YAZARLAR

Ölüm dili vs. hayat siyaseti

Yol uzun ve bu yol devletin nekropolitik diline karşı bir hayat siyaseti / kamucu siyaset diliyle yürünebilir. Haklarımızı kendimizi sivil ya da medeni ölü olarak tarif ederek, bizi medeni ölüme mahkum ettiklerini söyleyerek değil, o mahkumiyeti zaten hiç tanımadığımızı ve ölüm dilini nasıl alt ettiğimizi göstererek kazanabiliriz.

Adımı bir kanun hükmünde kararnamenin ekli listesinde göreli tam altı yıl oldu. Geçen zaman zarfında başka birçok KHK’li gibi zaman zaman anlamlandırmakta zorlandığım sınırlamalar ve yasakları deneyimledim, halen de deneyimliyorum. Yıllardır bu kin politikasının nereye uzanacağına dair akıl yürütmeye devam ettim. Ancak hiçbir zaman kendimi sivil ölü olarak görmedim ve tanımlamadım. Bu yazıda KHK’lenme yıldönümümü bahane ederek de olsa sivil ölüm kavramını ve türevlerini KHK’li lûgatinden çıkartmayı öneriyorum. Çünkü bu ve benzeri kavramların acı ve şiddet deneyimlerini, hukuken haklardan mahrum bırakılmayı tarif için işlevsel görünmekle birlikte politik olarak açıklayıcı ve anlamlı oldukları kanaatinde değilim.

SİVİL VE MEDENİ

Türkiye’de en yakın dönemdeki OHAL (2016-18) öncesinde "sivil ölüm" kavramı, vicdani retçilerin deyim yerindeyse gözlerden uzak yeraltında yaşamlarını tasvir için kullanılmaktaydı. Zaman zaman kamuya açık alanlara girişi engellenen gruplar, temel kamu hizmetlerine erişimi engellenenler için de bunların sivil ölüme itildikleri söylenebiliyordu.

Anglosakson hukukunda şahitliği sayılmama ve hukuken yok varsayılmayı ifade için kullanılan sivil ölüm, devletler tarafından uygulanan farklı cezalandırma biçimleri nedeniyle tek bir cümlede ifade edilemeyen bir kavram.

Bundan dört yıl önce Nur Betül Çelik olağanlaşan OHAL düzenine dikkat çekerek duvaR sayfalarında bir akademisyen gözünden kavramı şöyle açıklıyordu:

“Yıllarca eğitimini aldığın mesleğini artık yapamamak, herhangi bir işte çalışmak istediğin halde çalışamamak, pasaport yasağı yüzünden yurtdışında bir üniversitede çalışmayı aklına bile getirememek, burs alıp yurtdışına çıkamayınca bursunu yakmak, otuz yıldan çok çalıştığın kurumun kapısından girememek, akademik toplantılara gidememek, yazılarını yayınlatamamak, çaldığın her kapının yüzüne kapanması, hakikaten ağaç kabuğuna muhtaç hale gelmek, duyarsızlığa, kayıtsızlığa alışmak zorunda kalmak, yaşayan bir ölüden farkı olmamak... Bir akademisyen için medeni ölüm kısaca bu işte..."

Çelik o dönem daha sık birlikte kullanıldıkları için sivil ölüm ve medeni ölüm kavramlarını birbirleriyle değişmeli olarak kullansa da arada farklar tespit edilebileceği öne sürülebilir. Üç yıl önce yayımlanan “Yeni otoriteryanizmlerde sivil ve medeni ölüm” başlıklı çalışmalarında Seçkin Sertdemir Özdemir ve Esra Özyürek bu farka işaret ederek Hannah Arendt’in “yaşayan ölüler” yaratma süreci tarifini Türkiye bağlamında yeniden okumaya tabi tuttular. Makalelerinde Arendt’i takiben bazı yurttaşlık haklarının kaybı ve bireyin hukuki olarak yok sayılmasını ilk evre, değersizleştirme ve etik seçimler üzerinden değersiz hissettirmeyi ikinci evre, insanlık onurunun tamamen ortadan kaldırılması ve psikolojik imhayı ise üçüncü evre olarak koydular.

Buna göre yeni biçimler alan sivil ölüm (civil death) siyasetinin topyekûn imhaya uzanan bir aşırı şiddet ve yok etme mantığına dayandığı, medeni ölümün (civic death) ise muhalifleri kamudan uzaklaştırma ve sosyoekonomik olarak etkisiz kılmaya, başka bir ifadeyle ölüme terk etmeye vardığı ya da böyle bir mantık güdüldüğü söylenebilir.

