YAZARLAR

Öfke, simit ve tokat

Tüm hayat boyu erkle iyi geçinmiş bir “sanatçı”, halka simit yiyebilirsiniz diye buyuruyor. Bir kadın belediye başkanı, nedeni ne olursa olsun, emekçiye gösterilen şiddet karşısında kılını kıpırdatamıyor. Güvenecek hiçbir şeyleri olmayan kız çocuklarıysa gözlerinden bir damla yaş dökülmeden isyanlarını haykırıyor.

Bu yazıyı masamın üstündeki tuvalet kağıdı kulesiyle bakışarak yazıyorum. Farklı marka ve ebatlarda, 12 rulodan 48 ruloya bir yığın paket. Paradan hızlı eridiğini bildiğim halde yanlışlıkla iki katlısından da almışım. Panik insana yanlış kararlar aldırır. Kedilerim geliyor gidiyor, şu ana dek çoktan devirmiş olmaları gerekirdi kuleyi ama bende bir terslik fark etmiş olacaklar, ikisi de masaya çıkmıyor. Öfkeliyim ve beni böyle görmeye alışık değiller. “Aman tatsızlık çıkmasın, geçer nasılsa,” diye bir kişisel alan bırakacak kadar anlayışlılar. Kedileri(mi)n en çok bu yok yere arıza çıkarmama huylarını ve tutarlılıklarını seviyorum. Öyle berbat bir dönemde yaşıyoruz ki insanların psikolojisi de ilişkiler de aniden bozuluveriyor. Bozulmayan bir şeylere, sürekliliğe ihtiyacımız var. Birkaç yazarın çok güzel ifade ettiği gibi, dünyanın ve öykü dünyalarının karmaşıklığıyla başa çıkabilmek için, hayatınızın bir parça olsun düzenli olması iyidir.

Birkaç kere yazmışımdır, yazı emeğiyle geçiniyorsanız, TV sektörü gibi kaypak bir alanda çalışıyor ve kendiniz gibi kalma gayreti gösteriyorsanız işiniz çok zordur, göründüğünden de zor. Ayrıca da gerçek hayat bir senaryo değildir, pek çok şeyi önden kestirebilsek de bu hiçbir işe yaramaz. Olaylar zamanlarını beklemekle kalmaz, herkesin olaylara dâhil olma hızı da farklıdır. Beklemek, beklemek, beklemek gerekir. Ufacık bir terslik her şeyi değiştirir. “Akışına bırakmak”, hele de bu akış delice, haksız ve adaletsizse çok zordur, yine de bir şey gelmez elinizden.

Yıllar içinde biraz ehlileştirdiğim coşkulu bir mizaca sahibim ama öfkeli bir insan değilim. Ancak çok sevdiğim insanlar, çok yakından öfkelendirebilir beni. Ama bazen bardak öylesine doluyor ki yerinizden milim kıpırdamasanız da tepeden düşen son damlayla taşacağını biliyorsunuz. İşte o taşıran damla bir süredir hayatın ta kendisi oldu.

Sayfa çevirme hızında artan döviz kurları karşısında, en azından, şükür, önündeki bir seneyi görebilen biri olarak, yakınmayı biraz ayıp sayıyordum. Orta halli ailenin en iyi öğrettiği şey budur zaten insana. Kendinden çok daha kötü durumda olanları düşünebilmek. Gerçi artık ne orta kaldı ne sınıf. Sokaklarda “benim cüzdanım yok abi, ne diyorsun sen, ben babamdan para istemeye utanıyorum” diyen, öfkesi gözünden damla olup akmayan kız çocuklarının isyanı var. Bizlere parasız kaldığımızda pek de belli etmememiz öğretilmişti, daima bizden kötü durumda olanları… İyi durumda olanlarla ne yapacağımız konusu da pek bir sorun olarak konmamıştı ortaya. Sosyal medyada işin dikkatten kaçmaması gereken bu yanının da vurgulandığına rastladım: Bu çocuklar herhangi bir yoksunluk durumunu belirtmekten çekinmeyecek kadar yoksul, gerçekten yoksullar. Tüm o sahneyi katartik bir hale çevirmekten alıkoyan, ihtiyacımız olan şey zaten o dökülmeyen gözyaşıyla haykırılan yoksulluk.

