O günden bugüne...

Biz hep yüzümüzü ışığa döneriz. Bu nedenle aydınlık içindeyiz ve bizi herkes tanır. Karanlıkta kalan yanımız yoktur. Başkaları ısınmak için bize sokulurlar çünkü mutlaka bir parça güneş vardır bizde.

Google Haberlere Abone ol

1976 kışıydı. Ankara'ya üniversite öğrencisi olarak geldiğimde, liseden bir sınıf arkadaşımla buluştuk. Kalacak yurt bulamadık. Çankaya tepelerinde (o zamanlar her yer boş araziydi) bir gecekondu bulduk. Arkadaşım, bir tanıdığı ayarladı. Ama gecekondu tam bitmemişti. Sadece dört duvardan ibaretti. Adam, "odanın birinin sıvasını yaptırayım, siz de kapı pencere taktırın, burada kalın" dedi. Öyle yaptık. Bir ardiyeden ikinci el kapı pencere satın aldık. Yeni sıvanmış bir odaya taktırdık. Bir de ucuz kömür sobası ve kömür satın aldık. Yahu, o ne kıştı öyle! Odamız asla ısınmıyordu. Zaten yeni sıvalı olduğu için, duvarlar buz gibiydi. Aldığımız kömürler doğru dürüst yanmıyordu. Sobanın içinde sanki mısır patlıyordu. Meğer ardiyeci bize kömür yerine taş satmıştı. Gerçekten de, aldığımız kömürleri inceledik. Kömür tozuna bulandırılmış çakıl taşlarıydı. Sabah ardiyeye gittik, durumu söyledik. Adam elbette kabul etmedi. "Kömürler böyle" dedi. Günler geçiyordu. Bir sabah uyandığımda, vücudumda bir sancıyla kaskatı kesildim. Tanrım, o ne ağrıydı! Beni Çankaya Belediyesi'nin hastanesine yetiştirdiler. Doktor, soğuktan böbreklerimi üşüttüğümü söyledi. Birkaç hafta sonra, bir sabah kapı çalındı. Birkaç adam, burayı iki gün içinde boşaltmamızı söylüyordu. Bina bir derneğinmiş ve ilkokul olacakmış. Bu kışta ne yapacaktık şimdi? Çıktık, dışarıda diz boyu kar. Dikmen yamaçlarındaki gecekondularda, karlara bata çıka ev aramaya başladık. Biliyorsunuz, halkımız çocuklarının okumasını ister ama öğrenciyi de sevmez. Cemal Süreya'nın dediği gibi, halkımız bekâra kızını verir ama evini vermez. Ev bulamadık tabii ki... Sonunda herkesin kendi başının çaresine bakması konusunda anlaştık.

Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı“ adlı şiiri tam da o günlerdeki varoluş çabalarımızı ve duygularımızı anlatıyordu:

“Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, on altı rüzgâr
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Dövüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.

gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.

Evet, bu ülkede başımızın çaresine bakarak, o günden bugüne kırk beş yıl geçirdik. Askeri darbeler, işsizlik, toplumsal çalkantılar derken, bu güne geldik. Çatışma, gerilim, ötekileştirme, nefret sisi basmış sokaklarımızı ve dağılmıyor. Artık şu ağaçlar bile buna itiraz ediyor. Biraz daha görmezden geliyoruz çatılarımızdan akan geceyi. Biraz daha dayanırsak diyoruz, bu karanlık figürler öyle olmadığını anlarlar. Ama vazgeçmiyorlar. Belki yorulurlar diyoruz ama bir başka bataklıkla doluveriyor bıraktıkları boşluklar. Diyorlar ki, sizin bu topraklarda doğmuş olmanız, size bu yağmurlarda ıslanma hakkı vermez. Diyorlar ki, sizin bu ülkenin gökyüzü altında yaşıyor olmanız, size bu güneşle özgürce ısınma hakkını vermez. Diyorlar ki, ancak ve ancak bizim görüş mesafemizde yaşayabilirsiniz, sevebilirsiniz, su içebilirsiniz; bizim değerlerimizle gülebilirsiniz, konuşabilirsiniz. Yani bize ölümü sevdirmeye çalışıyorlar. Bizi vazgeçirmeye çalışıyorlar tutunduğumuz şarkılarımızdan, ekmeğimizden, ateşimizden. Oysa yaşamak şakaya gelmez. Bunu düşünecek zamanları kalmamış. Yaşama isteğinin önüne geçildiği zaman, insanı hangi cehennemin kuşatacağını düşünecek zamanları kalmamış. Hiç unutmam, çam ormanı içinde bir dağa tırmanan asfalt bir yolda giderken, asfaltın içinden çam filizlerinin fışkırdığını görmüştüm. Evet, bunu görmüştüm!

Gerçek demokrasi, yani çok yönlü (etnik, sınıfsal, cinsiyet eşitliğine dayanan) demokrasi, mutlak barış ortamı, bazı toplumsal ve siyasal varlıkların zehridir. Bu nedenle onu istemezler. Çünkü bu varlıklar nefret, kin, mutsuzluk gibi travmalardan beslenirken, bize yaşamayı değil, ölümü önerirler. Kendilerini mutlak kabul edip, bizi geçici görürler. Oysa yeryüzünde her şey "kötü insan" olarak ayrışan bu travmatik varlıklara göre biçimlenmemiştir. Tersine, mesela güneş daha çok "doğru dürüst insan"ların penceresine, bahçesine konuk olur. Ölümden yana olanlardan korkar, onları kendi karanlığında bırakır ve oradan kaçar. Işıkla boğulan ormanlardan çıkıp gelen sularla elimizi yıkamamız bundandır. Biz hep yüzümüzü ışığa döneriz. Bu nedenle aydınlık içindeyiz ve bizi herkes, her zaman tanır. Karanlıkta kalan bir yanımız yoktur. Başkaları ısınmak için bize sokulurlar. Çünkü mutlaka bir parça güneş vardır bizde.

O günden bugüne geçen zamanın sonunda, işte buradayım. Bu “meşum” günlerde, kendime şunları söylüyorum: Eğer kendini yenilmiş ve çaresiz hissediyorsan, gündelik yaşamı sürdürmek, yani markete ya da fırına gidip ekmek almak, parktaki ağaçların altında dökülmüş yapraklara basarak yürümek, yürürken bir şarkıyı ıslıkla çalmak ya da mırıldanmak, akşamüstüyse iş ya da okul dönüşü manavın önünden geçerken güz yemişlerini şöyle bir seyretmek, eski bir arkadaşla sohbet etmek, televizyonda haberleri izlemek, gazete ve kitap okumak, evde tek başınayken güzel bir yemek hazırlayıp sevgiline ya da kendine sürpriz yapmak, çoktandır gitmediğin hatta hiç gitmediğin bir semte yolunu düşürmek, deniz kıyısındaysan balık tutanlara bakmak hatta balık tutmak, tutulmuş balıklardan birini suya salıvermek, sabah mutfak penceresinde seni bekleyen kumrulara buğday vermek, yağmurlu havada şemsiyesiz yürümek, resim sergisine falan gitmek, çok sevdiğin ama epey zamandır okumadığın bir şiiri bulup yeniden okumak, ülke ve dünya olaylarından çok etkilendiğini evdekilere pek belli etmemek, bir-iki saksı çiçek ekmek, çiçek satın alırken çiçekçiyle uzun bir çiçek muhabbeti yapmak, düşünmek, hayal kurmak, elbise ütülemek, yazmak ve gülmek de bir mücadele biçimidir. Yani yaşamak!

Ne diyordu Neruda: “Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde!”