Bu ayrım şiddet deneyimlerinin farklılığına dikkat çekmek konusunda akademik bir detay olmaktan daha fazla önem taşıyor, ancak yine de kanımca söz konusu kavramlar Türkiye’de KHK’li durumunu tarif etmekte yetersizler.  

ESNEK SINIRLAR, DOLAŞAN KAVRAMLAR

Değişik düzeylerde devlet şiddetine maruz kalmış birey ve grupların deneyimleri birbirlerinden farklılık arz ediyor. Arendt’in analitik olarak ayrı tuttuğu aşamalar birbirleri içine geçtiği ya da bu aşamalar zaten birçok analizde yok sayıldığı için yine de bu düzeylerin hepsinin sivil ya da medeni ölüm kavramlarıyla karşılandığı görülebiliyor.

Yok sayılmamızı ve uğradığımız ayrımcılığı ifade etmeye çalışan insan hakları aktivistlerinden milletvekillerine ve bizzat KHK’lilere birçok grubun nezdinde tasvir için uygun görülen sivil ölüm (ya da yukarıdaki tasnifi benimsersek medeni ölüm) dinamik bir sürecin içinde olduğumuz gerçeğini anlaşılır olmaktan çıkartıyor. Yakın tarihli bir örneğe bakalım: İktidar çevreleri, 2019’da kaybettikleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimleri sonrasında, KHK’lilerin politik haklarının askıya alınması girişimlerini, oy verme hakkının da ortadan kaldırılması tartışması açarak taçlandırdılar. Böyle bir kararın alınması kamudan dışlanmanın yeni bir aşamasını simgeleyecekti. Yenilenen seçimlerden sonra İBB iştiraklerinde ve birimlerinde bazı KHK’liler ve devlet tarafından fişlenmiş kişiler bir süreliğine çalıştılar. Ancak İçişleri Bakanlığı üzerinden geçtiğimiz yıl başlatılan yeni bir kampanyayı takiben birçoğunun işine (KOD 42 uygulamasıyla) bu yıl son verildi. 71 günlük direniş sonrasında ise büyük çoğunluğu işlerini geri aldılar.

İBB direnişi ve öncesindeki süreç Türkiye’nin en büyük belediyesinde OHAL’i hemen takiben sosyoekonomik ve politik olarak marjinalize edilmeye çalışılan muhaliflerin ve KHK’lilerin kendilerine bir alan açtıklarını gösterdiği kadar, KHK düzenlemelerinin sadece kararnamelerde kalmayıp, çalışma pratiklerine (belediyelerin işten çıkarma pratiklerine) kadar etki edebildiğini göstermesi açısından da manidardı.

Burada iktidar cephesinin toptan imhaya uzanan yok etme mantığı olmadığı gibi, ölüme terk etme olarak anlaşılabilecek bir yaklaşım da bulunmuyor. İkincisinin açık bir nedeni mevcut ve İBB direnişinin daha fazla önem taşıyan unsuru da bu: KHK’liler ve fişlenmişler birer kurban ya da mağdur değil, özneler. KHK’liler kendilerine reva görülen pratiklere tabi olmak zorunda değiller, kendilerini KHK’li hale getirmek için bahane kılınan eylem her ne ise onda olduğu üzere konumlarını değiştirmek için eyleme geçtiklerinde de failler. (Burada muhatabın muhalif belediye olduğunu düşünerek itiraz getirmek isteyenler yanılgıya düşerler, muhatap her daim devlet ve uzantıları).

Söz konusu tespitin bir adım ötesine gitmek de mümkün: Aralarında KHK’lilerin de bulunduğu ve devlet dersinden kalanlar olarak tarif edebileceğimiz geniş bir toplum grubu devlet yöneticilerinin cezalandırma pratiklerinin neşet ettikleri alanda kalmayıp salınarak dolandıklarını, başka alanlarda adları KHK olmasa da benzer disiplin yöntemlerine ilham verdiklerini ısrarla dillendiriyorlar. Çünkü KHK ve benzeri uygulamalarla yaratılmış, anayasanın kısmen askıya alınmış olduğu bölgelerin yer değiştirdiği, genişleyip daraldığını, kimin çemberin içinde/dışında yer aldığının mücadeleyle belirlendiğinin farkındalar. Malum, baskı ve şiddet uygulaması açığa çıktığı mekanda, uygulandığı ortamda kalmayıp dolaşıma giriyor ve fişlemeler aracılığıyla başka insanların temel bazı haklarından mahrum bırakılmalarında olduğu üzere yeniden yeniden kullanılabiliyor. Sınır çalışmalarında tekrarla önümüze serildiği üzere, sınırın kendisi değişken bir kısıtlayıcı görevi üstleniyor ve sınırlar toplumsal hayatın merkezinden geçiyor. Kısacası, anayasanın askıya alınması bir seferde olmuyor, pratikler farklı alanlarda değişkenlik sergileyerek kendisini yeniden üretiyor.