Dağılmış ailelerin, anneleri tarafından büyütülen, belki onlarla beraber büyüyen “babasız” kızlarının isyanı bu. Hayatlarının hiçbir döneminde arkalarında dağ gibi bir eril figür olmamış. Hayatlarında putların yıkılışını birer birer izlemek, (iyi biri olsun olmasın) metaforik babaların, ağabeylerin gölgesinden kendilerini her adımda sıyırmak zorunda değiller. Tam da o konforsuzluğa, o gerçeğe doğmuşlar. Durum çok üzücü ama bu yanıyla müthiş. Ne doğarsa o kız çocuklarının isyanından, o ruhtan doğacak…

Ruhum tuvalet kağıdı stoğum karşısında öfkeli. İndirimden pahalıya alınmış sekiz kutu kahveyi çöpe atmak, kağıtları yakmak istiyor. (Yapmayacağım tabii, bize bu tür aşırılıklardan kaçınmak öğretildi.) Sabah HülyAntoinette’imiz, Avşar kızının konuşmasını izledim. Her zamanki sekmez erk yanında konumlanışıyla “gerekirse simit yenecek, bu zor zamanları atlatacağız,” dedi. Birkaç gün önce de yıllardır hiç bozulmamış dostluklarına sahip çıkarak İbrahim Tatlıses’e “tabiiyyy ki verecekler, onur ödülünün ödülünün ödülü verilse yeridir” demişti.

Böyle deyim yerindeyse “şer partnerliklerine” dünyanın her yerinde rastlanıyor. E bizden de Glenn Close ve John Malkovich’in, ya da filmin (Dangerous Liaisons/ Tehlikeli İlişkiler) bana göre daha ilginç Milos Forman versiyonunda Colin Firth/Anette Bening’in canlandırdığı Merteuil Markizi ve Vikont Valmont çıkacak değildi herhalde. Elimizde Hülya Avşar ve İbrahim Tatlıses var. Tüm kimliklerini inkar ederek “yırtmış”, her daim erk yanında konumlanırken birbirlerini de kollamayı becerebilmiş iki ünlü. Onların kötü günü olmaz yani. Ama sayelerinde torun torbaya yetecek bir servet edindikleri “halka” akıl vermekte de beis görmezler.

Neyse ki gece Cumhurbaşkanımız konuştu da Hülya Avşar’ın simit yeme ihtimali ortadan kalktı. Her şeyin bugünkü, dünkü ve geçen haftaki fiyatını bildiğimiz bu dönemde yine de ekonomist olmadığımızdan olacak, pek bir şey anlamadığımız karmaşık bir planla dolar geçen haftaki seviyesine döndü. Sıtmaya razı olmakla kalsak iyi. Elimizde ve mağazalarda pek pahalıya kakalanmış tuvalet kağıtlarıyla falan kalakaldık. Hadi döviz kurlarındaki düşüş iyi oldu da bu zamlar karşısında kuşa dönmüş alım gücümüz ne olacak? Faizler indirilir kaldırılır, dolar gün içinde fıldır fıldır dönerken kimlerin cebine ne paraların girdiğini, dolar bir hafta önceki haline dönmeden önce nelerin döndüğünü ve bundan sonra neler olacağını ölçüp tartmaya mecalimiz yok zaten.

