, futbol kültürü de dönüşür, normalleşir. Şimdilik tek bir beklentim var… Başka takımlar için konvoya çıkılmasını beklemiyorum, kendim de çıkmam zaten ama bari eşimizin dostumuzun da rakipten olduğunu bilecek, hatırlayacak kadar normalleşelim, yeter. Yere göğe sığmamak herkesin hakkı… 

Bu hakkı idrak edemesek de, bir zamanlar bu topraklardaki insanların birbiriyle sevinciyle yaşamaya alıştığını da hatırlayalım. Ötesi bir yoksulluk. O da bir hayat eksikliği… Şimdi çektiğimiz birçok eksiklikle beraber çoğalan bir eksiklik. Yoksulluk. Hayatsızlık.  


*Başlığı, Émile Ajar’ın (Romain Gary) bizde ‘Onca Yoksulluk Varken’ ismiyle yayımlanan ve farklıların birbirine nasıl muhtaç olduğunu benzersiz şekilde işleyen eserinden aldım. Kitabın orijinal ismi ‘Önümüzdeki Hayat’ diye çevrilebilecek ‘La Vie Devant Soi’ ama ne yalan söyleyeyim, Türkçe çevirideki isim çok daha güzel… Bizde görebildiğim en eski çeviri Vivet Kanetti’nin; bu buluşun ona ait olduğunu tahmin ediyorum.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.