Ölüm Allah’ın emri: Düş Mesafesi

Deniz Ceren Türkkan'ın ilk kitabı 'Düş Mesafesi', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Türkkan, kendi dilinde türkü çağıramayanların, yıkanmayan ölülerin, yokluğu varlık sayılan babaların ve en çok da haykırışları hala kulaklarımızda çınlayan kadınların öyküleriyle selamlıyor okurunu.

Google Haberlere Abone ol

Bejan Kanat

Var olan devinim; hiçbir acıyı dindirmeye yetmese, anamadıklarımızın ahı peşimizi bırakmasa, sızı insanın bir parçası olmayı kendine hak bilse de, elbette yaşam devam ediyor. Karanlığıyla da, aydınlığıyla da, yarınıyla da, bugünüyle de. Kısacası Oruç Auroba’nın da dediği gibi ölümü, her an yaşam kılıyor.

Unutarak hatırlamak mümkün müdür? Var oluş ve ölüm bir gerçeklik ise yas kaçınılmazdır. Deniz Ceren Türkkan, İthaki Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı 'Düş Mesafesi'ni tam da bu yas tutma biçimleri üzerine oturtuyor. Kendi dilinde türkü çağıramayanların, yıkanmayan ölülerin, yokluğu varlık sayılan babaların ve en çok da haykırışları hala kulaklarımızda çınlayan kadınların öyküleriyle selamlıyor okurunu. Ölümün birleştirdiği bu sekiz öykü, gerek dillendirdikleri gerek de sustuklarıyla, yaşadığımız topraklarda birilerini yeşertirken birilerini sarartan bu düzene dair kendine has sözler söylüyor.

'Düş Mesafesi'nin ilk öyküsü olan “Un Helvası”, anlatısıyla “kadersiz” kadın yaftasını alaşağı ederken satır aralarında Fakir Baykurt ve Kemal Tahir gibi isimlerin izlerini taşıyor. Meryem ve Ahizer’in varoluş mücadelesi boyunca da kavruk bir un kokusu eşlik ediyor okura.

“Jandarma gelip gidince, söz birliği edenler Necmi’nin cenazeyi üstlenince, Mezmure Ana’nın sinesini döve döve yas tuttuğu cenazeye hüzünlü bir yeşilin gölgesi düşünce, oncalar köylü başsağlığına gelip de divana yerleşince, Meryemce’nin memelerindeki diş izleri silinince, Ahizer de Meryemce’nin teninin rahiyasını içine çekince, yağdaki un rengini alana kadar kavurmalı” ( s. 16).

Bir ağıt misali dalgalanan ve aynı zamanda kitaba da ismini veren “Düş Mesafesi” öyküsü, devlet bıyıklıların yalnızlaştırdığı çocuklara adanmış, dingin ama bir o kadar da kuvvetli bir manifesto adeta. Uzakları yakın, yakınları uzak kılan diliyle gülüşü çalınanların hesabı soruyor sessiz sedasız Türkkan.

“Kim vurmuş Ahmed’i?”

“Türkü sevmeyen biri.” (s. 19)

Kur’an’ı kendine rehber bilmiş analardan cehennemin yedinci katında cezalandırılması gereken evlatlara, korkunun tanışıklığı karşısında çaresiz bir bekleyişe bürünen çocuklardan sokak aralarında kanı oluk oluk akıtılan kadınlara kadar uzanan, farklı ama her biri biricik hayatlardan kesitler sunan Türkkan, uzadıkça uzayan cümlelerinde vurguladığı duraksız betimlemeleriyle okurun, yarattığı atmosferden kopmasını imkansız hale getiriyor.

“Bilinenin aksine en güzel babalar ölürdü ve en güzel oğullar öldürürdü babaları, oğullardı ki babalarının yarım kalmış en ince tasviyeleriydiler, duyarlardı yüreklerinde bir depremin uğultusunu” (s. 94).

Yakupların Yusuflarına, Yusufların Züleyhalarına kavuşamadığı bu modern trajedilerin arasında “Yolculuk” öyküsü, bir kaybın üzerine bina edilen yeni hayatları sorgulatırken, avucumuza tek tek düşen kar tanelerinin canlanarak bir tipiye dönüşüşüne de şahitlik etmemizi sağlıyor. Kayıp mıydı yolları ayıran yoksa çoktan ayrılan yollara mı uğrardı kayıplar?

Deniz Ceren Türkkan, 'Düş Mesafesi' ile belki de insanın aynı anda hem sessiz kalabildiği hem de sesinin en yüksek çıkabildiği ölüm karşısında hayata nasıl bu kadar çabuk adapte olunduğunu anımsatmayı hedefliyor ve her kelimesi özenle seçilmiş öyküleriyle okuyucusunu düşsel topraklarına davet ediyor.