Bu tokattan önceki güne de başka bir tokat damgasını vurdu. Umur Talu bugünkü yazısının girişinde pek güzel değinmiş, son okumamda hazır ona da yetişmişken buraya iliştireyim. Güçlünün karşısında el pençe divan, kendinden güçsüze aslan kaplan kesilen Muharrem Sarıkaya modeli hiçbirimize yabancı değil. Dizi setlerinden gazetelere, koca yayınevlerinden beş kişilik işyerlerine her yer bu erk sarhoşu zorbalarla dolu. Tokat atangillerden olmasalar da bunların bir kısmı maalesef kadın da olabiliyor. E onca kadının kanı ve gözyaşı üzerinden yükselmiş bir imparatoru savunan Hülya Avşar da kadın, burada mesele cinsiyetten çok kendini “erk”in hangi yanına iliştirdiğin. Tüm bunları pek güzel anlatan bell hooks’u yine anmış olalım. İktidardan şikâyet eden, kendi küçük iktidar alanını bulduğu yerde zalim kesilebiliyor kolaylıkla. (Sözde) hayat görüşüyle pratik arasındaki bu fark bizim büyük çaresizliğimiz.

Muhalif kesimlerde bile durum böyleyken, iktidarın sözcüsü olmayagörsün biri, elbette ki ultra kaplan kesiliyor. Tüm olay kameralar önünde gerçekleşti de zorbalığın dehşetine uyanabildik. Tüm bunlar kapalı kapılar ardında her gün yaşanıyor, biliyoruz. Yayın sırasında kendisine yardım etmeye çalışan bir emekçiye belediye başkanının karşısında o tokadı atan kişi, kendi güvenli alanında kadın, çocuk, kendinden güçsüz gördüğü erkeğe, neler yapmaz ki…

Dünkü tokadın tartışıldığı bağlam Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin’in olaya tamamen tepkisiz kalışı, devamında da “size seviyoruz”lu müteşekkir tepkisiydi daha çok. Üstelik “montajda atılmamış” kısmı da gördük. Bir gazeteci söyleşi yaptığı belediye başkanının tek bir sözünü bile dinlemiyor. Ödül töreninde çene spazmı geçiren taş fırından daha beter hallerde durmadan acayip bir öfke performansı sergiliyor. Elbette sorular da cevaplar da önden hazırlanmış olabilir ama bu nobranlık, bu özgüven nereden geliyor? Ve Fatma Şahin’i, bir siyasetçi kadın olarak gözünün önünde gerçekleşen şiddet karşısında bu derece tepkisiz kılan nedir?

Dün bu konularla ilgili attığım tweetlere bağlamın cinsiyetle bir ilgisinin olmadığına dair yorumlar aldım. Yolu “erk”e düşen tüm bağlamlarla illa ki cinsiyet kavşağında da buluşuruz. Tabii esas mesele şu: Bu olan biten bize bu makam ve konumların aslında ne kadar göstermelik ve erk güdümünde olduğunu bir kez daha gösterdi. Öte yandan siyasetçi erkek de olsa o tokat muhtemelen atılacak ve yine aynı tepkisizlikle karşılaşacaktı ama biz buna bu denli şaşırmayacaktık, bu bir. İkincisi de sanmıyorum ki bir gazeteci bir erkek belediye başkanının sözünü bir saniye olsun dinlemesin. Bu o verilmeyen tepkiyi asla meşru kılmıyor ama. Aksine erkle bu tam uyum, bu görmezden gelme ve takdir, bu adamları tepemize çıkaran şeylerden biri, her yerde, her anlamda. Tokat atan kadar tepkisiz kalanın da günahı vardır, ne ve kim olursa olsun.

Tüm hayat boyu erkle iyi geçinmiş bir “sanatçı”, simidin bile halkın bir kesimi için artık lüks tüketime girdiğinden bihaber, simit yiyebilirsiniz diye buyuruyor, yaşam boyu şiddet failini koruyor. Bir kadın belediye başkanı, nedeni ne olursa olsun, emekçiye gösterilen şiddet karşısında kılını kıpırdatamıyor, kendisine gösterilen tavra da zaten alışık görünüyor. Güvenecek hiçbir şeyleri olmayan kız çocukları gözlerinden bir damla yaş dökülmeden isyanlarını haykırıyor. Umudumuz da gözümüz de o kız çocuklarında.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.