Kürt hareketinde ve sosyalistlerde, aynı zamanda sendika mensubu KHK’lilerde politik bilinçlenme sürecinde kazanılmış olan ve fakat sadece bunlarla kapsayamayacağımız bir kesimde mevcut bu farkındalık ve eyleme halini sivil ya da medeni ölüm kavramlarının yansıtmadığını, bu kavramların hayatın akışıyla bağdaşmayan bir ölü katılığını mücadelemize dayattığını görmemiz gerekiyor.

ÖLÜMLERDEN ÖLÜM

Bu yazdıklarım, her an her aşamada devletin keyfi cezalandırma pratiklerini açığa çıkartıp mahkum ettiğimiz anlamına gelmemeli. Sistematik hale gelmeyen ve fakat son derece tehlikeli bazı uygulamalar bugünlerde pek hatırlanmıyorlar, ancak sadece birkaç yıl öncesinde bazı KHK’lilere hesap açmayan bankalar, bazı KHK’lilerin kaydını almayan üniversiteler gördük. Ya da dayanışma ağlarımızın yetersizliği arkadaşlarımızın intiharlarının önüne geçmemizi engelledi. Siyasi emir gereği ya da yöneticilerin isteği uyarınca bazı KHK’li yurttaşların gündelik yaşamlarının kolaylıkla paralize edilebileceği açık, “ağaç kökü yesinler” ideolojisinin hakimiyeti aşikar.

Lakin hem yaşadığımız şiddeti yeniden konumlandırmayı bilmeli, hem de uzun erimli düşünmeyi becermeliyiz. Türkiye’nin otoriterliği altında KHK’li yurttaşlar ve aileleri ağır biçimde damgalandılar, fakat bu damgalanmayı popüler siyasi jargonda medeni ölüm olarak tarif etmek KHK’lilerin kamudan el etek çektiğini ve iktidar terminolojisine tabi kılındıklarını düşünmeye uzanabilir (bilhassa siyasetçilerin dilinde ve ezber konuşmalarda öyle duruyor).

Yazdıklarımın bağlam dışına çıkartılmayacağını umarak şöyle ifade edeyim: KHK’liler olarak kamuyu kendimizin kılmaya çalıştıkça ve alternatif kamular yarattıkça, otoriter devleti harekete sevk eden, hatta bazen sendeleten bir grubuz. Yıllardır düzenli basın açıklamasında bulunmaktan, kayıt tutmaya, görünür olup sözünü söylemekten akla dahi gelmeyecek işlerde çalışarak hayatta kalmaya farklı eylemlerimizle ortadayız. Eyleyişimiz karşısında kamudan ihraç sadece kamunun ihracı/iptali ile mümkün hale geliyor. Otoriter devlet yöneticileri bunu yapamadıkları müddetçe, ilk başta alınmış kamudan yasaklama kararının temelsizliği daha görünür kılınıyor, akılda kalıyor. Türkiye’de demokratikleşme tartışması, ancak bunlar sayesinde KHK’lilerin sorunlarının nasıl çözülebileceği ve son yıllardakine benzer bir anayasasızlaşmanın nasıl engelleneceğine dair cevaplar barındırmak zorunda kalıyor. Ne ölüme terk edilmiş, ne de toptan imha eşiğine getirilmiş durumdayız. Durmak bilmeyen bir şiddet karşısında mücadele veriyoruz. Ağır travmaların nasıl üstesinden geleceğimizi bilemesek de kamunun organik parçasıyız.

Yol uzun ve bu yol devletin nekropolitik diline karşı bir hayat siyaseti / kamucu siyaset diliyle yürünebilir. Haklarımızı kendimizi sivil ya da medeni ölü olarak tarif ederek, bizi medeni ölüme mahkum ettiklerini söyleyerek değil, o mahkumiyeti zaten hiç tanımadığımızı ve ölüm dilini nasıl alt ettiğimizi göstererek kazanabiliriz.


Ali Rıza Güngen Kimdir?

Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Doktorasını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde tamamladı. Türkiye’de borç yönetimi, devlet bankaları, küresel Güney’de finansallaşma ve devlet kuramı alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Araştırmalarına York Üniversitesi'nde devam etmektedir.