YAZARLAR

Olay, biz, nesneler…

Çevremizi kuşatan bunca sorun hem bizi aşıyor hem de doğrudan hayatımızı etkilediği için bizden öte anlamsız. Bir toplam olarak şimdimizi karartırken geleceği düşleme yeteneğimizi de zayıflatıyor bu sorunlar. Gelecek yalnızca “bana” veya “sana” ait değil çünkü. Hayatlarımız birbirine sıkı sıkıya bağlı, gelecek de “biz” ile düşününce anlamlı.

Türkiye’de politika yapıcıların yarattığı sorunlara her gün bir yenisi eklenince hayatımıza odaklanamıyoruz. Baksanıza, dokunulmazlıkların kaldırılması konusundaki fezlekelerden MHP liderinin HDP’nin kapatılması için ısrarına, parti seçmenlerini de dışlayan bir politik dilin yaygınlaşma emareleri göstermesinden Cumhurbaşkanı'nın bizzat kendi eliyle Anayasa ve yasalarca tanımlanmış, kapsamı belirlenmiş hakların yoklukla malul hale getirildiği bir zamanda, yine Cumhurbaşkanı'nca bir insan hakları eylem planının açıklanmasına, iktidarın muhalefetsiz bir gelecek tasavvurundan her geçen gün derinleşen ekonomik, toplumsal buhrana, pandemiyle mücadele konusunda sorumluluk ve yetki sahibi olması gerekenlerin ciddiyetten uzak, eşitsiz tavırlarına kadar ne kadar çok sorunla meşgulüz. Bunların her biriyle ilgili sayfalar dolusu yazı yazılıyor, uzman olanlar dakikalarca konuşup “analizler” yapıyor. Bence hepsinin çıktığı yer aynı: Bir an önce gelecek için ortaklaşa bir eylem planında uzlaşmalıyız. İktidarın her aklına düşeni “terör”le ilişkilendiren dilinin çemberine girmemek, o dili yeniden üretmemek için radarlarımızı açık tutmalıyız. Elbette fezlekeler reddedilmeli. Muhalefet bu konuda mazeretler üretip bunların ardına sığınmamalı. Benden bu kadar…

Çevremizi kuşatan bunca sorun hem bizi aşıyor hem de doğrudan hayatımızı etkilediği için bizden öte anlamsız. Bir toplam olarak şimdimizi karartırken geleceği düşleme yeteneğimizi de zayıflatıyor bu sorunlar. Gelecek yalnızca “bana” veya “sana” ait değil çünkü. Hayatlarımız birbirine sıkı sıkıya bağlı, gelecek de “biz” ile düşününce anlamlı. Bunun her deneyimin biricikliğini perdelememesi gerekiyor elbette. “Biz”, içinde bütünüyle eridiğimiz, kendiliğimizi tamamen feda ettiğimiz bir bütün olamaz. Olsa olsa aramızdaki bağın var ettiği, ilişkilerimizle ve ortaklaşmalarımızda anlamını edinen, birbirimize değdiğimiz her noktası ışıklı bir ağ olabilir. Başıyla sonu birbirine karışmış, sınırları belirsiz, geleceğin ufkuna uzanan yollar gibi…

Hepimiz aynı zamanda başkalarına değmediğini sandığımız, başkalarından sakındığımız hayatlar yaşıyoruz. Kimi zaman akışına kendimizi kaptırdığımız hayatlarımızda, gündelik alışkanlıklarımızı kesintiye uğratan olaylarla karşılaşıyoruz. Olay işte, adı üstünde… Kendini hemen her şeyden ayırıveren özel, alışılmış olanı alt üst eden bir durum, bir eylem, bir hareket… Gücü ortaya çıktığı anla sınırlı kalmayan, geçmişi de kesip geleceğe atlayan bir şey… Olay, bizi hayatımızın hakikatiyle yüzleştirir. Öyleyse olayın kesinliği karşısında belirsizlikler tükenir mi? Bence hayır. Hayatı daha mı iyi anlarız? Yine hayır. Hakikatle yüzleşmek, evrenin sırlarını çözmek mi demektir? Kesinlikle hayır. Olay biriciktir, bir andır ama işte gizem çözücü, hakikat bükücü filan da değildir.

Önceki gün yaşadığımız sitede elektrik kontağı yüzünden yangın çıktı. Bir anda dünya üzerinde olup biten ne varsa önemsizleşti. Yüksek bir binanın onuncu katında yaşayan yaşlı, yatağa bağımlı birisinin açmazı oldu yangın. Herkes hızla binayı boşaltırken o yatağında bekledi. Yanarak can verme korkusuyla bakıcısının yanında kalmayı tercih ederek yaptığı seçimin vicdan yükü arasında büzüldü kaldı o yatakta. Dışarı çıkartamadılar babamı. Ben dışarıdayım kardeşimle… Yangın anında evde değildik. Uzaktan bakabiliyoruz ancak tepesinden dumanlar yükselen binaya. İçerideki babamız ne durumda bilmiyoruz. Yağmur yağıyor, soğuk… İçimizden geçenleri anlatsam buraya sığmaz. İtfaiye erlerinin hummalı faaliyetlerinden anlam çıkartmaya çalışıyoruz. Sonunda yangının binaya elektrik dağıtan kutuda olduğunu öğreniyoruz. Yangın söndürülüyor… Bina içine yayılmadan… Dumanın, isin, genzi yakan bir yanık kokusunun dışında her şey eskisi gibi şimdi… Ama öyle mi? Yangın, bir olay… Duygusal etkisiyle, düşündürdükleriyle benim için, kardeşim için, orada soğukta evini boşaltmak zorunda kalan herkes için anlamı aynı değil. İtfaiye eri için, polis için, oradan oraya koşuşturan sitenin güvenlik görevlisi için de anlamı farklı. Olayın deneyimi bu anlamda biricik. Sanki herkes kendi deneyiminde hapis. Ama öyle mi? Bekleyişimiz sırasında yan yana yalnızdık, ama yine de birlikteydik. Ortak bir özlemde birleştik: Bir an önce kimsenin burnu bile kanamadan evlerimize geri dönebilmek…

İki gündür yangın sonrası elektriksiz yaşamanın anlamını konuşuyoruz babamla. “Eskiden” diyor, “elektrik yokken ne yapıyorduk acaba”? Çocukluğundan bahsediyor. Lüks lambanın titrek ışığında ders çalıştığı günleri hatırlıyor. Buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, elektrik süpürgesi yokken ne yapardık ki? Hiç… Bu nesneler yoktu, onlara ait bir bilgi de yoktu tabii, ama hayatın rutininin bir parçası başka nesneler vardı. Hayatın gereği neyse o yapılıyordu. Hayat bilgisi ona göreydi. Elektriksiz hayatın bilgisi… Mesela babamın anlattığına göre, etler tuzlanıp küplere basılıyordu. Ben hatırlıyorum, buzdolabı olmayan evlerde kilerler vardı, tel dolaplar vardı… Su serin kalsın diye toprak küplerde karanlıkta tutuluyordu. Cep telefonları yoktu, sosyal medyadan herkes bihaberdi ama komşu ziyaretlerinde, kapı önü karşılaşmalarında sosyalleşiyorduk. Örneğin anneannem, alışverişe gittiğinde kasapta yarım saat, bakkalda bir başka yarım saat oturur, bir kahve içer, hem soluklanır hem de günlük sohbetlerde dostluklarını pekiştirirdi. Telefon ancak acil durumlarda akla gelirdi. O çevirmeli, siyah telefonlar mucize gibiydi. Karşıdan gelen cızırtılı ses, taa Bitlis’teki dedeme aitti! Nasıl mucize demem!

Bildiğimiz hayata ait nesnelere bağımlı, onların bilgisine gömülü yaşıyoruz. Ama gündelik rutinimizi, bildiğimiz her şeyi kesintiye uğratan bir olay, başkalarından sakındığımız kişisel hayatımızın sandığımız kadar kendimizin olmadığını, hep başkalarınınkiyle kesiştiğini, o nesnelerinse vazgeçilmez olmadığını, her deneyimin kendine özgü bir bilgisi olduğunu da öğreterek geçip gitti. Biricik bir olay, bir yangın, deneyimlerimizin “biz”i inşa ettiğini gösterdi yeniden.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.